Sanatın insanlarla olan ilişkisinin yanı sıra, sanat dallarının da birbirleriyle olan ilişkisine inanan bir sanatçı. Federico Babina mimari ile edebiyat arasında özgün bir ilişki kurarak sahaya bir yenilik getiriyor. Daha önce masalları eve dönüştüren sanatkâr “Archiwriter” adını verdiği seriyle ünlü edebiyat eserlerini illüstrasyonlarla karşımıza çıkarıyor. Bir romanın içerik ve üslubunun içinde gezinmeyi bir binayı keşfe çıkmaya benzeten Babina bu serisinde 27 farklı eseri konu alıyor.
En Büyük Edebiyat Eserlerini Mimari İllüstrasyonlara Çeviren Federico Babina’nın 17 Çalışması
Hepsiburada Tarafından Açıklanan 2018 Kitap Trendleri Hakkında 7 Bilgi
Online alışveriş platformu Hepsiburada, yakın zamanda 2018’in kitap okuma alışkanlıklarını ve trendlerini paylaştı. Kitap kategorisine özel bu istatistikler arasında; en çok kitap okuyan bölge, en çok kitap satın alınan ay, en çok okunanlar gibi listeler mevcut. Ülkenin kitap okuma profilini öğrenme açısından faydalı olabileceğini düşündüğümüz bu verileri biz de sunuyoruz. İşte Hepsiburada tarafından açıklanan 2018 kitap trendleri!
1. En çok kitap okunan bölge
Platform, yıl boyunca en çok kitap okuyan bölge olarak Marmara Bölgesi’ni gösteriyor. Coğrafi olarak ayrılan bu kategoride Marmara’yı sırasıyla İç Anadolu, Ege, Karadeniz, Akdeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi takip ediyor.
2. Ekim ayında yüzde 156 artış
Açıklanan veriler tabii ki geçen senelerle de kıyaslanıyor. Bu mukayese sonucunda Ekim ayını açıklamak gerekirse; kitap talebi 2017’ye göre yüzde 156 artış gösterdi. Bu artışın yanı sıra en çok tercih edilen kitaplarsa edebiyat ve eğitim kitapları oldu.
3. Yılın çok satanları
Stefan Zweig’ın Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, İskender Pala’nın Abum Rabum, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna, Ahmet Ümit’in Kırlangıç Çığlığı, Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk, İlber Ortaylı’nın Gazi Mustafa Kemal Atatürk, J. K. Rowling’in Harry Potter ve Felsefe Taşı, Ayşe Kulin’in Kördüğüm ve Dan Brown’un Başlangıç adlı eseri 2018’in en çok talep gören kitapları oldu.
4. En tercih edilen yayınevleri
Bu kategoride de sırasıyla şu yayınevleri var: İş Bankası Kültür Yayınları, Yapı Kredi Yayınları, Benim Hocam Yayınları, Kırmızı Kedi Yayınevi, Timaş Çocuk, Destek Yayınları, Doğan Kitap, Everest Yayınları, Can Yayınları ve Pegasus Yayınları
5. 2018’in çok satan klasikleri
Beyaz Zambaklar Ülkesinde – Grigoriy Petrov, Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali, Simyacı – Paulo Coelho, Körlük – Jose Saramago, Hayvan Çiftliği – George Orwell, Şeker Portakalı – Jose Mauro de Vasconcelos, Küçük Prens – Antonie de Saint-Exupery, Sol Ayağım – Christy Brown, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu – Stefan Zweig, Fareler Ve İnsanlar – John Steinbeck
6. 2019 yılı için kitap seti önerileri
Verilerin ardından yeni yılla beraber okuyucuya tavsiyelerde de bulunan platform, 2019 yılı için şunları önerdi: Taht Oyunları Game of Thrones Özel Kutu, İlahi Komedya 3’lü Set, Stefan Zweig Seti, Harry Potter Seti, Sherlock Holmes Bütün Hikâyeleri
7. Yekta Kopan’la yazar söyleşileri
Platform, YouTube kanalından yürüttüğü yazar söyleşilerine de 2019’da tam gaz devam edecek. Yekta Kopan’la Yazar Söyleşileri başlığıyla gerçekleştirilen sohbetlerde, yazarların yeni çıkan kitapları, gündemdeki edebiyat haberleri konuşuluyor.
“Bence Bir Anlamı Var Yazmanın” Edip Cansever’in Şair Melisa Gürpınar’a Yazdığı Mektup
Sene 1965. Edip Cansever, İstanbul’dadır. Yerçekimli Karanfil çıkmış ve bununla 1958 Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanmıştır. Çağrılmayan Yakup’a ise henüz 1 yıl vardır. O sırada İngiltere’deki bir dostuyla mektuplaşır Cansever. İçinde umut, şiir ve yazmaktan bahsettiği mektubunu gönderdiği arkadaşı İngiltere’deki Melisa Gürpınar’dır. Gürpınar konservatuvardan mezun olup tiyatro alanında gelişmek için 1965’te Londra’ya gider. Bu yıllar BBC Türkçe Servisi’nde de çalışan Gürpınar, bu yılların ardı sıra şiir kitapları, öyküler, oyunlar çıkarır. 2014’te hayatını yitiren Gürpınar, Cansever’in mektubundan anlıyoruz ki o ara umutsuz bir haldedir. Edip Cansever ise mektubunda hayata, şiire, yazmaya dair umut dolu sözler söyler.
Bence bir anlamı var yazmanın, dünyaya yazmak biçiminde çıkmak. Sanki bir yazı makinesi gibi
Gördüğün, duyduğun, düşündüğün vb. durmadan harflerini oynatıyor senin. Kaçınamıyorsun
Ya doğal bir şey bu ya da hastalık. Ne olursa olsun gerçeğin ta kendisi
Bir ıhlamur ağacı gerekir mi dünyaya? Ihlamur ağacı olmasaydı olmaz mıydı? Bilmem. Ama var ıhlamur ağacı
İnsanın bir “yazmak” olarak olması gibi. Akarsu da var, kayanın içine gömülmüş bir zümrüt de
Yazmak, insan olarak biçimlenmiş bir edim. O kadar ki –ve inan buna– sen yazmasan bir başkası yazacaktı yazılması gerekeni
Bir Dostoyevski olmasaydı bile, Karamazov Kardeşler yazılacaktı gene de. Ben böyle düşünüyorum
Böyle düşündüğüm için de kızmıyorum kendime, yapay bulmuyorum yaptıklarımı ve yazdıklarımı. Hatta yazmasam kötülük yaptığıma inanırdım
Bir ıhlamur ağacını kesmekle, kendimi yazmaktan alıkoymak aynı şey
Ya da ıhlamur ağacının olmasıyla benim olmam anlam bakımından farklı değil. Bundan sonrası ayrıntılar
“Umutsuzluğumu büyütüyorum” diyorsun, yalan! Var olmak bir umudun sözcüsü olmaktır aynı zamanda
Yazar da olsa böyle, ıhlamur ağacı da. Elinden gelmez ki umutsuz olmak
Yazı makinesinin harfleri oynadığı sürece umut var senin içinde. Değişmez bir yazgı bu
Sıkıntı var, boğuntu var, tedirginlik var, çirkinlik, yalan, her şey var. Ama hep umut var her şeyin içinde
Şiirlerime “güzel” dedikleri zaman ilgilenmiyorum bile. İlgilendiğim tek şey, yazar olduğuma tanıklık yapmaları
Yani sen “yazmak”sın demeleri. O zaman “ha, sahi, demek kendim için düşündüklerim yanlış değilmiş” diyorum. Hepsi bu kadar
Ihlamur ağacı olsaydım, ıhlamurca konuşsaydık, “sen ıhlamur ağacısın” deselerdi, aynı şey olurdu. Böyle işte Meli ya da Lisa
Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar: “Ben Büyük Bir Yorgunluktan Yeni Yeni Çıktım”
Tezer Özlü (1943 – 1986), genellikle yirmili yaşlarımızdaki isyankâr, küskün, içe kapanık, sistemle sorunlar yaşadığımız dönemlerimizde kapısını çaldığımız başlıca yazarlarımızdan. Daha doğrusu onunla ilk tanışmalarımız çoğu zaman böyle bir atmosferde gerçekleşiyor. Öyle de çünkü bu zamanlarımızda kendimizi ifade etme biçimimizi bulamayabiliyoruz. Özlü bu anlamda belki “bizim yerimize de konuşan” muazzam bir yazar. Narin, hüzünlü, romantik olduğuna yönelik anlatıların doğruluk payı var olmasına var ama Özlü, nasıl derler; bir pamuk şeker de değildir. Ayrıksı bir yazardır. Yazar bize “Çocukluğun Soğuk Geceleri”, “Yaşamın Ucuna Yolculuk”, “Kalanlar” gibi eserler bırakarak 1986’da bu dünyadan göçüp gider. Kitaplaşan bir diğer eseri de “Tezer Özlü’den Leylâ Erbil’e Mektuplar”ıdır. Eril dilin karşısında duran iki yazarın, mücadeleci iki kadının çeşitli duygu durumlarını bu mektuplarda görebilirsiniz. Özlü 1980’lerin başlarında Erbil’e bu mektupları gönderirken de Zürih ve Berlin’dedir. İşte dönemin iki öncü yazarının arasındaki sıcak sohbetlerin görülebildiği mektuplardan derlemeler!
Zaman zaman kendimi çok iyi, zaman zaman da kötü duyuyorum. İki durum da uzun sürmüyor, böylece bir denge kuruluyor
Burada 100 yaşını bulan, 20 yıl bitki gibi yaşayan insanlar var. Yoğun yaşayıp ölebilmek de güzel
Şimdilik buradayız. Her İsviçreli gibi balkonumuzda petunya ve sardunyalar açıyor. Camlar aydınlık, zaman zaman güneş var ya, küveti doldurup güneşe karşı banyo yapabiliyorsun
İsviçre bildiğin gibi çok kapalı bir toplum, sokaklarda gözlenecek bir yaşam, yaşayan insanlar yok
Sanatçılar da kim bilir nerede, kendi kabuklarına çekilmiş. Bu açıdan Berlin’i, dostlar nedeniyle de İstanbul’u arıyorum, seni, Harald’ı ya da Asmalımescit’te çocukluğumdan beri rastladığım ayyaşları
Biz, Türkiye olarak gerçekten yalnız kalmış, Batılılaşma sürecinin de artık içinde boğulmuş bir durumdayız ama bu durumdan belki sıyrılırız
Senin teşhisin çok doğru. Ben büyük bir yorgunluktan yeni yeni çıktım
Gerçekten müthiş yorularak yaşamaya ne denli alışmışım dinlenerek, sakin yaşamak, yorulmamak sanki anormal bir durummuş gibi geliyor bana
Berlin garip, 1,5 milyon nüfusun 350 bini ölmek üzere bunak moruk kadınlardan oluşuyor. İnsan her an kendini bunak, yalnız ve yaşlı sanıyor (Gene anlık bir fantezi)
Aslında Türk aydını olarak görevimiz her zamandan daha çok. O kadar eğitilmesi gereken insanımız var ki
Ama gene de her ülkede seni ben, beni sen anlıyorsun. Olay beş on bin kişinin dışına çıkmıyor
Ama her şeyden önce yaşayabilmek… Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız
Ben de her zaman yaşamın kendisini yazı dünyasından daha önemli bulduğum için, bakmaya, algılamaya, insanlarla konuşmaya devam ediyorum
İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir
Burada, Bahnhofstrasse’nin en lüks binalarında Türk bankerleri, bankaları. Para nasıl belli bir küçük kesime akıyor
Aslında kendimi düşünsem, yaşamım boyunca ilk kez bu denli rahat koşullarda yaşıyorum, üstelik çok sevdiğim bir insanla birlikteyim. Ama yaşam karşı çıkmak değil mi
Türkiye’de de edebiyat cahillerin elinde. Cümle kurma estetiği olmayan, düşünceleri de bunamayı kanıtlayan herkes tuttu
Ünlü ve aktüel olmak da istemiyorum. Ama gene küçük bir kitap yazarsam; okuyana bir şey versin, içini dalgalandırsın, onu huzursuz etsin istiyorum
Şuna da inanıyorum ki, bizim edebiyat dünyamızdaki birçok eleştirmen ve bazı yazarlar daha çağın ya da benim inandığım düşüncenin çok gerisinde
Ben zaten yeryüzünün neresini benimsedim ki
Can Yücel Adıyla Paylaşılan Ancak Şaire Ait Olmayan 50 Sahte Şiir
İnternetteki hızlı bilgi, kişiyi vezir de edebilir rezil de… Tipik olarak ikisini de görmek mümkün. Uzun yıllardır sosyal mecralarda paylaşılan ve Can Yücel’in olmadığı halde ona atfedilen şiirleri duymuşsunuzdur. Prof. Dr. Semih Çelenk de kendini bir süredir bu işe adadı. Titiz bir çalışmayla şairimizin yazmadığı ama onunmuş gibi paylaşılan 50 kadar şiiri ayıkladı. Yücel’in eşi Güler Yücel de bu dezenformasyondan oldukça şikâyetçi. Çocukluğundan beri Can Yücel şiirleri okuduğunu belirten Semih Çelenk, bu girişimiyle önemli bir bilgi kirliliğinin de önüne geçmiş oluyor. Herhalde üstat da yaşasa ve bu olanları öğrense sıkı bir hicivle hepimizi topa tutardı. Size bu sahte şiirleri paylaşmayın demiyorum, hobi olarak yine paylaşın; fakat altına “Can Yücel” yazmayarak. Bilelim, bildirelim.
1. Bağlanmayacaksın
Evet, belki de en bilineni, en popüleri, en “atarlı”sı.
“Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
‘O olmazsa yaşayamam.’ demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.” diye başlayan bu şiir Çelenk’in araştırmalarından öğreniyoruz ki Can Baba’ya ait değil.
2. “Kadın Dediğin” ve “Erkek Dediğin” şiirleri
Güya kadını ve erkeği anlatan bu şiirlere de dikkat. Onlar Can Yücel’e ait değil. Eşi Güler Yücel de Kemal Öncü’ye bu konuyla ilgili verdiği bir röportajda şunu söylüyor: “Yine örneğin ‘Her Şey Sende Gizli’ diye bir şiir var. O demin söylediğin şiir var… Mistik, kaderci, boş verci, metafizik bulamaçlı bu şiirlerle Can’a karşı adeta faili meçhul bir kampanya yürütülüyor gibi. Can’ın şiiri şiir gibi şiirdi… Ne o öyle ‘Ömür dediğin bir gündür/ o da bugündür…’ ye, iç, eğlen keyfine bak gerisine aldırma mesajı? Can muhalif bir şair, söyleyeceğini eğilip bükülmeden dobra dobra söyleyen bir şair, ziyaret edenlerin şaşırdığı iki göz odada oturup üreten bir şair…”
3. Seninle Olmanın En Güzel Yanı
“Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?
Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek.
Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
‘Seni seviyorum’ sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.”
4. Anladım
“Bunca zaman bana anlatmaya
çalıştığını, kendimi
bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu
varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım” diye uzar gider.
5. Her Şey Sende Gizli
Bu da şöyle başlar:
“Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü…
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin…
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna”
6. Eğer
Değil abicim bu da değil.
“O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.”
7. Herkes Gitmek İstiyor
“Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey…
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle ‘yanına almak istediği üç şey’ falan yok.
Bir kendisi…”
8. Sevdiğin Kadar Sevilirsin
Listedeki şiirlerin Can Baba’ya ait olmadığının bir kanıtını da bu şiirle sunayım. Beşinci maddedeki “Her Şey Sende Gizli” şiiri ile bu maddemizdeki şiir aynıdır. Başlık değiştirilmiştir.
9. Sağlık Olsun
Can Baba bunları duysa “sağlık olsun” demez bir argo lafı patlatırdı. Şiirin bir kısmı şöyle:
“Öyle sabah uyanır uyanmaz yataktan fırlama
Yarım saat erkene kurulsun saatin
Kedi gibi gerin, ohh ne güzel yine uyandım diye sevin”
10. Tam Zamanında Yaşamak
Dijitalde ‘’Yaşamak Zamanı’’ olarak da geçer. Çelenk’in ayıkladıkları arasında bu şiir de var. Açılışı şöyledir:
“Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de
Tam zamanında öpmelisin…
Mesela güzel gözlünü”
11. Tersten Yaşamak
“Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir…
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak
Daha güzel,
hatta mükemmel olurdu.” diye başlar ve sürüp gider.
12. Biraz Değiştim
Geçiniz, bunları da geçiniz
13. Bir Gün Anlarsın
Prof. Dr. Çelenk’in araştırmaları;
“Uykuların kaçar geceleri, bir türlü sabah olmayı bilmez.
Dikilir gözlerin tavanda bir noktaya,
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar ne yastık.” şeklinde başlayan bu şiirin de sahte olduğunu ortaya çıkarıyor.
14. Gitmek
15. Seninle Yaşlanmak İstiyorum
16. Asla Keşkelerim Olmadı
17. Özledim Seni
18. Bilmelisin ki
19. Aşk
20. Boşver be Yaşı Başı
21. Olmuyorsa Zorlamayacaksın
Bu da ilk maddedeki şiirle aynıdır, ancak farklı başlıklarla da servis ediliyor.
22. Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda
23. Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan
24. Farkında Olmalı İnsan
25. Bir Eşi Olmalı İnsanın
26. Unutma
27. Sevgi Emekmiş
28. Özleme Dair (Kim Özlerdi?)
29. Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür
Can Baba’nın eşi Güler Yücel’in en tepesini attıran sahte şiirlerden biri de budur. Konuya dair verdiği röportajda da bu şiiri örnekler ve reddeder.
30. Aşk Ayakkabı Gibidir
31. Rakı İçen Kadınlar
32. Ateş ve Su
33. Ülke Bölünsün İstiyorum
“Ülke bölünsün istiyorum
Yandaş, yalaka ve yavşaklar bir tarafa
Onurlu, şerefli, üreten emekçi insanlar bir tarafa.”
34. Kadınım Ben
35. Senin İçin Yasak Dediler
Bir kısmını yazım hatalarıyla, olduğu gibi paylaşayım:
“Senin için yasak dediler…
-Yasaklar çiğnenmek içindir dedim.
Senin için imkansız dediler…
-Önemli olan imkansızı başarmak dedim….
Senin için olmaz dediler…
-Dünya da olmayacak şey yok dedim.”
36. Bayram Şiiri
37. Dostlar Irmak Gibidir
38. Öyle Bir Hayat Yaşadım ki
Bu şiir Friedrich Nietzsche’nin, sevgilisine yazdığı mektup olarak da pompalanır. Müellifi kim bilmemekle birlikte Şebnem Ferah da müzikleştirip söylemiştir; fakat Ferah’ın bu şiiri Can Yücel’e atfettiğini söylemiyorum.
39. Bir Yolun Varsa Gidilecek
40. Ömür Dediğiniz Nedir ki
41. Fakirin Gayrimeşru Çocuğu
42. Ey Yüreğim
43. Özlersin
44. Hepsi Bu
45. Bir Şey Eksik
46. Kendimden Özür Diliyorum
47. Bir Kadını Ağlatmak
48. Ölüm Bir An
49. Galiba Yoruldum
Pirincin taşını ayıklarken Prof. Dr. Çelenk de biraz yorulmuş olsa gerek.
50. Can Yücel – Bir Yudum İnsan Belgeseli
Yazar, yönetmen, şair Semih Çelenk’e kültür ve şiir alanımıza hizmet eden bu araştırması gereği minnet duymamız gerekir. Bu vesileyle bir kez daha anlıyoruz ki; bu gibi okumalarda bizim için en iyi kaynaklar; şiir kitapları, edebiyat tarih kitapları, iyi makaleler, görsellerde de paylaştığım gibi varsa şairin müze evi ve nitelikli belgesellerdir.
Tembelliği Bir Sanat Haline Getiren Lüzumsuz Adam “Oblomov”dan 12 Alıntı
Rus yazar İvan Gonçarov (1812 – 1891) yarattığı Oblomov karakteriyle insanlık tarihine önemli bir figür armağan etmiştir. Rus yazınında “lüzumsuz adam” tiplemelerinin belki de en önemli ve bilineni olan Oblomov, Rusya’da yarattığı etkinin yanında tüm dünyada da klasik, okunmadan geçilmeyecek romanların başında gelir. Romanda yaratılan karakter hayatımıza o denli işlemiştir ki “Oblomov” adı tembelliği anlatmak için kullanılagelen bir tabir halini almıştır. Orta yaşlı ve toprak sahibi olan Oblomov, toprak köleliğinin bitmeye yüz tuttuğu çağına ayak uyduramayan, işi gücü bırakıp tüm işlerini yatağından halleden biri haline gelir. Aymazlık ve kayıtsızlık içinde yaşayan Oblomov, 19. yüzyıl toprak sahiplerinin de bir eleştirisidir. Gonçarov’un romanı ve yarattığı karakter, yazıldığı dönemden bir süre sonra genelleşir ve tabiri caizse tüm aymazları, uyuşukları nitelemek için kullanılagelir. Zira eserin müellifi Gonçarov da bir yerde şöyle der: “Bir sanatçı, tüm dikkatini yaşamdaki değişikliğe uğramayan ve sosyal kapris rüzgârlarının esintilerine maruz kalmayan biçimlere odaklamalıdır. Gerçek bir yazarın göreviyse değişmeyen ve defalarca tekrarlanan veya üst üste yığılan olayların ve kişilerin oluşturduğu tiplemeleri betimlemesidir”. Bu eserinde de aynı ilkeyi sürdürmüş görünüyor… Alıntılardaki kimi sözlerin romantik olduğunu düşünmekte acele etmeyen derim, zira yazar dönemin romantik yazarlarını da alaya almadan edemez. Paylaştığım ve yazarın olmadığı tüm görseller de Oblomov için çekilen, çizilen görsellerden. İşte tembellik sanatçısı Oblomov’dan alıntılar!
1. Aynı hayat
İnsan niçin yaşadığını bilmezse günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini beklemekten başka zevki olmuyor. Bugün nasıl yaşadım, sorusuna cevap vermeden uykuya dalıyor, ertesi gün gene aynı hayat.
2. Deniz
Mesela deniz. Tanrı eksik etmesin ama bizden uzak olsun daha iyi. İnsana hüzün vermekten başka şeye yaramaz. Baktıkça ağlayacağınız gelir. Bu uçsuz bucaksız su kitlesi önünde ruh ezilip büzülür. Hiç değişmeden, alabildiğine uzayıp giden bu güzel manzarada yorulan göz, dinlenecek bir yer bulamaz.
3. Derin bir acı
İçimde neler olduğunu hissetmiyor musunuz? Anlamıyor musunuz? Konuşmakta bile güçlük çekiyorum. Tam şuramda… Verin elinizi, tam şuramda bir şey, taş gibi ağır bir şey duruyor, derin bir acı duyuyormuşum gibi. Garip değil mi, acı da, sevinç de insanda aynı etkiyi yapıyor; soluğumuz kesiliyor, insanın ağlayası geliyor. Ağlasam belki rahatlarım; tıpkı büyük acılarda olduğu gibi.
4. Sönüş
Biliyor musun Andrey, benim içimde ne yakıcı, ne de kurtarıcı hiçbir ateş yanmadı. Hayatımda hiçbir zaman başkalarınınki gibi gittikçe renklenen, parlak bir güne çevrilen bir sabah olmadı; bir sabah ki yakıcı öğlesi geçtikten sonra yavaş yavaş solsun ve kendiliğinden akşama karışsın. Hayır, benim hayatım sönmüş başladı. Tuhaf, fakat böyle. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim. Sönüşüm dairede, evrak başında oturduğum zaman başladı; sonra kitapları okuyup da onlarda hayatta kullanmayacağım gerçekler buldukça, dostlar arasında dedikodular, alaylar, soğuk, kötü, boş gevezelikler dinledikçe, gayesiz, sevgisiz, toplantılara katıldıkça daha da kötü oldum.
5. Yazıp durmak
Yazıp durmak, kafasını ve ruhunu önemsiz şeylere harcamak, inançlarını değiştirmek, zekâsını ve hayal gücünü satmak! Doğasını zorlamak, sürekli heyecan ve karmaşa içinde olmak, dinlenmek nedir bilmemek, devamlı koşturup durmak… Yaz da yaz, tekerlek gibi, makine gibi. Yazmak. Yarın yaz, öbür gün yaz. Tatil gelsin, yaz gelsin; hep yaz, hep yaz! Ne zaman durup dinlenecek, zavallı adam!
6. Kariyer sahibi olmak
Zavallı dostum, batmışsın sen, boğazına kadar batağa batmışsın, gidiyorsun. Biçare, işinden başka hiçbir şey göremez, duyamaz, konuşamaz olmuş. Ama böylelerinin önü açıktır, yakında büyük işler başarır, en yüksek mevkilere yükselir… Bizde buna kariyer sahibi olmak diyorlar. Bunun için zekâya, iradeye, ruha gerek yok, bütün bunlar lüks. Bu adamın hayatı böyle geçip gidecek ve ruhunun birçok yanı hiç zaman gelişmeyecek.
7. Hayat
Ona göre hayat ikiye ayrılıyordu: Birincisinde çalışma ve sıkıntı vardı (Oblomov için bu ikisi aynı anlama geliyordu), diğerinde ise sakin, rahat, sessiz günler vardı. Bu yüzden memurluk hayatı daha başından ona pek kötü geldi.
8. Yarım kalmış bir adam
Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü düşündükçe içi parçalanıyordu. Başkalarının zengin, hareketli hayatını kıskanıyor, kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık, zavallı bir keçi yolu gibi görüyordu.
9. İstek
Bugün bir şeyi arzularsın, yarın kendini parçalarcasına, büyük bir tutkuyla arzuladığın şeyi elde edersin, öbür gün o şeyi arzuladığın için yüzün kızarır, dilediğin gerçekleştiği için hayata lanet okursun. İşte hayat yolunda başına buyruk ve kibirle yürümenin, keyfine göre hareket etmenin sonu budur.
10. Çalışmak
Sabahleyin yataktan kalkıp, kahvaltı edip divanına uzanınca başını ellerine alır, gücünü kuvvetini esirgemeden düşünceye dalardı. Sonunda kafası bu sıkı çalışmadan yorulur ve rahat bir vicdanla kendi kendine, “Eh, bugün insanlık için yeterince çalıştım” derdi.
11. Uzanmak
Uzanmak İlya İlyiç için ne hastalarda ya da uykusu gelmiş insanlarda olduğu gibi bir zorunluluk, ne de yorgun bir kimsedeki gibi geçici bir ihtiyaç, ne de uyuşuk bir insandaki gibi bir zevkti; bu onun doğal haliydi. Evde olduğu zaman –evde olmadığı zaman yok gibiydi– hep uzanırdı.
12. Yatıp uyumak
Oblomov içini çekti:
-Ah! Bu hayat, dedi.
-Nesi varmış bu hayatın?
-İnsana rahat vermiyor. Başını derde sokuyor. Ne olur, şöyle bir yatıp uyuyabilsem… Hiç kalkmadan…
20 Büyük Müzisyen, Yazar ve Sanatçının İlgi Çekici Pasaportları
Sevdiğimiz yazar, çizer, sanatçıların kişisel eşyalarını hep merak ederiz. Nerede çalışırlar, o büyük eserlerini nerede verirler, hangi kalemi kullanırlar, kendilerine özgü ne tür eşyalara sahiplerdir bilmek keyif vericidir. Pasaportlar da bu kişisel eşyalardan biri. Sanatkârların ne zaman, nereye gittiklerini bilmek, bir dergi kapağı vs. için çekilmemiş, zoraki pozlarını görmek de hoş olsa gerek. Janis Joplin, David Bowie, Alfred Hitchcock, Virginia Woolf… İşte 20 büyük sanatçının pasaportları!
1. René Magritte (1898 – 1967)
Belçikalı ressam Magritte, gerçeküstücü akımın en önemli temsilcilerinden biri. Yoğun düş dünyasını resmettiği eserleri, akılcı zihnin kısıtlamalarına bir karşı çıkıştır. Ressam, Sigmund Freud’un yazılarından ve bilinçaltı kavramından da oldukça etkilenmiştir.
2. Janis Joplin (1943 – 1970)
“27’ler Kulübü”nün en önemli isimlerinden Janis Joplin, erken giden güzelliklerden biriydi. Blues vokalleriyle ünlenen müzisyen 1969’daki Woodstock Festivali’yle de çok önemli bir performansa imza attı.
3. Lillian Hellman (1905 – 1984)
Amerika’nın en önemli oyun yazarlarından Hellman, bir dizi güçlü ve gerçekçi oyun yazdı. Politik ve sosyal görüşlerini açıklamaktan çekinmeyen Hellman, görüşlerini eserlerine de yansıtmaktan geri durmadı.
4. Johnny Cash (1932 – 2003)
Lisede gitar çalıp şarkı söyleyerek müziğe başlayan rock ve country sanatçısı Cash, halk şarkıları, blues ve rock müziğini harmanlayan bir ustaydı.
5. Truman Capote (1924 – 1984)
Skandalların adamı olarak da bilinen yazar, en çok sinemaya uyarlanan “Tiffany’de Kahvaltı” eseriyle bilinir. Ayrıca “Bülbülü Öldürmek” eserinin yazarı Harper Lee eserdeki “Dill” karakterini yaratırken, çocukluk arkadaşı Capote’den etkilenmiştir.
6. David Bowie (1947 – 2016)
1970’lerde başlayan çalışmaları, sahnede yarattığı tipler 1990’lar ve sonrasında da sürdü. Bu bakımdan sanatçı dostları ve müzik eleştirmenlerince yenilikçi olarak görüldü. Özgün rock müziğiyle teatral, dramatik gösterileri onun yerinin her daim ayrı olmasını sağladı.
7. Alfred Hitchcock (1899 – 1980)
Tüm zamanların en iyi yönetmenlerinden biri olarak kabul edildi. Amerikan gerilim filmlerinin yönetmen koltuğundaki en kıymetli isimlerinden biri olan Hitchcock’un en tartışmalı filmi ise “Psycho”dur.
8. Andy Warhol (1928 – 1987)
Warhol, “Pop art” akımının öncüsü olarak görülür. Ressam, film yapımcısı ve bir yayıncı olan Warhol’un en çok ilgilendiği temalardan biri; önemli konuları önemsiz, önemsizleri de önemli konular olarak göstermek olmuştur.
9. Alice Cooper (1948 – )
“Metalin babası” olarak anılan Cooper, 1970’lerdeki garip, sıra dışı sahne şovlarıyla izleyicisini endişelendiren bir şöhret kazandı, desek yeridir.
10. Virginia Woolf (1882 – 1941)
Feminist yazar Virginia Woolf, aynı zamanda yirminci yüzyılın en önemli aydınları arasındadır. Bizde de en çok “Kendine Ait Bir Oda” eseriyle bilinir.
11. Ernest Hemingway (1899 – 1961)
Yazar, gazeteci, boksör… Hemingway çok yönlülüğü ve eserlerindeki usta sadeliği sayesinde bitmemiş bir yazardır. Nobel ve Pulitzer Ödülü sahibi olan yazar, basit ve sade yazma tekniğini eserlerinde öyle muazzam kullanır ki 20. yüzyıl roman yazarlarını da bu bakımdan etkilemiştir. Tabii en çok, filmi de çekilen “Yaşlı Adam ve Deniz” eseriyle bilinir.
12. Jackson Pollock (1956 – )
20. yüzyılın en önemli ressamlarından biridir. Soyut eserleriyle bilinir. Devrindeki resim malzemeleriyle olan uygulamaları tersyüz ederek özgün teknikler ortaya çıkarmıştır. Sanatındaki radikal hareketleri o denli ileri boyuttadır ki onun etkisiyle resimde yeni tanımlamalar meydana gelmiştir.
13. Roy Orbison (1936 – 1988)
Amerikalı şarkıcı ve söz yazarıdır. Sesi çok durudur ve bu yanıyla özgünlüğünü kazanmıştır. “Pretty Woman” eminim ki çoğunuzun duyduğu şarkılardan biridir.
14. Whitney Houston (1963 – 2012)
Amerikalı müzisyen Houston, bir yerlerde çalarken mutlaka duyduğunuz şarkıların sahiplerinden biridir. Dünyanın en çok ödül alan kadın şarkıcısı olarak da ayrıcalıklı bir unvana sahiptir.
15. James Joyce (1882 – 1941)
İrlandalı yazar Joyce, 20. yüzyılı etkileyen önemli aydın ve yazarlardan biridir. Tabii en çok; hâlâ pek çoğumuzu anlamakta zorlayan “Ulysses” eseriyle bilinir.
16. James Brown (1933 – 2006)
Soul ve funk müziğin babası olarak bilinir. Pavarotti ile olan sahne performansı herhalde dünyanın sayılı güzelliklerinden biridir.
17. Norman Mailer (1923 – 2007)
Çok yönlü yirminci yüzyıl sanatkârlarından biri daha. Gazeteci, yazar, senarist, yönetmen ve oyun yazarıdır Mailer. “Amerikan Rüyası” eseri en önemli eserlerinin başında gelir. Ayrıca Fransa’nın en prestijli ödüllerinden biri olan Legion d’Honneur ödülüne de layık görülmüştür.
18. Ella Fitzgerald (1917 – 1996)
Sesine hayran olunmaması mümkün değildir Amerikalı müzisyenin. Bir caz vokalistidir ve en çok üç oktavı aşan sesiyle bilinir. Doğaçlama performansları mükemmeldir, izlemenizi tavsiye ederim.
19. F. Scott Fitzgerald (1896 – 1940)
İrlanda asıllı Amerikalı yazar yirminci yüzyılın dâhi yazarlarından biri olarak kabul edilir. Birinci Dünya Savaşı’nı gören kendi neslini “Kayıp Kuşak” olarak tarif eder. En çok, filme de uyarlanan “Muhteşem Gatsby” eseriyle bilinir.
20. Fitzgerald ailesi
Kaynak: 1
İntihardan Kazaya, Aramızdan Erken Ayrılan 10 Ünlü Yazarın Ölüm Nedeni
Sanatçılar her zaman farklı, renkli, özgün kişiliklere sahip olmuşlardır. Kimi skandallara imza atmış, kimi öldükten yıllar sonra da hâlâ alanındaki diğer isimleri etkileyen pozisyonlarını korumuşlardır. Eserleri de öyle ki her devirde geçerli bir sözü olan yapıtlar olmuştur: Genç bir adamı düşünün ki bir sabah kendini dev bir böcek olarak buluyor, bir diğerini düşünün ki yabancı; her şeye ve herkese kayıtsız. Öyle ki annesinin ölüm gününü dahi tam olarak kestiremiyor. Bu romanlar sahip oldukları meseleleri hâlâ sürdürüyor. Evet, yazarlardan söz açacağız. Hepsi farklı sorunlara, bunalımlara, fikirlere sahip olan yazarlardan… Bir başka dünyanın izlerini taşıyorlarmışçasına yazarların çoğu bulundukları çağın koşullarında çoklukla zorlanır. Onlar insanın, dönem insanının ya da sürüp giden düzenlerin hoşnut tüketicileri değillerdir. Bir şeylerle her daim kavga ederler. Değiştirmeyi başaranları olduğu gibi bazısı da “Devran dönmez” dercesine çeker elini eteğini. Bir asra yakın yaşayanları olduğu gibi genç yaşta hazin bir şekilde intiharı seçen ya da kazayla göçüp gidenleri de vardır. Otuzlarında, kırklarında bir kaza sonucu ya da gönüllü olarak bu dünyadan giden büyük yazarları bir derleyelim dedik biz de; ölüm nedenleri ve özgün yanlarıyla. Kayıt!
1. Franz Kafka (1883 – 1924)
Kafka, Prag’da dünyaya gelir. Orta sınıf bir Yahudi ailesinin çocuğu olarak büyür. Aile içinde çalkantılı durumlar yaşamış bir yazardır. Özellikle otoriter hatta despot sayılabilecek babasıyla olan karmaşık ilişkileri, onun üzerinde derin izler bırakır. Yazarlık öncesi kariyerinde çalışma arkadaşları tarafından sevilen, espri kabiliyeti olan biri olarak görülür. En bilinen ve dünya edebiyatını da derinden etkileyen eseri “Dönüşüm” ilk kez 1915’te yayımlanır. İleri yıllarda önemli eserler inşa etmeye devam eden Kafka, buna rağmen çalışmalarını açığa çıkarmakta isteksiz davranır. Öyle ki kendi el yazmalarını gönderdiği arkadaşı Max Brod’a bunları yakması gerektiğini söyler. Max Brod, neyse ki Kafka’nın bu isteğini yerine getirmez ve vefatından sonra Kafka’nın öykülerini yayımlamaya başlar. Kafka; insanların onu beğenmeleri ve havalı bulmalarına karşın kendisinin itici görüldüğünü düşünen ve bundan korkan bir yapıya sahiptir. Hayatının sonlarına doğru başına iyice bela açan tüberküloz 1924’te ölümüne neden olur. Naaşı Prag’a getirilir ve 11 Haziran 1924’te Prague-Žižkov’daki yeni Yahudi mezarlığına gömülür.
2. Sylvia Plath (1932 – 1963)
Amerikalı şair – yazar, intiharı seçenlerden biridir. Kişiliğini belirgin şekilde etkileyenlerden biri olarak babasını 1940’ta, henüz sekiz yaşındayken kaybeder. Ancak Plath her şeye karşın iddialı bir yapıya sahiptir: 11 yaşından itibaren çeşitli şiirlerini yayımlatmayı başarır. Okulunda da olağanüstü bir öğrenci olarak tanınan yazar, her zaman derin depresyonların içinde yaşar. İlk kez intihar girişiminde bulunduğunda yaşı 18’dir. Dünyayla alıp veremediği erken yaşlarda başlar. En bilinen eseri otobiyografik yönelimlerin de görüldüğü “Sırça Fanus”tur. Hayatının son üç yılında sınırlama ve kuralları reddederek büyük bir hızla üretir ve yazar. Bu duru kadın, aramızda fazla kalmayı tercih etmez; 1963’te odaya gaz girmeyeceğinden emin olana dek kapının etrafını bantlar ve kafasını fırının içine sokarak yaşamına son verir.
3. Charles Baudelaire (1821 – 1867)
Avangart, Fransız şair Baudelaire kamu ahlakıyla pek çok kereler uzlaşım sağlayamayan bir yazardır. Şiirlerindeki depresyon, eşcinsellik, yolsuzluk, alkol gibi merkez duyguları çoğu kez sansüre uğramasına neden olur. İyi bir hukuk eğitimi almasına karşın bu alanda ilerlemeyerek edebiyatı, şiiri seçer. Tüm erişkin yaşamı boyunca sağlığının iyi olmamasıyla ve borçlarla boğuşur. En bilinen eseri “Elem Çiçekleri”dir. Yazar bu kitabıyla şiir ile okuyucu arasında yeni dalgalanmalar yaratır, karanlıkta kalan mugayir konuları gün yüzüne çıkarır. 1860’ların başında çeşitli afyon kullanımlarıyla ortaya çıkan sorunlar yaşamaya başlar. Bir yandan borçlarını ödemek için de binbir yol arayan şair 1866’da felç geçirir. Yaşamının son zamanlarını Paris’te, yarı felçli bir şekilde sürdürür.
4. Jane Austen (1775 – 1817)
“Gurur ve Önyargı” ve “Emma” eserleriyle ön plana çıkan İngiliz yazar romantizm ve gerçekçilik gibi iki ayrı akımı sentezleyerek özgün sesini bulur. Ebeveynleri, toplum tarafından saygın görülen unvanların sahipleridir. Austen, yaratıcı düşünmeyi teşvik eden bir ailede büyür. 1805’te babasının ölümünün ardından maddi sıkıntılarla boğuşmaya başlar. Ergenlik yıllarında roman yazarak edebi kariyerine atılan Austen, bugün Addison hastalığı olarak bilinen ve tüberküloza dönebilen bir hastalıkla mücadele eder. 1816’da yaşadığı bu rahatsızlığa rağmen yeni roman ve çalışmalara son sürat devam eder. Tabiri caizse; normal temposunda yazı yazmaya sürdürmek için anormal bir efor sarf eder. Her şeye rağmen bir noktadan sonra Jane’in durumu o denli bozulur ki yazıyı bırakmaktan başka çare kalmaz. 1817’de İngiltere’deyken söz konusu hastalıktan dolayı hayata veda eder.
5. Sadık Hidayet (1903 – 1951)
“Doğu’nun Kafkası” olarak bilinir Sadık Hidayet. Modern İran edebiyatının öncü isimlerinden biri olarak, İran’daki yazının gelişimine çok büyük katkıları vardır. Gençliğinde Fransız Lisesi’nde eğitim görür. Ardından eğitim için Avrupa’ya giderek Batı dünyasıyla birebir tanışma imkanı bulur. Budizmle, Hint kültürüyle yakından ilgilenen yazarın en bilinen eseri “Kör Baykuş”tur. Yoğun afyon kullanımı bilinen Sadık Hidayet’in eserlerinde de bunun etkilerini görmek mümkündür. Ayrıca, bir hayvan kesimine şahit olduktan sonra et yemeyi bırakan Hidayet’in “Vejetaryenliğin Faydaları” adlı bir kitabı da vardır. İntiharı seçenlerden biri olan Sadık Hidayet’in ölümünü, yakın arkadaşı Bozorg Alevi’nin sözlerinden dinleyelim: “Paris’te günlerce, hava gazlı bir apartman aradı, Championnet Caddesi’nde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başında yerde duruyordu.”
6. Füruğ Ferruhzad (1935 – 1967)
Rotayı Doğu’ya çevirmişken Füruğ’dan söz açmamak herhalde yapılacak en abuk iş olur. İranlı şair, oyuncu, ressam ve yönetmen Ferruhzad hepimizi çok etkilemiş bir isim olsa gerek. Tahran’da orta sınıf bir ailenin içine doğar şair. Hayatını ve kişiliğini şekillendiren önemli noktalardan biri; ailesinin isteği üzerine 1951’de kuzeniyle evlenmesidir. Cesur ve mücadeleci bir kadın Füruğ’un bu evliliği uzun sürmez, 1954’te boşanır. Fakat dönemin İran kanunları gereği; boşanıldığı zaman çocuğun velayetinin anneye verilmemesi onu derinden etkileyen bir diğer hadise olur. İran’daki bu geleneksel yapıyla çatışmalar yaşayan şair, bu durumları şiirlerinde gözler önüne serer. Döneminde despotluğa karşı gelmesi, onun bir hiciv şairi olarak da tanınmasını sağlar. Füruğ, şiir alanındaki bu başarısı ve öncü isim olmasının yanında sinemada da uluslararası ödüller kazanarak çok yönlü bir sanatçı olduğunu gösterir. Füruğ, hayran olunası tüm özellikleriyle beraber bir araba kazasında hayata veda eder: Stüdyoya gitmek için aracı hızlı kullanan şair, karşısına çıkan okul aracına çarpmamak için direksiyonu kırdığında, araçtan fırlar ve boynu kırık vaziyette vefat eder.
7. Albert Camus (1913 – 1960)
Saçma kavramının kitabını yazan Cezayir asıllı Albert Camus, yirminci asrın büyük Fransız düşünürü ve yazarıdır. Hayatı boyunca “absürt” kavramıyla ilgilenir ve yaşamın anlamını sorgular. 1957 Nobel ödüllü Camus, kırklı yıllarla beraber yazarlığının yanı sıra siyasi gazeteciliğiyle de bilinir. Baba Camus’nün Birinci Dünya Savaşı’nda ölmesinin ardından annesiyle beraber Cezayir’in alt sınıflarının olduğu bir yerde yaşar. Öğrencilik yıllarından itibaren siyasileşen yazar, II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin Paris’i işgal ettiği dönemde Fransız direnişlerine katılır. En bilinen eserleri gibi sıralama yapmak pek mümkün değildir; zira her eseri aşağı yukarı aynı derece çok bilinir. Yine de “Yabancı”, “Veba”, “Düşüş”, “Sisifos Söyleni”ni sayalım biz. Hayatı boyunca varoluşu anlamlandırma girişimleri konusunu sürdüren yazar, yaşamın saçmalığını, absürtlüğünü onaylar ancak hayatın ancak bir şeylerin mücadelesine girişildiğinde anlamlı olacağını savunur. 1960’ta bir trafik kazasında hayatını yitirir Camus. İşin “saçma” yanı şu ki, yazar bir araba kazasında ölmeyi en absürt ölüm olarak tanımlamıştır.
8. Sevgi Soysal (1936 – 1976)
Öncü kadın yazarlarımızdan biridir Sevgi Soysal. Yaşadığı dönemde o da, pek çokları gibi sansüre maruz kalır. Özellikle 12 Mart dönemi onu derinden etkileyen bir dönem olur; zira önce “Yürümek” adlı eseri müstehcenlik gerekçesiyle toplatılır, ardından kısa bir tutukluluk yaşar. Daha sonra tekrar tutuklanan yazar yaklaşık 10 ay boyunca tutuklu kalır. Cezaevindeyken yazdığı “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” eseriyle 1974 Orhan Kemal Roman Ödülü’ne layık görülür. Dalgalı bir hayatı olur Soysal’ın. Bireyin, belki özellikle de kadının toplum karşısındaki tedirginlikleri görülür yazılarında. İlk kitabı “Tutkulu Perçem” basıldığında yıl 1962’dir. Soysal, hayatı boyu kararlı ve dik duruşuyla herkesi kendisine hayran bırakan büyük biridir. 1975 yılında gelindiğinde göğsünde fark edilen bir kitle nedeniyle tedavi süreci de başlar. İlkin Londra’da daha iyi şartlarda tedavi olacağı düşüncesiyle İngiltere’ye giden Soysal’ın hastalığı ilerler, ağrıları azalmaz. Bu kez İstanbul’a döner ve döndükten bir gün sonra Soysal hayatı bırakır. Bu kararı hakkında da şunları söyler: “Hayatı sevdim. İnsanları sevdim. Ama yenildim. Şimdi ölümü bekleyen biri olmak istemiyorum. Bu bana ters geliyor işte.”
9. Oğuz Atay (1934 – 1977)
Değeri, eserlerinin kıymeti öldükten sonra anlaşılabilen yazarlarımızdandır. En büyük eseri “Tutunamayanlar”ın yaşadığı dönemde yeterli ilgiyi görmemesi bir yana, bugün bu eser farklı dillere de çevrilerek uluslararası ölçeklerde gezintidedir. Atay; ironiyi seven, bunu eserlerinde ustaca kullanan bir yazarımız. Atay’ın belirgin konuları her zaman “yabancılaşma” ve “kopuş”tur. Beri yandan hemen her eserinde de çarpık düzenin eleştirisini, aydın ile halk arasındaki iletişimsizliği görürsünüz. Hem de mizahi bir dille. Sağlığında hiçbir eserinin ikinci baskı yapmaması, ancak şimdi büyük ilgi görmesi de herhalde Atay’ın ele alabileceği ironik durumlardan biri olsa gerek. Oğuz Atay, 1977’ye gelindiğinde, 43 yaşında beyin tümörü nedeniyle yaşama gözlerini kapatır.
10. Nilgün Marmara (1958 – 1987)
Slyvia Plath’in adeta ruh kardeşidir Nilgün Marmara. Balkan göçmeni bir aileden gelir. Lise yıllarında oldukça boğulan ve bir an önce üniversiteye gitmek isteyen şair, vakti geldiğinde tercihini Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatı bölümünden yana yapar. Bohem bir hayat tarzını benimsemiş olan Marmara, 1980 yılındaki darbe ile artık şiir, edebiyat buluşmaları yerine gizli ev toplantılarına katılır. Nilgün Maramara, üniversite tezi olarak kendine Plath’i seçer, ancak yalnız şair yanını değil: “Slyvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi”, Marmara’nın tez konusudur. Sağlığı ve psikolojisi günden güne kötüleşen şaire manik depresif teşhisi konur. Doktorların dediklerini dinlemez: Verilen ilaçları kullanmaz ve okumaya, yazmaya devam eder. Tüm bu zorluğun altında alkolle olan ilişkisi artar. Sonunda 13 Ekim 1987’de kendini altıncı kattaki evlerinden aşağı bırakır. “Daktiloya Çekilmiş Şiirler” kimselere göstermediği ve ancak ölümünden sonra yayımlanabilen şiirlerinden oluşur.
Ölümünün 50. Yılında John Steinbeck’in Mektuplarından Alıntılar
Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, İnci, Bitmeyen Kavga, Yukarı Mahalle ve dahası… Derdi insan olan, insandan yana olan ünlü yazarın en büyük becerisi okurunu hikâyenin içine yalın diliyle çekmesi, tarihsel olayları ustaca kurgulayarak aktarmasıydı.
Steinbeck 1962 yılında, edebiyata olan katkıları nedeniyle hayatı boyunca almaktan korktuğunu pek çok kez dile getirdiği Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
Aynı yıl “Altmış yılda arkamda pek çok iz bıraktım” diyordu. Usta yazarın hayatında bıraktığı o izlerden biri de muhakkak ki mektuplarıydı.
“Her zamanki gibi yazıyorum çünkü sevgi, istek ve hemen o anda anlatılması gereken konular dışında konuşmama hiç mi hiç güvenememişimdir” diyen Steinbeck topluluk önünde konuşmayı sevmeyen, telefonla iletişim kurmaktan gerilen bir insandı
John Steinbeck’in hayatına, edebiyatına, ilişkilerine dair pek çok anekdotu mektuplarda bulunabilir.
“Mektuplar bir yazarın yaşamında kilometre taşlarıdır. Bu taşları gerçek yerlerine yerleştirmek gerekiyordu” Elaine Steinbeck, mektupların yayımlanması için uzun yıllar çalışmış ve mektupların büyük bir kısmını derlemişti.
Elaine Steinbeck mektupları nasıl hazırladıklarını şöyle anlatıyordu:
“Bu kitabı hazırlarken binlerce mektup topladık. Bir günde altı yedi mektup yazmış olduğunu gördük. Yayımlanmış yirmi dokuz kitabı üstünde çalışırken böylesine çok mektup yazmaya zaman ve güç buluşu şaşırtıcıdır. Kimi mektuplarının kopyaları vardı. Daha özel mektupları ise kopyasızdı. Biz mektupların sayısının ne denli kabarık olduğunu biliyorduk. Kırk yılı aşkın bir süre menajeri ve yakın dostu Elizabeth Otis’e yazdığı mektuplar büyük bir toplam oluşturuyordu. Yirmi yaşından beri üniversitedeki oda arkadaşı Carlton A. Sheffield’la yazışıyordu. Yayıncısı Pascal Covici’ye yazmış olduğu mektuplar vardı. Bu üç kişiye yazdıkları, kitabın çekirdeğini oluşturacaktı. Bunlardan sonra başkalarına yazdığı mektuplar ya da bunların fotokopileri geliyordu. Bu mektupları bulmak için iki kaynak vardı elimizde. Birincisi Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı zaman onu kutlayanların listesi, ikincisi de öldüğü zaman başsağlığı mektubu ya da telgraf gönderenlerin listesi. Adı bu iki listede yer alan herkese yazdık.
Steinbeck’in onlara yazmış olabileceği her türlü mektubu istedik. Ciddi ya da gündelik mektuplar, iş mektupları, iyimser ya da kötümser mektuplar…
Ruh hali her an değişen bir adamın yaşadığı bütün değişiklikleri yansıtan mektuplar… Her türlüsünü istiyorduk. Aşağı yukarı herkes yanıt verdi çağrımıza. Kimi kişilerin elindeydi mektuplar, ama kimileri üniversite kütüphanelerine ya da koleksiyonerlere vermişti. Steinbeck’in daha ünlü olmadan önce yazdığı mektupların büyük bir bölümü saklanmıştı. Bu mektupların sayıca fazla olması bizi çok şaşırttı. Projeyi duyanlar ya ellerindeki mektupları gönderdiler ya da Steinbeck’in mektup yazmış olduğu kişilerin adreslerini verdiler. Böylece mektuplar yağmaya başladı.
Hayal kırıklıkları da yaşadık elbette. Ellerindeki mektupları bize kesinlikle göndermek istemeyenler vardı
Kimileri mektupları sakladıklarını çok iyi biliyor ama nereye sakladıklarını anımsayamıyorlardı ya da mektubun yazılmış olduğu kişi ölmüş, mektuplar da kaybolmuştu. Kimileri de mektuplar kitap olarak basılınca ellerindekinin maddi değeri düşer diye göndermek istemiyordu. Kendi ailesinden pek çok kişi de, aile sırlarının açığa vurulmasından kaçındığı için ellerindeki mektupları bize vermedi. Yine de elimizdeki mektupların sayısı bir cilde sığmayacak kadar çoktu. Mektupların hepsini yüksek sesle, kimilerini de birkaç kez okuduk. Önce tek kişiye yazdığı mektupların tümünü elden geçirdik. Sonra onun bir kişi ve bir yazar olarak gösterdiği gelişmenin açıkça görülebilmesi için mektupları tarih sırasına göre dizmeyi uygun bulduk.”
Sel Yayınları ise yazarın ölümünün 50. yılında Steinbeck’in mektuplarını yeniden bastı. İşte usta yazarın kaleminden çıkmış mektuplardan bazı alıntılar:
“Ben ‘basılmış sözcüklere’ ilgi duymuyorum”
“Yazı ya da baskı diye bir şey olmasa da yazmayı sürdürürdüm. Benim sözcükleri yazışım unutulmamaları içindir. Sözcükler yazılmaktan çok konuşulmak içindir bence. Ben bir sekreter değil, daha çok bir Orta Çağ saz şairiyim.” (A. Grove Day’e)
“Romanlar ne denli kötü olursa olsun yaşamımızı düzene sokup bize bir sorumluluk yükler”
“Eğer bu ‘Tanrı’ öyküsü bir yerde basılırsa herhangi bir yazarın taklidi gibi olacak. Ben çok iyi bir okurum. Ksenophon’u, Herodotos’u, Plutarkos’u, Marcus Aurelius’u birer kez daha okudum. Bir de Fielding’i okudum. Yine de sanki Hemingway’i taklit ediyormuş gibiyim. Oysa Hemingway’i hiç okumadım. İngilizceyi kullanış biçimimiz bir. Bu ise şimşekleri üstüme çekmem için yeterli bir neden. O, dili benden önce bu biçimde kullanmaya başladığına göre taklit eden ben olacağım elbette. Yeni çalışmamı soruyorsun. Özgürlüğün tadını çıkarıp üzüntüsünü çekiyorum. Bir edebi ceninin lanetinden uzak kalmak gözüme iyi gibi görünmüştü. Ne var ki bir yandan da bir yitmişlik duygusu sardı her yanımı. Ordudan ayrılmış yaşlı bir askerin kimse ona ne yapacağını ya da dişlerini ne zaman fırçalaması gerektiğini söylemediği için hissettiği boşluk, yitmişlik duygusu da böyle bir duygu sanırım. Romanlar ne denli kötü olursa olsun yaşamımızı düzene sokup bize bir sorumluluk yükler. Bu kitabı yazarken kendimi birilerine karşı sorumlu hissediyorum. Yazmayı bıraktığım zaman romandaki kişiler ölüyorlardı sanki. Ama roman bitti.” (Ted’e)
“Hemen okuyacağın bir mektup değil bu. Bol zamanın olunca okumalısın. Yapacak başka bir işin olmadığı zaman. Konuşmak istiyorum, konuşacak kimse yok”
“Sonunda bir tema buldum. Bulacağımı biliyordum. Bu temayı bir cümle olarak yazmadıkça ondan bir roman çıkaramazsın. Hep böyle olur. -Bunları seni sıkmak tehlikesine karşın yazıyorum. İnsan bir mektubu okumayabilir, mektubu yazan da bunu hiçbir zaman bilemez.- Hep böyle olur bu. İnsan sonu gelmez birtakım gözlemlerini, sorularını ve düşüncelerini yazar. Bunların sayısı kabardıkça kabarır. Bir gün bir de bakarsın bunların hepsi bir noktaya doğru yönelmiş, bir şenlik ateşinin kıvılcımları gibi dolanıp durmaktalar. Sonunda bir gün bir anlam taşıyıverirler. Dünyanın en güzel, en coşkulu anıdır bu. Üç yıldır notlar alıyordum. Ancak şimdi bu notlar bir noktaya doğru yöneldiler. Birdenbire hepsi bir bütün oluverdi. Artık sorun onları bir koruyan bulmakta. Onları içine alacak bir öykü.” (Carlton Sheffield’e)
“İki şey istiyorum. İkisi de olumsuz ve ikisini de elde etmem olanaksız. Bir yıldan beri istemekte olduğum şeyler şunlar:”
“Uzun bir süre gözlerinde korkulu bir soruyla yatmış olan annemi ve babamı düşünürken yüreğimde duyduğum acıyı unutmak istiyorum. Babam bir yılda beceriksiz, bir söylediğini durmadan yineleyen bunak bir ihtiyar oldu. Her an gözyaşı dökecek denli mutsuz. Bu isteklerim, ‘ben’deki kimi yaraların onulması için. Bu iki şey beni bilinçli bir birey yapan salt iki şey. Onlar olmasaydı, karaya ve insanların üstüne yayılmış dev bir denizanası gibi olacaktım. Sınırları olmayan kişiliksiz bir canlı. İstediğim de bu. Ben olan her şeyin yıkılması, yok olması.
Çalışmak kesinlikle gerekli çünkü her şey çalışmanın ürünü. Bir an hiçbir iş olmasa bütün gazlar yoğunlaşıp katılaşır, katılaşmış maddeden bir ‘ben’ oluşur. ‘Ben’ oluşunca çok tedirgin oluyorum. Büyük isteklerim olmadığı gibi büyük sevgilerim, büyük hınçlarım da yok. Hak duygumla acımasızlığım da yok. Bir canlıyı öldürmekten de incitmekten de bir tür hoşnutsuzluk duyuyorum, hepsi bu.” (George Albee’ye)
“Son yazdığım kitapta (Yukarı Mahalle) anlatılması güç bir duyguya kapıldım. Benim dışımdaki insanlarla çok gerçekçi bir biçimde özdeşleştiğimin ve bu nedenle yaşamımın çok zenginleştiğinin ayırımına vardım”
“Bundan hoşlandım. Korkuyorum. Çok korkuyorum. Bu yeteneğim yok olursa bir daha yazmam. O zaman yazmak ilginç olmaz çünkü. Yazmak yoluyla daha zenginlikle, başkalarından değişik, kimi zaman da çok kısa anlar için bile olsa kahramanca yaşadığımı düşünüyorum. Bütün bunlar ben değilim, ama hiç değilse kafamda, olduğumdan daha büyük, daha yoğun bir insan olduğum kuruntusunu yaratabiliyorum. Bu bakımdan sanırım, kendinin başaramadığını oğlunun başardığını gören bir babaya benziyorum. Kendim yürekli bir insan değilim ama yürekli bir insan yaratabildiğim zaman mutlu oluyorum. (Joseph Henry Jackson’a)
“İçerilerdeki koyaklara doğru gitmek istiyorum. Oralarda beş bin aile açlıktan ölmek üzere”
“Hükümet bu insanlara yiyecek ve ilaç yardımı yapmaya çalışıyor. Ama bu yardımları, çıkarcı faşist gruplarla çıkarcı bankalar ve yardımı sabote etmeye çalışan, dengeli bir bütçe için kıyamet koparan büyük üreticiler aracılığıyla yapıyor. Bir çadırda yirmi kişi, çiçek nedeniyle karantinaya alınmış. Bu çadırda iki kadının önümüzdeki hafta bebek dünyaya getirmesi bekleniyor. Bu olayla, en baştan beri ilgiliyim. O nedenle gidip olup bitenleri yakından görmek istiyorum. Elimden başka bir şey gelmese bile bu katillerin tepelenmesine yardımcı olurum. Bunların nelerden korktuğunu biliyor musun? Bu insanların sağlık koşullarına uygun kamplarda yaşaması sağlanırsa örgütleneceklerini sanıyorlar. Büyük toprak sahipleriyle göbekli çiftçilerin en korktukları şey işte bu.”(Elizabeth Otis’e)
“… Kadının memesini vermesinin bir dilim ekmek vermesinden değişik hiçbir yanı yok. Eğer bu iyice anlaşılamıyorsa üzgünüm”
“Belki anlaşılır. Bu son üstünde çok düşündüm. Böyle olmasını istiyorum. Eğer yanılıyorsam yalnız ve yalnız benim yanılgım olacak bu. Maupassant’ın öyküsüne gelince, o öyküyü okumadım, ama orada da aynı olayın bulunması neden önemli olsun? Hiçbir öykü yeni değildir. Yeni olsalardı ben onları tutmazdım. Yeryüzünde annenin göğsüyle beslemesi yazından çok daha eskidir. Değişiklikler konusunda çok titiz olmadığımı sen de biliyorsun. Ne var ki bu kitaba binlerce saat verdim. Kitaptaki her olay büyük bir dikkatle seçilmiş, olayın kitaptaki ağırlığı titizlikle düşünülmüş, her şey yerli yerine oturtulmuştur. Romanda bir denge vardır. Bir şey daha. Bu insanları hoşnut kılacak bir öykü değildir. Okuyucunun sinirlenmesi, çarpılması için elimden geleni esirgemedim. Amacım okuyucuyu mutlu etmek değildi ki! Bir şey daha var- ben bu kitabı yaşamların yaşandığı biçimde yazmaya çalıştım, kitapların yazıldığı biçimde değil.” (Pascal Covici’ye)
*
“…Toplumsal ilişkilerimde yanlışlar yapan bir kişiyim biliyorum”
“-Karısını yüzüstü bırakan alçak bir kişi.- Apansız yapıverdim bunu. On üç yıl büyük çaba gösterdim, elimden geleni yaptım ama başaramadım. Daha iyi bir adam başarırdı belki. Ben yeterince iyi değilim.” (Toby’ye)
“Yalnız kalmak, yaşamı yalnız yaşamak korkusunun beni buz gibi sardığı zamanlar olurdu. Oysa şimdi yalnız da yaşayabileceğimize inandığım bir noktaya geldim”
“Birileriyle birlikte olduğumuz bir yaşama benzemeyecek yalnız bir yaşam. Ama yalnız da yaşamak olası. Bunu da duyumsuyor musunuz? Mumla aydınlanan bir odanın zaman zaman nasıl karardığını ve arkasından birden aydınlanıverdiğini bilirsiniz. İşte buna benzer bir şey. Bu yeni gerçeğin, gerçekdışılığına daha alışamadım. Yakında alışırım. Ed’in bu konudaki sözlerini de anımsıyorum. Bu tür insanlar, acı, üzünç ve mutluluğun olası bütün yollarından geçmişlerdir. Kendilerine gereksinim duyulduğu zaman hazırdırlar.” (Richie ve Natalya Lovejoy’a)
“Bunlar değişme günleridir. Belki de yıkım günleri. Fakat dalgalar ve gelgitler değişmeyecek. Biz nasıl yıkarsak yıkalım ya da nasıl yıkılırsak yıkılalım…”
“Yeni türlerin kara kökleri yeni yapraklar üretebilir. Zamanıdır. Hanidir yeni bir şey üremedi. Öğrendiklerimize göre madde yaratıcıdır ama beynimizdeki gri renkli çıkıntıların da yaratıcı olduklarını unutuyoruz. Gördüğümüz, dokunduğumuz, işittiğimiz dünyada yaratıcı olan yalnız ve yalnız bu gri renkli çıkıntılar. Bir dolu kendiliğinden geliveren sözcük. Bırak kendiliklerinden geliversinler. Eleştirmenler, sevgililer ya da arkadaşlar, önünde eğilmek zorunda değiller. Bu kendiliğinden dökülüveren dil iyi de olabilir, aptalca da, akıllıca da, güzel de kötü de.” (Pascal Covici’ye)
“Yazar huysuzdur, herkesten kuşkulanır, kimseye güvenmez, kimseyi sevmez. Böyle bir yaşamı onaylamak çok zor ama iyi bir yazar böyle oluyor işte…” (Pascal Covici’ye)
“Edebiyat toplantılarını gerçekten de sevmiyorum. Çizgilerinden şaşıyorlar”
“Bana neyi anımsatıyorlar biliyor musun, Yankee Stadyumu’nda bir basketbol maçını. Eksiksiz, güzel bir maç olduğunu varsayalım. Son vuruştan sonra izleyiciler sahaya doluşur ve o güzelim saha anlamsız bir karınca yuvasına dönüşür. Bir edebiyat toplantısı da benim için tıpkı böyle. Bu mektup da tıpkı bir karınca yuvası gibi.”(Pascal Covici’ye)
Yergi Ustamız Aziz Nesin’in “Şimdiki Çocuklar Harika” Eserinden 13 Mizahi Alıntı
Türk edebiyatının yergi alanındaki en önemli isimlerini sıralasak herhalde Aziz Nesin’i en tepelerde görürüz. Yazdığı sayısız eseri, bugün hâlâ geçerliliğini koruyan önemli meseleleri aydınlatıyor. Zira Nesin’deki toplumsal çarpıkları ironi ile anlatma ustalığı kolay aşılabilecek ya da eskiyecek bir maharet değil. O, ilk gençliğinden itibaren gördüğü, tanık olduğu sosyal çürümüşlüğü ele alır, başına bir şeyler gelebileceği kaygısına aldırmadan. Bulduğu her vakitte ve yerde yazmaya başlar, çalışkanlığından zerre taviz vermez. Bugün bile hâlâ herhangi bir absürt durumla karşılaştığımızda onun öyküleri, sözleri gelir aklımıza. Onu anlatacak pek çok hikâye varsa da Onat Kutlar’ın şu sözlerine yer vermekle yetineyim: “Aziz Nesin sadece Türk yazınının halkımızla en geniş ölçüde diyalog kurabilen büyük bir adı olmakla kalmayıp, Nasreddin Hoca’nın ülkesinin gülen ve düşünen yüzünü bütün dünyaya tanıtan sanatçımızdır.” Biz de doğum yıldönümünde onu “Şimdiki Çocuklar Harika” eserinden alıntılarla analım, hatırlayalım istedik. Çocukların gözünden ebeveynlerin eleştirildiği eser bolca Nesin’e özgü “alışkanlıkları kırma” içerir. Kendisi de bu romanı hakkında şöyle söyler: “Bu romanı, salt çocuklar için değil, ana babalarla öğretmenler için de yazdım.”
1. Çocuklar
Çocuklara daha iyi bir dünya bırakmak yerine, dünyaya daha iyi çocuklar bıraksanız, sorun kendiliğinden çözülecek aslında.
2. Dâhiler
– Adını sorunca iki dakika düşünüp söyleyen dâhi olur mu hiç?
– Dâhiliğinden öyle yapıyor. Babası öyle öğretmiş. “Adın bile sorulsa, düşünmeden söyleme” demiş. Çünkü dâhiler hep düşünürmüş.
3. Yalan
Oğlum, her şeyi yap, yalnız yalan söyleme! Çünkü dünyada en çok doğuran şey yalandır. İnsan bir küçücük yalan söyledi mi, o yalanını gizlemek için biraz daha büyük yalan söylemek zorunda kalır. Sonra o yalanı ortaya çıkmasın diye daha büyük yalan söyler. Her yalan, daha çok, daha büyük yalan doğurur. Onun için yalan söyleme!
4. Müfettiş
-İstanbul’u kim fethetti diye soruyorum!
-Babam, efendim.
-Senin baban kim?
-Mimar Sinan.
-Ağzından çıkanı duyuyor musun oğlum? Babanı soruyorum, Mimar Sinan diyorsun.
İşte ancak o zaman kırdığım potu anlayabildim. Ama heyecandan, müfettişin de bağırmasından öyle şaşırmıştım ki, bir türlü kendimi toparlayamıyordum.
-Peki, Mimar Sinan ne yaptı?
Artık büsbütün şaşırmıştım. O şaşkınlıkla,
-İstanbul’u fethetti efendim, diye bağırdım.
-Kim?
Sözde yanlışımı düzeltmek için,
-Mimar Süleyman… dedim.
-Süleymaniye Camisi’ni kim yaptı öyleyse?
-Sultan Sinan Fatih…
Kelimeleri birbirine karıştırdığımı sezinliyordum ama artık toparlayamıyordum.
Müfettiş öyle kızmıştı ki, kızgınlıkla o da şaşırıp,
-Oğlum, dedi. Amerika’yı yapan Mimar Sultan Mehmet’tir, Süleymaniye Camisi’ni keşfeden Fatih Sinan’dır.
Çocuklar kendilerini tutamayıp kıkırdayarak gülüşmeye başlayınca, müfettiş yanlış söylediğini anladı. Yanlışını düzeltmek istedi:
-Yani Sinaniye Camisi’ni Mimar Süleyman yaptı, Fatih’i Mimar Sultan Mehmet fethetti demek istiyorum.
5. Ebeveynler
Çocuğunuzun en aşağı sizin kadar zengin bir iç dünyası olduğunu düşünerek, onun kişiliğine önem veriniz ve sizi her zaman güzel görmek istediğini unutmayınız.
6. Kadın ve erkek
Bugün öğretmenimiz, kadınla erkek arasında fark yoktur, dedi. Fark yoksa erkekler de neden striptiz yapmıyor?
7. Kız ya da erkek doğmak
Kız ya da erkek doğmanın bir şans olup olmadığını hiç düşünmemiştim. Bu soruyu babama sordum. Bana uzun bir konferans çekti. Özet olarak dedikleri şu: İnsan ancak kadın ve erkek olarak bütünlenir.
-Peki baba, kadın olmak ister miydin? diye sordum.
Birden sesini yükseltti:
-Ne münasebet? dedi
Sanki böyle bir ihtimal varmış gibi soruma sinirlendi.
Oysa aynı soruyu anneme sorduğum zaman, annem içini çekti:
-Erkek olsaydım! dedi.
8. Biz büyümüşler
Büyümüş insanlarla kendi çocuklukları arasında, belki bin, belki iki bin yıllık bir zaman vardır. Onun için biz büyümüşler, kendi çocukluğumuzu unuturuz.
9. Yavrularım
Yavrularım, yurtsever olunuz. Yurdunuzu çok çok seviniz. Yurdunuzu yakından tanıyınız. Büyüyünce Anadolu’yu köy köy dolaşınız. Yoksul yerlerde görev alınız. Bu Cumhuriyet size emanettir. Yoksul Anadolu’ya medeniyet ışığını sizler götüreceksiniz.
10. Çocuk olmak
“Eşeğin konuşması, insanın yük taşıması normal değildir. Ama bazı insanlar, eşeğin konuşmasına had hayranlık duyarlar. Oysa eşeğin yük taşıması, insanın da konuşması doğru olandır.”
Babam,
-Yani ne demek bu? dedi.
-“Yani”, dedim, “çocuk çocuk olursa normaldir, büyük olursa değil…”
Babam,
-Saçmalama! dedi.
11. Kabiliyet
Yabancı dil öğrenmek ayrı bir kabiliyettir. İlle de Fransızca öğreteceğim diye çocuğu boyuna zorlama. Ben Paris’teyken, yıllarca orada kalıp da Fransızca öğrenemeyenleri gördüm. Bunlar, her gün gidip sabahtan akşama kadar oturdukları kahvelerde, garsonlara Türkçe öğretmişlerdi. Bazı insanların yabancı dil öğrenme kabiliyetleri yoktur ama yabancılara kendi dillerini öğretme kabiliyetleri vardır. Belki senin kız da böyledir… Her çocukta bir kabiliyet vardır, ama bu ruhunda gizli bir tohumdur. Bu tohumu keşfedip filizlendirmeli, çocuğun kabiliyetini ortaya çıkarmalı.
12. Sen daha anlamazsın
Bizi, hiçbir şeyden anlamaz sanıyorlar. Bigün kardeşim, babama bişey sormuştu. Babam,
-Sen daha anlamazsın, büyü de öyle, deyince, kardeşim,
-Sen anlatmaya çalış, ben anlarım… demişti.
Babam kardeşimin bu cevabını hâlâ gülerek anlatır. Niçin bize anlatmaya çalışmıyorlar da, anlamazsınız diye kestirip atıyorlar?
13. Yaşama zevki
Çocuğunuza bir arkadaş gibi davranmalı, hatta onunla birlikte oyun bile oynamalısınız. Her zaman güler yüzlü, sevimli ve asla fazla ciddi, asık suratlı olmamalısınız. Onun bir çocuk olarak eğlenmek hakkına sahip olduğunu unutmadan, aşırı ciddiyetinizle küçücük yaşlarda yaşama zevkini kaybetmesine sebep olmayınız.
George Orwell’ın Aç ve Yoksul Yıllarını Anlattığı “Paris ve Londra’da Beş Parasız”dan 15 Alıntı
Roman yazarı, muhabir George Orwell (1903 – 1950) yirminci asrın yetiştirdiği önemli kalemlerden biri. Distopya edebiyatına kazandırdığı iki önemli eser (1984 ve Hayvan Çiftliği) bugün geçerliliğini ve etkisini hâlâ sürdürüyor. İnsanlığın geleceğini anlattığı ve korkunç senaryoları öngördüğü bu iki eseri de günümüz edebiyatında tartışılan, sorgulanan temalara sahip. “Paris ve Londra’da Beş Parasız” eseri ise Avrupa’nın iki büyük kentinde yaşadığı yoksul zamanları anlatan bir anı kitabı. Günlerden bir gün Paris’in göbeğinde cepleri boş, tam takır kuru bakır kaldığı anlardaki yoksulluk ve açlığıyla başlayan eser, şehrin karanlık ticaretini de gözler önüne serer. Kendini güç bela attığı Londra’da yaşadıklarının ise Paris’ten aşağı yanı yoktur. Eserin tanıtım bültenindeki şu sözler de Orwell’ın modern zamanlara olan inançsızlığını gösterir durumda: “Orwell, modern insanın ısrarla görmezden geldiği bir dünyanın kapısını aralıyor. İşsizlik, evsizlik, açlıkla damgalanan bu dünyanın insanları izbe pansiyonlarda, berduş barınaklarında yaşıyor, hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyorlar. Paris ve Londra’da Beş Parasız, köleliğin hiçbir zaman, modern zamanlarda bile ortadan kalkmadığını, sadece görünüm değiştirdiğini anlatıyor.”
1. Geliriniz
Geliriniz belli bir seviyenin altına düşer düşmez insanların kendilerinde size vaaz verme ya da sizin adınıza dua etme hakkını bulmaları çok ilginç.
2. Yer altındaki havasız odalar
Şöyle bir durup düşününce; büyük, modern bir şehirde binlerce kişinin, uyanık oldukları tüm anları yeraltındaki havasız odacıklarda bulaşık yıkayarak geçirmesi çok tuhaf bir durum. Benim yöneltmek istediğim soru, bu hayatın neden sürdüğü; ne amaca hizmet ettiği ve devam etmesini kimin, neden istediği?
3. Meteliksiz kalmak
Meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. Bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız olduğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim, işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım… Sokakta birisinin uzattığı el ilanını geri çevirmeyeceğim, şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. Bu bir başlangıç.
4. Uykunun değeri
Otelde çalışmak bana uykunun gerçek değerini öğreten şey olmuştur. Tıpkı yiyeceğin gerçek değerini açlıktan öğrenmiş olmam gibi.
5. Dilenmek
Eğer dilenerek haftada on sterlin bile kazanılabilse, dilencilik ânında saygın bir mesleğe dönüşür. Konuya gerçekçi bir şekilde yaklaşırsak dilenciler sadece birer işadamı ve diğer işadamları gibi, ellerinin altındaki imkânları kullanarak geçimlerini sağlıyorlar. Şereflerini diğer çoğu modern insandan daha fazla satmış değiller sadece zengin olmayı imkânsız kılan bir meslek seçme hatasına düşmüşler.
6. Özgür bir adam
Yo, öyle olmak zorunda değil. Eğer yeterince istersen, zengin de olsan fakir de olsan aynı hayatı yaşayabilirsin. Kitaplarını ve fikirlerini koruyabilirsin. Sadece kendine, “Burada” -alnına vurdu- özgür bir adamım, demen lazım, o zaman sorun kalmaz.
7. Küfretmek
Küfretmekteki amacımız karşımızdakini şok edip yaralamak, bunu da gizli tutulması gereken bir şeyden, çoğunlukla cinsel işlevlerle alakalı bir şeyden bahsederek yapıyoruz. Ama işin tuhaf yanı şu ki, bir kelime küfür olarak yerleştikten sonra gerçek anlamını, yani onu bir küfre dönüştüren özelliği kaybediyor. Bir kelime, belirli bir anlama geldiği için bir küfre dönüşüyor ve bir küfre dönüştüğü için o anlamını yitiriyor.
8. Giysiler
Giysiler çok güçlüdür. Berduş giysileri giydiğiniz zaman, en azından ilk gün tamamen aşağılanmış hissetmemek çok zor. Mantıksız da olsa gerçekten hapisteki ilk gece hissedeceğiniz utancı hissedebiliyorsunuz.
9. Ayaktakımı korkusu
Ayaktakımı korkusu mantıksız bir korku. Zengin ile fakirin arasında, sanki zenciler ile beyazlar gibi iki farklı ırklarmışçasına, esrarengiz, temel bir farklılık yattığı görüşüne dayanıyor. Oysa gerçekte böyle bir farklılık yok. Zengin ve fakir toplulukları sadece gelir oranlarıyla ayrışıyor, başka hiçbir şeyle değil; sıradan bir milyoner sadece yeni bir takım elbise giymiş sıradan bir bulaşıkçıdır. Yer değiştirip “o piti piti” yap, bakalım hangisi adalet, hangisi hırsız? Yoksullarla eşit şartlarda bir arada bulunmuş herkes bunun gayet iyi farkındadır. Ama sorun, kültürlü, zeki insanların, tam da liberal görüşlere sahip olması beklenen insanların asla yoksulların arasına karışmaması. Zira eğitimli kesimin çoğunluğu yoksulluktan ne anlar?
10. Paris’in varoşları
Paris’in varoşları antika insanların toplanma yeridir: ıssız, yarı kaçık hayatlar süren ve normal ya da saygın olma çabalarından vazgeçmiş insanlar. Yoksulluk onları beylik davranış kurallarından muaf kılıyor, tıpkı paranın insanları çalışmaktan muaf kılması gibi.
11. Sözde lüks
Otel ve lokantalardaki iş yükünü yaratan temel ihtiyaçlar değil; sözde lüksü temsil eden sahtekârlıklardır. Adına zarafet denilen şey, temelde personelin daha çok çalışması ve müşterilerin daha fazla para ödemesi anlamına geliyor; bu sadece otel ya da lokanta sahibinin, yani yakında kendine Deauville’de çizgili bir villa alacak kişinin işine yarıyor. “Şık” bir otel özetle, iki yüz kişi aslında istemediği şeyler için yolunabilsin diye yüz kişinin saçını süpürge ettiği yerdir.
12. Açlık
Açlık insanı omurgasız ve beyinsiz bir hale indirgiyor, bu açıdan en çok gribin yan etkilerine benzetilebilir. Kendinizi bir deniz anası gibi ya da vücudunuzdaki tüm kan dışarı pompalanmış da yerine ılık su konmuş gibi hissediyorsunuz. Açlıkla ilgili başlıca anım, safi halsizlik; halsizlik ile sürekli tükürme ihtiyacı ve tükürüğün, bahar köpüğü gibi, tuhaf bir şekilde beyaz ve baloncuklu baloncuklu olması. Sebebini bilmiyorum ama birkaç gün aç kalan herkes bunu fark etmiştir.
13. İki sou fazla ödemek
Yarım kilo ekmek almak için fırına gidiyor, görevli kız başka bir müşteri için yarım kiloluk ekmek keserken bekliyorsunuz. Beceriksiz kız, ekmeği yarım kilodan fazla kesiyor. “Pardon, mösyö,” diyor, “İki sou fazla ödemek sizin için sorun olmaz değil mi?” Ekmeğin yarım kilosu bir frank ve sizin tastamam bir frangınız var. Sizden de iki sou fazla istenebileceğini, ödeyemeyeceğinizi itiraf etmeniz gerekebileceğini düşününce can havliyle kaçıyorsunuz. Tekrar bir fırına girmeye cesaret edebilene dek saatler geçiyor.
14. Zenginler ve çalışma saatleri
Her nasılsa dürüst kalmış bir zengine, çalışma şartlarının iyileştirilmesiyle ilgili soru sorulduğunda çoğunlukla şöyle bir yanıt veriyor: “Yoksulluğun hoş bir şey olmadığını biliyoruz; hatta bize dokunmayacak kadar uzağımızda kaldığı için ne denli tatsız olduğunu düşünerek kahrolmaktan zevk alıyoruz. Ama bu konuda bir şey yapmamızı beklemeyin. Siz alt sınıflar adına üzülüyoruz, tıpkı uyuz bir kediye üzüldüğümüz gibi ama şartlarınızın düzelmesini engellemek için elimizden geleni ardımıza koymayacağız. Tam da bu halinizle çok daha güvenilir olduğunuz kanaatindeyiz. Şu anki durum işimize geliyor ve sizi günde bir saat dahi özgür bırakma riskini göze almayacağız. Bu yüzden, aziz kardeşlerim, madem İtalya seyahatlerimizin masrafını çıkarabilmek için ter dökmeniz gerekiyor, dökün o terleri ve kahrolun.”
15. Haftalık içki âlemi
Saat bir buçuğu bulduğunda kalan son zevk damlası da buharlaşmış, ardında sadece baş ağrısı bırakmış oluyordu. Harikulade bir dünyanın harikulade sakinleri değil de sefil ve rezil bir şekilde sarhoş olmuş, karın tokluğuna çalışan bir işçi grubu olduğumuzu idrak ediyorduk. (…) Genel olarak bakıldığında, mükemmel ve coşkulu bir halde mutlu olduğum o iki saat, ardından gelen baş ağrısına değiyordu. Mahalledeki bekâr ve gelecekten ümidi olmayan birçok erkek için haftalık içki âlemi, hayatı yaşanılır kılan tek şeydi.
Ahmet Nazif’in Yeni Keşfedilen ve Anadolu’yu Anlattığı Sis Seyahatnamesi Hakkında 7 Bilgi
Kültür tarihimize bir yenisi eklenen keşifle karşınızdayız. Kayseri Büyükşehir Belediyesi bünyesinde yayın yapan Şehir dergisi aralık sayısında önemli bir çalışmaya imza attı. Osmanlı devlet adamı, yazar ve tarihçi Ahmet Nazif’in bugüne değin keşfedilmemiş bir seyahatnamesini bulup çıkardı. Nazif Efendi’nin 1908 yılında Kayseri – Adana arasında yaptığı seyahati anlattığı seyahatname dönemin sosyal ve kültürel özelliklerini öğrenebileceğimiz bir tarihî bir miras. Anadolu’nun toplum hayatını, kültürel özelliklerini, varsıllıkları ve yoksullarını görebileceğiniz eser Şehir dergisi vasıtasıyla kültür dünyamıza girmiş bulunuyor. Konuya enine boyuna bir bakalım.
1. Keşfediliş hikâyesi
Olayın başrollerinde bir sahaf ve Şehir dergisi çalışanları yer alıyor. Ahmet Nazif’in Sis Seyahatnamesi, derginin genel yayın yönetmeni Dursun Çiçek tarafından keşfedildi. Yazar ve fotoğrafçı olan Çiçek, sahaf Batuhan Yüksel’in hurdacıdan aldığı kitaplardan birine rastlıyor. Yüksel’in, söz konusu kitabı Çiçek’e göndermesiyle dergi ekibi de eserin Ahmet Nazif’e ait olduğunu tespit ederek günümüz Türkçesine çeviriyor. Şehir dergisinin Aralık sayısında okuyucuya sunulan bu çalışma gösteriyor ki eser Ahmet Nazif’in kendi el yazısıyla yazılmış.
2. Dursun Çiçek
Şehir dergisinin genel yayın yönetmeni Dursun Çiçek’e de bir değinmek istedim. Zira kendisi geçtiğimiz sene bir haberle de gündeme gelmişti: Evinde 30 bin kitap ve derin araştırmalarıyla yaşayan Çiçek 1964 Kırşehir doğumlu. Erciyes Üniversitesi Felsefe ve Din Bölümleri’nde yüksek lisans yapan yazar Kayseri Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı “Düşünen Şehir” ve “Şehir” dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yapmayı sürdürüyor.
3. Ahmet Nazif Efendi
Gelelim keşfedilen eserin müellifine. Yazar, hattat, devlet adamı ve tarihçidir Nazif Efendi. 1860 yılında Kayseri’de, Osmanlı’nın yüzünü Batı’ya doğru çeviredurduğu Tanzimat döneminin içine doğar. Kayseri’de ilk müzecilik girişimlerinin de öncüsü olan Ahmet Nazif iyi bir eğitim alır. Geçimini devlet memurluğuyla sağlar, aynı zamanda usta bir hattattır. Seyahatnamesi keşfedilene değin bilinen iki eseri Mirat-ı Kayseriyye ve Kayseri Meşahiri’dir. 1908’de Kayseri’den Adana’ya yaptığı yolculuktaki gözlemlerini anlattığı Sis Seyahatnamesi II. Meşrutiyet’in ilanına tesadüf etmesi bakımından da önemlidir.
4. Sis Seyahatnamesi
Eser, yirminci yüzyılın başlarında yapılan bir Anadolu yolculuğunu anlatıyor. Anadolu şehirlerinin o dönemdeki coğrafi, sosyal ve kültürel hayatına dair bilgiler vermesi eseri kıymetli kılan ilk husus. Sis Seyahatnamesi’nin aktardığı kadarıyla o yıl, yani 1908’de Kayseri’de büyük bir kuraklık yaşanmaktadır. Bölge halkıysa duruma isyan etmiş ve yetkililer bir çözüm arama yoluna girişmişlerdir. Derginin aktardıklarıyla devam edersek; “Bunun üzerine Kayseri’den çevre vilayetlere telgraf çekilerek hububat talebinde bulunulmuştur. Adana vilayetine bağlı Sis, yani Kozan kazasından hasatın yeni yapıldığı ve istenildiği kadar hububat temin edilebileceği cevabı alınınca hububatı taşımak üzere tedarik edilen develer Saimbeyli yoluyla Sis’e gönderilmiş ve İdare Meclisi Başkâtibi Ahmet Nazif Efendi de alınacak hububatın ücretini ödemek üzere görevlendirilmiştir.”
5. Eserin bilgi verdiği bölgeler
Seyahatname sadece Kayseri’den aktardıklarıyla kalmıyor: Adana ve Tarsus civarından da önemli bilgiler sunuyor. Bu yerler dergide şu şekilde sıralanmış:
Sis: Günümüzde Adana’ya bağlı ilçe olup o dönemde Adana vilayetinin Kozan kazasının merkezi için kullanılan isim
Haçin: Günümüzde Adana’ya bağlı Saimbeyli ilçesinin 1925’e kadar kullanılan eski adı
Niğde: Kayseri’nin güneyinde yer alan ve o dönemde Adana vilayetine bağlı bir kaza konumunda olan il
Yavaş Ovası: Erciyes Dağı’nın güneybatısında Niğde-Kayseri arasında yer alan ova
Beyoğlu Hanı: Niğde ile Pozantı arasında yer alan bir han
Bozantı Nehri: Çakıt Suyu olarak da bilinen Adana’nın Pozantı ilçesinden kaynağını alan Seyhan Nehri’nin kollarından birisi
Ak Köprü: Pozantı Irmağı üzerindeki bir köprü, yakınında bulunan Şekerpınarı’ndan dolayı Şekerpınarı Köprüsü de denilen Akköprü’nün; 833 yılında yapıldığı söylenmektedir.
Ayva Beyi: Pozantı yakınlarında bir mevki
Tarsus: Günümüzde Mersin iline bağlı ilçe, o dönemde Adana vilayetine bağlı bir kaza
Gülek Boğazı: İç Anadolu ile Akdeniz Bölgesi’ni birbirine bağlayan sarp bir geçit
Mersin: İl merkezi, o dönemde Adana vilayetine bağlı liva
Adana: Kayseri’nin güney komşusu olan il, o dönemde vilayet merkezi
Misis: Ceyhan Nehri kenarındaki tarihi kent
Nalbantoğlu Çiftliği: Kozan’da bir çiftlik. Sahibi Ermeni olup Çukurova’da yaşanan Ermeni olaylarının örgütlendiği yerlerden birisidir.
6. Yazarın eseri kaleme alma nedeni
Ahmet Nazif Efendi, Kayseri için alınacak hububatın ücretini ödemek üzere görevlendirildiğinde yola çıkar. Çıkar ama yolların at arabasına uygun olmaması onu rotasını değiştirmeye mecbur eder. Bu değişikliğin ardından yolda o dönem aranan Hintli bir kanun kaçağını görür ve tanır. Onu yakalayarak kendisine daha yakın olan Tarsus’a götürür, yetkililere teslim eder. Nazif Efendi eserinde belirttiği kadarıyla seyahatnameyi yazma kararını bu olayla beraber alır.
7. Şehir dergisi aralık sayısı
Bu keşif ve çalışmayla kültür dünyamıza önemli bir eser kazandıran Şehir dergisinin seyahatnameyi yayımladığı aralık sayısına buradan ulaşabilirsiniz.
Eski İstanbul’da Edebiyatçıların Uğrak Yeri Küllük Kahvesi Hakkında 9 Bilgi
İstanbul, bilhassa Suriçi bölgesi nelere tanıklık etmiş! Ardında yatan sayısız kültürel, siyasi, sosyal tarihi öğrenince insan hayrete düşüyor. Tanpınar’ın İstanbul’unu bilmesine biliriz de yaşayamadığımız zamanlar, göremediğimiz mekânları öğrenince iç geçirmemek elde mi? Aslında bugün bile hâlâ o tarihi cıvıltısından esintileri görebildiğimiz Suriçi özelinde Beyazıt’tan, sonra daha da daraltıp meşhur Küllük Kahvesi’nden söz edeceğim size. Öyle bir kahvehane düşünün ki; devrin tüm ileri gelen sanatkârları, edebiyatçıları, Sait Faik’ten Reşat Nuri’ye, Yahya Kemal’den Nâzım Hikmet’e burayı bir toplanma alanı bellesin. Orada kültürden, sanattan, edebiyattan dem vursun. Orada sürdürsün edebi toplantılarının birçoğunu ve orada yeşersin yeni yazarlar, ustalarını dinleyerek. Merak da etmiyor değilim, günün birinde “Küllük Kahvesi’nde buluşalım” diyebileceğimiz gayri resmi bir edebiyat akademimiz olur mu bizim de?
1. Beyazıt Meydanı
Evet, semtimiz Beyazıt. Asırlardan bu yana her devrin siyasi, sosyal, kültürel yaşantılarına tanıklık eden Beyazıt Meydanı. Suriçi İstanbul’un gözbebeği kesimlerinden biri. Onun merkezi bir yer olmasındaysa belki de en çok Sahaflar Çarşısı ve Kapalıçarşı’nın payı var. Yerlilerin Beyazıt’a gider gitmez, turistlerin de İstanbul’a adım attıkları gibi Kapalıçarşı’ya uğramaları, semtin her daim kültürel gelişmelere de önayak olmasını sağladı. Tabii dahası da var: Bölge halkının ahır olarak kullandıkları yapının 1884’te Beyazıt Umumi Kütüphanesi’ne dönüştürülmesi, civar bölgelerde sıklıkla akademisyenlerin oturması, Beyazıt Medresesi’nin Belediye Kütüphanesi’ne dönüştürülmesi sanatın kalbinin bir yanını da elbette burada attıracaktı.
2. Mecanin-i Kütüpler
Sahaflar Çarşısı ve açılan kütüphaneler edebiyatçıların ve sanatçıların Beyazıt’a sıklıkla gelmesini sağlayan vesilelerden biri olur. Buradaki mekânlar günden güne edebiyatçıların, sanatla iştigal eden kimselerin toplantı alanlarına dönüşmeye başlar. Tüm bu gelişmeler özellikle “Mecanin-i Kütüp” yani “Kitap delisi” denilen kimselerin tüm günlerini buralarda geçirmelerine vesile olur. Beyazıt ve özelinde Küllük Kahvesi, edebiyat toplantıları için bir potansiyel olmaya artık başlamıştır.
3. Küllük Kahvesi
Sanat ve edebiyatseverlerin, farklı meslek dallarındaki yazarların, her yaştan akademisyen ve hocanın uğrak mekânıysa Küllük Kahvesi’dir. Önem kazandığı ve sükse yaptığı yıllarsa Cumhuriyetin ilanının sonrasıdır. Küllük, Beyazıt Camisi’ne bitişik ve yazları daha işlek olan bir kahvehanedir. Küllük’ün hemen yanındaki meşhur Emin Efendi lokantası da kahvehaneyle birlikte anılması gereken bir mekân. Şöyle ki; edebiyatçılar, öğrenci ve öğretmenler, kalem oynatanlar önce lokantada yemek yer, ardından Küllük’te çay, kahve içip edebiyat toplantıları, tartışmaları gerçekleştirirler. Küllük Kahvehanesi’nin kuruluş yılı tam olarak bilinmez; ancak yirminci yüzyılın başlarında açıldığı tahmin edilir. Özellikle baharla beraber yoğun trafik başlar, yaz aylarında zirveye çıkar. Kestane ve çınar ağaçlarının altına kurulan masalarla kahvehane sokağa taşarak bir şenlik havasına bürünür. “Küllük” adıyla ünlenen mekânın iki adı daha vardır: Akademi ve Muallimler Bahçesi.
4. Sıtkı Akozan
Fotoğrafta şair Asaf Hâlet Çelebi’yi görüyorsunuz. Kahvehanenin tadını almış, oranın atmosferinde yetişmiş pek çok yazarın satırlarında Küllük’ten bir şeyler bulursunuz. Şair Sıtkı Akozan: “İstanbul’da Küllük Beyazıt Camisi’nin türbe kapısı dışında, körfez şeklinde ve bahçemsi bir yerdir. Burası Beyazıt semtinin mütevazı, fakat çok güzel bir köşesidir. Bilhassa yaz tatilinde üniversite ve lise hocalarıyla memleketin birçok fikir ve sanat adamlarının uğrağıdır. Bu köşenin üç adı var: Muallimler Bahçesi, Akademi, Küllük, en meşhuru Küllük’tür.” der ve meşhur Küllüknâmesi’nde kahvehanenin müdavimlerini çeşitli söz oyunlarıyla aktarır:
Takmadık şîrin henüz kır saçm a elmas tarak
Gerçi tuttuk Hâmid’e mazmun için hayli çanak
Biz ne Yahyâ’dan Kemâl umduk, ne Mithat’tan Cemâl
Hikmet’i Nazm eyleyen şâirde kaldı ihtimâl
5. Salah Birsel
Yazar, denemeci Salah Birsel’in de “Kahveler Kitabı”nda Küllük’e dair anlatıları vardır: “Küllük Kahvesi Beyazıt Camii’nin Aksaray’a bakan kapısı altında, kuytu, koltukaltı bir yerdir. Çınar ve atkestanelerinin serinliği altına sığınmıştır. Ortadan bir yol ikiye böler burayı. Sağda Emin Efendi Lokantası ve kahvenin kışlık salaşpurluğu vardır.”
6. Müdavimler
Devrin ileri gelenleri, dedik ama “İsim ver!” dediğinizi duyar gibiyim. Liste biraz uzun: Hilmi Ziya Ülken, Peyami Sefa, Avni Başman, Mehmed Fuad Köprülü, Neyzen Tevfik, Agâh Sırrı Levent, Fatih Gökmen, Muhsin Ertuğrul, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin Vâ-Nû, Refik Ahmet Sevengil, Yaşar Nabi Nayır, Orhan Veli, Abidin Dino, Arif Dino, Sait Faik Abasıyanık, Oktay Akbal sayabileceğimiz başlıca müdavimlerdir.
7. Müdavimlerin ayrı grupları
Saydığımız isimler ve daha niceleri buradaki tartışmalara katılan isimler. Ayrıca katılanlardan bazıları da belli gruplar oluşturuyorlarmış. Türk öykücü ve deneme yazarı Rasim Özdenören’in aktardıkları Küllük’te üç ayrı grup olduğunu gösteriyor:
1) Nizam-ı âlem taifesi (Dünyaya nizam verenler)
2. Esafil-i Şark taifesi (Yoksul, sefil entelektüeller)
3. Şiş taifesi (Küllük’e yalnızca çay, kahveye ya da tavla keyfi için gelenler)
8. Küllük Dergisi
Kahvenin müdavim kitlesi arasındaki yaş farkı kaçınılmaz olarak “eski – yeni” çatışmasını da beraberinde getirir. Genç yazarlar, kalem erbapları eski kuşağın vaktinin artık geçtiğini düşünür ve sıranın kendilerine geldiğinde hemfikir olurlar. Abidin Dino gibi pek çok sanatçının bulunduğu yeni kuşak bu anlayıştan yola çıkarak bir dergi çıkarma teşebbüsünde bulunur. Derginin ismi için Yahya Kemal “Kayık” adını önerir, fakat sonuçta “Küllük” olur. Dergide Abidin Dino, Orhan Veli, İlhan Berk, H. İzzettin Dinamo, Asaf Hâlet Çelebi gibi yazarların yazı ve şiirleri yayımlanır. Derginin ikinci sayısında Küllük Beyannamesi yer alır, birkaç örnek vereyim:
-Küllük bir kahvedir.
-Kahve deyip de geçmeyelim.
-Kahve er meydanıdır
-Filan vuruldu kahvede duyulur.
-Kızlar kahve önünde kahkahalar atar, şarkılar mırıldanır.
-Küllük bir kahve ismi demiştik, küllük bir istikamettir de.
9. Yıkım kararı
Gördüğünüz üzere Sait Faik de ekibin bir parçası. İhtişamlı yıllarını 1920’lerle 1950 arasında yaşayan Küllük Kahvesi, yirminci yüzyılın ikinci yarısında maalesef ayakta kalamaz. Beyazıt Meydanı’nı genişletme çalışmaları gereği 1950 sonrası başlayan yol çalışmaları esnasında yıkılır.
1922’de İstanbul’a Gelen Ernest Hemingway Kurtuluş Savaşı’nı, Atatürk’ü ve İstanbul’u Anlatıyor
Kısa öykücülüğün ustası, roman yazarı, boksör ve savaş muhabiri Ernest Hemingway, yirminci yüzyılın en etkileyici yazarlarından biri. Ustaca uyguladığı sade yazma tekniğiyle devrin diğer yazarlarını da etkilemiş bir isim. Aynı zamanda yaman bir adam; yer yer öfkeli, hırslı ve rekabetçi. Yazı hayatına bir gazeteci olarak başlayan Hemingway, 1920’de şubatın ortalarına doğru Toronto’ya gider. Burada Toronto Star’da muhabir olarak görev alır. Toronto’nun yanı sıra Paris’te de 1924 yılına kadar aynı işi yapmaya devam eder. Bu görevi onu Milli Mücadele yıllarındaki Türkiye’ye, İstanbul’a getirir. Türk İstiklal Savaşı’nı gözlemlemek için görevlendirilen Hemingway, 1922 – 1923 dönemlerinde Toronto gazetesi tarafından ülkemize gönderilir. Yazılarının çoğunluğunu İstanbul’dan gönderen Hemingway, Atatürk’e, İstanbul’a, savaşa ve daha pek çok konuya dair önemli bilgiler aktarır.
1. Doğu’nun sihri
Sabah uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda Doğu’nun sihrine eriyorsunuz. Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına Doğu’da buluyorsunuz. Pierre Loti’nin hikâyelerindeki Doğu’yla, günlük yaşantının Doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. Ama bunu ancak gözkapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. Ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek lokmalarına dayanıklı olması şartıyla, tabii.
2. Beyoğlu
İstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. Şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. Bu kentte 1,5 milyon insanın yaşadığı sanılıyor. Yağmur yağmadığı zaman İstanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, Pera’ya (Beyoğlu) paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından sanki havaya bir toz bulutu yükseliyor. İnsanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyorlar ve rüzgâr esti mi, arada tam ve yoğun bir bulut oluşuyor.
3. Türkler ve rakı
Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyorlar, bir yandan da insanların midesini yakıp kavuran rakılarıyla yudum yudum demleniyorlar. Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek olanaksız gibi bir şey.
4. İstanbul
İstanbul, filmlerden anımsadığımız bir karmaşa ve gizem kenti değildi kuşkusuz. Fotoğraflardan ve tablolardan anımsadığımız kent de değildi. Yaklaşan tren penceresinden uzanan kıvrımlı bir doğrultuda, güneşin kavurduğu ağaçsız bölümlere yayılmış bir evrendi İstanbul. Dört bir yanı denize çıkan bu kentte, denize giren küçük çocukların kıvancını izliyordum. Mavi suların hemen ötesinde kahverengi görünümlü Asya’yla birleşen bir kentti İstanbul. Dev duvarların arasında gürüldeyen bölümlerde, ahşap, derme – çatma yapılarla örgülü boyutsal bir tabloydu İstanbul. Yanımda, pencereden dışarıyı izleyen Fransız, “İşte Stambul” diye tanımlamıyordu görüntüyü. Benim bildiğim adıyla bu “Konstantinopl”, filmlerden anımsadığım kadarınca, beyaz, ışıltılı ve günahlarla örgülü o düşsel kente benzemiyordu. Küçücük pencerelerin belirlediği binlerce evin hemen hepsi, ünlü bir Amerikalı ressamın yapıtlarını andırıyor; kupkuru, kararmış ve rüzgârın bitimsizce dövdüğü çizgide minareler yükseliyordu. Topraktan fışkıran, gri renkli şamdanları andırıyordu minareler.
5. Pera ya da Beyoğlu
Türk şoför “soldakiler” diye devam etti. “Soldaki vapurlar Boğaziçi’ne, sağdakiler ise Adalar’a gider.” Yokuş benzeri bir caddenin üst bölümüne doğru, mağazaları, bankaları ve lokantaları geçerek ilerliyorduk. Dört yabancı dilde yazılı bar ve gazino tabelalarına adeta dokunur gibi yol alan tramvaylar vardı önümüzde. Askeri otoları dolduran İngiliz ve Fransız askerlerinin durmadan klakson çaldığı caddede, işadamı giysili ve fesli adamlar görünüyordu. Bir kitaplığı andıran Amerikan Büyükelçiliği binasını geride bırakarak, işgal güçlerinin merkezi olan bir yapıya ulaştık. Sarı renkli İngiliz Büyükelçiliği’nin de yer aldığı bu bölüm, Pera ya da Beyoğlu denilen bir bölümüydü İstanbul’un. Kaldırım taşlarıyla kaplı Pera, İstanbul’un Avrupa kesimiydi. Resmi yapıların hemen hepsi, küçük Amerikan kentlerindeki postane binalarının kesin bir benzeriydi. Romanya ve Ermenistan konsoloslukları önünde, pasaportlarına vize almaya girişenler, uzun kuyruklar oluşturmuştu. Ermeniler, Yahudiler, Romanyalılar, İstanbul’dan kaçmaya hazırdılar. M. Kemal ordularının kente çok yaklaştığı rivayetleri, her yerde duyulan korkulu bir söylentiydi.
6. İşgal güçleri
İşgal güçlerinin, biz savaş muhabirlerine olan davranışı, ayrıcalıklarla ve özel tercihlerle iç içe bir davranıştı. Örneğin, İngiliz Amirali Jellcoe, kendisinin filo başkomutanlığına karşı çıkan Daily Mail muhabirinden haz etmediği için, bu gazeteciye sürekli engeller çıkarıyordu. Amiralin kızgınlığını önceden kestiren ve bu tepkinin güçlüklerini sınırlamak isteyen Daily Mail muhabiri, Deniz Gücü Kurmay Başkanı’ndan “Bu gazeteciye her kolaylığı gösterin” emri çıkarttığı için, hiçbir kaygı duymuyordu. Gazeteciye verilen özel emri, can sıkıntısı içinde okuyan Amiral, “Bu adamı gitmek istediği her yere götürün” dedikten sonra, gazeteciye şunları anımsattı: “Bu emirde, sana sadece ulaşım kolaylığından söz ediliyor. Konfor ve yiyecekten bahsedilmediğine göre, kıyıya gidip, bir bakkal dükkânı bul ya da kendi oltanla balık avla.”
7. İngiliz deniz filosunun Mustafa Kemal korkusu
İstanbul’a demir atan İngiliz deniz filosunun en büyük kaygısı, Mustafa Kemal’in tek denizaltısıydı. Lenin’in, Mustafa Kemal’e armağanı olan bu denizaltının Rus kaptanı, Mustafa Kemal’in buyruğunda savaşmayı pek uygun bulmayınca, kaptanın Bolşevik komutanı “Odesa’ya geri döndüğünü duyarsam, seni ipe çekerim” diye denizaltı kaptanını hizaya getirecekti. Mustafa Kemal’in denizaltısına büyük tepki gösteren İngiliz filosu, “denizaltının, görüldüğü yerde hemen batırılması” emrini aldı. Karadeniz’e açılan dört İngiliz savaş gemisi, Mustafa Kemal’in denizaltısını aramaya koyuldu, ama bir görünüp bir kaybolan denizaltı, izini kaybettirmeyi başardı. Daha sonraları, Mustafa Kemal’in denizaltısının, Trabzon açıklarına geldiği duyulmuştu. Tam bir korsan gemi görevini üstlenen denizaltı, geçen yolcu ve ticaret gemilerini durduruyor, özellikle Rus kaptan ve mürettebat, refah içinde bir emeklilik için, denizaltıyı ganimetle dolduruyordu. İngilizler, bu ele avuca sığmaz denizaltıyı yok etmek için altı büyük destroyere görev verdiler. Mudanya Konferansı’nın sürdüğü o sıralarda, Mustafa Kemal’in denizaltısının Boğaz’a geldiği haberini değerlendiren bir İngiliz savaş gemisi, denizin Asya kıyısını denetlerken, içi silahlı Türklerle dolu ve İstanbul’a yol alan birçok motoru ele geçirdi. Savaş gemisi komutanı, daha sonra gece karanlığında kıyıya yanaşan büyük bir motora ateş açacaktı. Ortalık sessizliğe kavuşunca, kıyıya bir komando ekibi yollayan İngilizler, kumlara çıkış yapan büyük motorun içinden, karaya çıkan bir atlı gördüler. Projektörlerini motora yönelten İngilizler, Fransızca konuşan bir Türk subayından şu sözleri duydu: “Beyler, biz Kemalist güçlerden bir süvari kıtasıyız ve buraya, size, Mustafa Kemal ordusunun gücünü göstermek için geldik.” Mustafa Kemal’in askerleri “tarafsız bölge” içinde olduklarını hatırlattıkları için, İngilizlerin yapacakları başka bir şey kalmamıştı. O sıralar, tüm İngiliz ordusu, Mustafa Kemal’i kışkırtmamak ve savaşı uzatmamak için özel bir çaba gösteriyordu. Tüm basına uygulanan sansür kaldırıldığı için gazeteciler sevinçten dans ediyorlardı. Kemalistler, her bölümde İstanbul’a sızmayı korkusuzca sürdürdüler.
8. Atatürk’ten sert ültimatom
“Tarafsız bölge” diye anılan yörede, İngiliz ve Türk askerlerini savaşa zorlayacak gerilimin arttığını izliyoruz. Mustafa Kemal’e, “Askerini çek” diye mesaj yollayan İngiliz başkomutan, çok sert bir yanıt aldı. Çanakkale’den ayrılmasını isteyen İngiliz komutana, sert dille yazılmış bir ültimatom yollayan Mustafa Kemal, “Asya kesimindeki tüm İngiliz askerlerinin hemen geri çekilmesini” istiyordu. Ortalıkta savaş olasılığının arttığını söyleyenler çoğalıyordu.
9. Gerilim kenti
İstanbul, tanımsız bir gerilim kenti oldu artık. Toronto’da sık sık uğradığım Woodbine semtindeki at yarışlarında, bu tür bir heyecan duyduğumu anımsıyorum. Bir hastane koridorunda, yoğun bakıma alınmış bir sevdiğinin akıbetini bekleyenler gibi, ürperti ve kaygı içindeydi İstanbul. Bağdat’tan Batum’a uzanan çizgide, İstanbul kavşağında, Levantenlerin, açıkgözlerin, hırsız ve haydutların çemberlediği bir evrenden geliyordum. Toronto, Singapur, Paris ve Şikago’dan algıladığım bir serüven duyusu içinde, İstanbul’u dinliyordum gecede. Mustafa Kemal’in ordusunu bekleyen kentte, patlamaya hazır bir şenlik, patlamaya hazır bir acımasızlık köşelerde pusu kurmuştu.
10. Korku
Mustafa Kemal’in İstanbul’a girişi, tarihin en görkemli şölenlerine başlangıç olacaktı. Tanımı zor bir başarıydı bu. Ama bu onurlu sonun bir bölümünde aç gözlerle bekleyenler de vardı. Aslanın son pençesini attığı anda, payını bekleyen sömürgen ve sürüngenlerin de beklentisiydi bu. Rumları, Ermenileri ve Makedonyalıları saran ürpertiyi yüzlerden okuyorduk. Kaldığım Londra Oteli’nin Rum sahibi, yaşamı boyunca biriktirdiği paralarla aldığı otelde, tek müşterisinin ben olduğumu fısıldadı bana. Otel sahibi Rum, kaderci gözlerle, “Buradan benim ölüm çıkacak” diyordu. “Tepeden tırnağa silahlandık, tüm Hıristiyanlar savaşa hazırız” diyordu. Siyah gözlerini, gözlerime diken otelci, şöyle devam etti sonra: “Fransa, İstanbul’u Mustafa Kemal’e vermeye karar verdiği için mi buraları terk etmeye zorlanacağız? Yunanlılar ve Rumlar daima Müttefikler yanında savaştık, ödülümüz terk edilmek mi olacaktı?” Böyle kızgın konuşan bir yığın Rum’a rastladım İstanbul’da. Karmaşa ve kıyım tehlikesi her yanı sarmıştı. Mustafa Kemal’ini kutlamaya girişen bir Türk’ün uğrayacağı saldırı, tüm kenti kana boğacak ilk belirti olabilirdi. Lenin’in devriminden kaçan Ruslar, Mustafa Kemal’in gelişini kaygıyla bekleyenler arasındaydı. Birçoğu gıyaplarında komünistlerce ölüme mahkûm edilen bu Rus mültecilerinin bazıları, Çarlık üniformalarıyla dolaşıyordu kentte. Sovyet gizli polisi Çeka’nın bu mülteciler için Mustafa Kemal’e neler önereceğini kestirmek çok zordu kuşkusuz. Tüm mazlum ülkeler, tüm Doğu, “Mustafa Kemal çok büyük adam” diyordu. Başarılı önderin İstanbul’a girişi, alacağı olumlu tavırla, kazandığı tüm zaferleri çok daha değerli kılabilecekti.
11. Mudanya
Mudanya, Türk İstiklal Savaşı’nda ağır yaralar alan bir Marmara kentiydi. Doğu ile Batı’nın barış İçin toplandığı konferansa ev sahipliği eden Mudanya, Mustafa Kemal’le İsmet Paşa’nın müttefiklere kabul ettirdiği bir haysiyet zaferini de simgeliyor. Batılılar, masaya oturdukları zaman İsmet Paşa’ya dikte ettirmek ya da ona buyruk vermek durumunda değildiler. Batı sadece barış için gelmişti Mudanya’ya. Hep dikte ettiren Batı için, artık yönlendirme ve baskı döneminin geçtiği apaçıktı.
12. Türkiye ve İstanbullular
Ulusal yemeği hindi olan Türkiye’de, neredeyse at büyüklüğünde olan bu tür hindilerin Anadolu bozkırlarındaki etli çekirgelerle beslendiğini öğrendim. Lokantada ısmarladığım biftek, sertliğiyle çene kemiklerimi felce uğrattı. Ama balık yemeklerine diyecek yoktu. Bu kentte, 168 resmi tatil günü olduğunu söylediler. Müslümanlar cumayı tatil seçerken, Yahudiler cumartesi ve Hıristiyanlar da pazar günleri tatil yapıyorlar. Bol resmi tatil olanağını hatırdan çıkarmayan genç İstanbulluların ya devlet dairelerine ya da bankalara kapak attığını söylediler. Akşam dokuzdan önce kimse sofraya oturmuyor bu kentte. Sabahlara kadar açık olan gece kulüpleri, egzotik sürprizlerle dopdolu. Sokak köşelerini dolduran köfteciler, patates kızartma büfeleri, bar kapılarında kuyruk olan taksiler, gece gündüz kıpırdayan bir kent yaşamını muştuluyor.
13. İsmet Paşa
Aralık gecesinde ayrıldım İstanbul’dan. Artık savaş bitmişti. Bu gizem kentinde bir çağın başlangıcında, yepyeni sürprizler başlar gibiydi. İstanbul, o unutulmaz Pera’dan, Haliç’le örgülenen bir anılar kümesine kayıyordu artık. Lozan Konferansı’nı izlemek, sonun başlangıcını izlemek için İsviçre’ye yöneldim. Lozan kentinin belki de en çirkin yapısı olan Chateau de Ouchy’de toplanacaktı liderler. Herkes, İsmet Paşa’yı görmek istiyordu burada. Yüzü hafızalardan kolay kolay çıkmayan, Mustafa Kemal’in sağ kolu olan bu seçkin general, küçümen, sessiz ve gösterişsiz bir kimliği sergiliyordu. Fotoğraflardakinin aksine, sıcak ve yumuşak yüzlü bir adam izlenimini veriyordu İsmet Paşa. Düzinelerce gazetecinin izlediği İsmet Paşa’ya bir toplantı sonrası yaklaşma fırsatı buldum. Kendisine yaklaşıp selam verdiğim sırada, gazeteci kalabalığını aşmaya çabalayan Türk komutan, “Randevu al, bol bol görüşürüz” diye konuştu. Tebessümler saçan İsmet Paşa, asansöre yönelip gözden uzaklaşıverdi. Röportaj randevusu için buluştuğumuzda, çok iyi anlaştım İsmet Paşa’yla. İkimiz de fena düzeydeki Fransızcamıza karşın güçlük çekmedik. İsmet Paşa sık sık mütevazı bir anlatımla, Fransızcasının hiç de iyi olmadığını vurguluyordu. Daha sonra Paşa’yı Montreux kentinde caz müziği çalınan bir dansingde, gösteri yapan dans sanatçılarını izlerken gördüm.
14. İşgal İstanbul’u ve İki Dünya Savaşından Mektuplar
Daily Star ve Toronto Star gazetelerinde çalışan Hemingway’in Türkiye ve dünyadaki savaşların öykülerini anlattığı eser. Yazar bu sıralarda yirmili yaşlarındadır. Benim de yer yer kaynak olarak kullandığım kitapta İstanbul ve savaş daha da derinlemesine anlatılıyor.
Nazım Hikmet’in Mavi Gözlü Dev’i Yazdığı İlk Eşi Nüzhet Hanım’dan Şairle Olan İlişkisi Hakkında 9 Alıntı
Nüzhet Hanım 1901 İstanbul doğumludur. Bir devrin tiyatro eserlerinin yazarı Asude Zeybekoğlu’nun teyzesidir. Bir yaşına bastığında babasını yitiren Nüzhet Hanım yazar ve milletvekili olan eniştesi Muhittin Birge tarafından büyütülür, yetiştirilir. Fransızca, Almanca ve Rusça öğrenir, Ankara Kız Lisesi’nde Fransızca öğretmenliği yapar. 9 Ekim 1989’da ölen Nüzhet Hanım son derece zarif, kültürlü ve kibar bir kadındır. Çocukluk yıllarında İstanbul Teşvikiye’de Nâzım Hikmetlerle komşudur. Şair, Nüzhet Hanım’ı o yıllarda da sever. Nâzım Hikmet ve yol arkadaşı Vâlâ Nureddin 1921 yılında Sovyetler Birliği’ne gittiklerinde burada Muhittin Birge ile Nüzhet Hanım’a da rastlarlar. Hanımefendi, şairin ilk eşidir. 1922’de Sovyetler’de evlenirler. Gerek Nüzhet Hanım’ın gerekse Nâzım Hikmet’in yakınlarının onaylamadığı bu evlilik, yine de tüm söylenenlere karşın bir müddet devam eder. Nâzım’ın eğitim gördüğü KUTV Üniversitesi’nin öğrenci pansiyonunda yaşarlar ve Nüzhet Hanım bu duruma binaen şöyle söyler: “Bizim de herkes gibi bir yuvamız, cici bici bir evimiz olsun istemez misin Nâzım? Her akşam ben evimizde seni bekleyeyim, huzur içinde yaşayalım. Sana mı kaldı dünyayı düzeltmek?” Devamını ve tüm detayları Nüzhet Hanım’ın aktardıklarından öğrenelim.
1. Tanışma
“Birinci Dünya Harbi’nin son yıllarında, Teşvikiye’de Nâzım Hikmetlerle bitişik apartmanlarda oturuyorduk. İkimiz de çocuk yaşlardaydık. Tanışmamız orada başladı. Ben, Alman Lisesi’ne gidiyordum. Nâzım Hikmet, Deniz Harp Okulu’na devam ediyordu. Ara sıra sokakta rastlaşır konuşurduk.”
2. Ankara’ya taşınma
“Eniştem Muhittin Bey, 1920 yılında Ankara’ya taşındı. Çocuk yaşımdan beri onlarla birlikte yaşadığımdan beni de götürdüler. Eniştemin işi gereği daha sonra ailece Batum’a, Bakü’ye ve Tiflis’e gittik.”
3. Batum’da rastlaşma
“Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin’e Batum’da rastlamıştık. Orada da kısa görüşmelerimiz oldu. Beni, kulağımdaki rahatsızlık dolayısıyla, tedavi için Moskova’ya yolladılar. Yegâne arzum, tedavimin bitiminden sonra, Almanya’ya gidip eğitimimi sürdürmekti. Ne var ki, Ruslar vize vermedi.”
4. Moskova zamanı
“Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin ile Moskova’da tekrar karşılaştık. Onlar Moskova Üniversitesi’ne devam ediyorlardı. Beni de teşvik ettiler. Üniversitenin Fransızca ders verilen iktisat bölümüne bir yıl devam ettim. Nâzım ile Vâlâ aynı üniversitenin Rusça bölümünde okuyorlardı. Şevket Süreyya (Aydemir) daha önce Moskova’ya gelmiş olduğundan onlardan yukarı bir sınıftaydı.”
5. Evlilik ve sonrası
“1921 başlarında Nâzım, benimle evlenmek istediğini söyledi. Rus kanunlarına göre evlendik. Ben daha sonra hastalandım. Bakü’de bulunan ablamla eniştem, yanlarına dönmemi istediler. Hasta hasta -Nâzım ’ı terk ederek- ailemin yanına döndüm. Ne var ki hastalığım çok uzun sürdü.”
6. Nüzhet Hanım’ın hastalığı
“1923’te Türkiye’de Cumhuriyet ilan edilince, ailece İstanbul’un yolunu tuttuk. Burada da hastalığımın ilerlemesi üzerine -Macaristan ile Çekoslovakya arasındaki- bir sanatoryuma gönderildim. 1924 yılında İstanbul’a döndüm.”
7. Nüzhet Hanım’ın ikinci kocası
“Bu arada, ikinci kocam olan Servet Bey ile tanıştım. Tam o sıralarda Nâzım Hikmet, Rusya’dan İstanbul’a döndü. Nâzım, evliliğimizin devamını istiyordu. Çok düşündüm. Moskova’da evliliğimizden sonra aradan birkaç yıl geçmişti. Bu yüzden evliliğin sona ermesini arzu ediyordum. Kararımı Nâzım’a söyledim. O ısrar etti.”
8. Nâzım’ın anne ve halası
“Reddimin bir sebebi vardı. Nâzım’ın annesiyle halasının bana soğuk bakmalarıydı. İşittiğime göre bunlar Nâzım’a: ‘Bu gözleri küçük kadınla niçin evlendin?’ demişlerdi. Bu evliliği eleştiriyorlar. Ona, bu gözleri küçük kadından bir an evvel ayrıl diyorlardı. Bu ve benzeri söylentileri duydukça, Nâzım ile evliliğimin devam edemeyeceği düşüncesi bende hâkim oldu.”
9. Yeni evlilik
“Nâzım Hikmet, benim Servet Bey ile evleneceğimi duymuştu. Çok kızdı. Hatta Servet’i görerek, benim kendisiyle evli olduğumu söylemişti! İşler çok karışmıştı. Nâzım’da sinirli bir hava vardı. Evleneceğim Servet Bey bana: ‘Eğer onu unutamayacak ve ayrılamayacaksan, ona dön!’ dedi. Ben kesin olarak Nâzım’a dönemeyeceğimi söyledim. Sonunda Nâzım’dan ayrılıp Servet’le -Şeriat usulüne göre- evlendik. O yıllarda medeni kanun çıkmamıştı.”
Bonus: Mavi Gözlü Dev
Tüm bu yaşananlardan sonra Nâzım Hikmet’in yapacağı geriye tek bir şey kalır. O da en iyi yaptığı işlerden biri olan şiir yazmaktır. Nâzım’ın, “Mavi Gözlü Dev” şiiri Nüzhet Hanım içindir:
O mavi gözlü bir devdi,
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan bir ev.
Bir dev gibi seviyordu dev,
Ve elleri öyle büyük işler için
hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan evin.
O mavi gözlü bir devdi,
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
bahçesinde ebruliiii
hanımeli
açan eve.
Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
Dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliii
hanımeli
açan ev…
Fantastik Canavarlar ve Wizarding World’ün Dev Sevap ve Günahları
Yakarsa dünyayı Muggle’lar yakar. Bu çok net bir şekilde, Wizarding World için tutan bir arabesk fenomeni olabilirdi. Ama sağolsun Rowling servetiyle kraliçeye şekil yapmak istedi ve önümüze Fantastik Canavarlar serisini attı. Buna bir Harry Potter Spin-Off’u diyemeyiz. Prequel asla diyemeyiz. Rowling üç sene evvel Harry Potter evreniyle kurduğu imparatorluğu Wizarding World isimli bir ürün dünyasına döndürdü. Bu saatten sonra ettiği kelamların hepsi o evrende tutarlı olacaktı. Kadın, kendi evreninin tanrısı oldu yani. Fantastik Canavarlar Nelerdir? Nerede Bulunurlar? 2005 civarı ülkemizde de satışa sunulan bir mini kitaptı. Onu Çağlar Boyu Quidditch izledi, sonra ilk kitap film oldu. Kesmedi, beş filmlik seri yapacağız dedi. İlk film biraz sevildi, ikinci filim itin gözüne sokuldu. Peki, neydi Türker İnanoğlu çekmişçesine uzayan bu serinin sevapları ve günahları? Önden bir tur övelim, sonra beraber yerelim.
Mesih kompleksine tepkilenme hakikattir
Size de gına gelmemiş miydi pejmürde bir evrende bir tane temiz çocuğun çıkıp tam da ihtiyaca hizmet etmesi? Bu mesih sendromu sözlü, görsel ve yazılı edebiyatta çok kendine yer bulan bir trip. İnsan ne görse onu yapıyor tabii ki. Mesela uzak, çok uzak bir galaksinin ücra köşesinde bir çiftçi çocuğu, asilerin imparatoru yenmek ve oligarşiyi devirmek için tek fırsatı olur. İşçi sınıfı ışın kılıcıyla gelir ve mevzuyu halleder. Luke Skywalker böyle böyle raconu oturttu. Harry Potter cephesinde de, gücünün farkında olmayan yetim bir çocuk birden oraların en haso delikanlısı olduğunu fark eder ve herkese zulmeden burunsuz tirana asasıyla ışık atar. Yani insanlara bir umut olur. Umudu tükenen toplumları izlemek ve izletmek bir dönem çok revaçtaydı, çünkü insanların umuda ihtiyacı vardı. Günümüzde bu hususta değişen bir şey oldu mu, hayır hâlâ umuda ihtiyaç var. Ama insanların umuttan umudu kalmadığından mütevellit, daha karmaşık evrenlerde daha sıradan insanların hikâyelerini izliyor ve okuyoruz. Fantastik Canavarlar serisi bu anlamda ilk filmden güzel bir yeşil ışık yakmıştı. Büyücülük dünyasına Harry Potter karakteri ile girdik, ama etrafındaki insanların tepkileri bize hep şunu söyledi: “Harry normal bir tip değil”.
E haliyle biz de şunu düşündük, bu adamın yaptıkları olağanüstü nitelendirilen hadiselerse, bu âlemde yaşayan normal adamlar ne yapıyor? Memurlar mesela, geçim sıkıntısı çekenler ya da aşkından koluna asasıyla faça atan delikanlılar ne yapıyor? Herkes kara büyücü kolluyorsa fırından hiç mi ekmek çıkmıyor, manavlar hiç mi dükkânı açmıyordu? Hayvanlara, daha doğrusu yaratıklara duyduğu aşktan dolayı yanıp tutuşan büyücümüz Newt Scamander de tam böyle bir adam. Fazla büyüsü yok, atarı yok, iddiası yok. Bu evrende yaşayan normal insanları görmek, daha doğrusu yetişkin insanların yetişkin dertlerini görmek çok güzel bir deneyimdi.
Güzel bir casting var
Harry Potter’ın orijinal 8 filminde olan her şey zaten milyonlar tarafından hayal edilmişti. Her karakter, Rowling’in de detaycılığın kitabını yazmasından dolayı defalarca hayal edilmiş, o detaylara tutulmayanlar kafasında yeni fiziksel karakter tasvirleri kurmuş, e hadi işin bokunu çıkartan fan siteleri birebir illüstrasyonlar piyasaya sunmuştu. E haliyle kast direktörleri de mevzuda çok bağımsız olamamıştı. Rowling tepede, onun tepesinde eli Cruciatus’lu hayranlar derken aşağı yukarı yakın tasvirler izledik sinemada. Ama bu yeni beşlemenin iki filminde iş biraz daha rahatladı. Çünkü karakterlerin çoğu tamamen stüdyo tarafından kıçtan uydurulabilirdi. Newt Scamander daha evvelden tasviri sadece kitap dışında yapılmış bir karakterdi. Filmlerdeki ekürileri tamamen yeni peydahlanmıştı. Eddie Redmayne, muazzam eblehliği ile güzel bir oyuncu seçimiydi. Bu anlamda, serinin görsel lisanını bozmayan bir oyuncu yerleştirme yaptılar, kendilerini Fatih Terim ve TFF adına tebrik ediyoruz.
Sürprizler yok mu? Olmaz mı!
Yılların Falım sakızındaki dedesi Dumbledore ve büyük aşkı, Voldemort’un akıl hocası, domuzun has başı Grindelwald da filmde bize göz kırpıyor. Film, bizim memleketin çok kanallı döneme geçmesi gibi büyücülük dünyasının henüz coşumlandığı siyasi bir evrende geçiyor. Politik alt metni sağlam. Grindelwald diyor ki, “Soykırım değil, adamlar acı çekecek biz de çektirmeyelim” gibi soğukkanlı bir faşist diktatör demeci veriyor. Ardından ideolojisini takip eden Voldemort’un temellerini de sağlam atıyor. Grindelwald, çırağı gibi salt bir kötü değil. Sadece kendisini üstün ırktan gören susuz bir faşist. En güçlü olmak gibi bir derdi yok, çünkü zaten kendisini güçlü görüyor. İlk filmin son beş dakikasında bu karakteri, Colin Farrel gibi bir adamın oynadığı karakteri, aniden Johnny Depp’e dönüştürüyorlar. Genç Dumbledore’u da Jude Law oynuyor. E ohasının güzeli bir yaklaşım bu. Jude Law, filmde göründüğü 12 saniye boyunca çok iyi oynuyor. Johnny Depp, bazen iyi oynayan bir tip, rolü denk gelmiş. Güzel ve cesur hamleler bunlar. Çok güzel bir gol olabilecekken kendi kalesine gol atıp üstüne bir de ofsayta düşen Nagini hamlesine değinmeyelim isterseniz.
Evren içi tutarsızlık
Dedik ya, yakarsa dünyayı Muggle’lar yakar diye. Tüm bu büyücü muhabbetleri neticesinde biz Muggle sopuna bağlanıyor. Rowling, seriyi Ölüm Yadigârları ile bitirdikten sonra mevzudan kopamadı. “Dumbledore geydi” dedi. “Hiçbir zaman Hermione beyazdı demedim” dedi. Abla tamam demedin de, bunları neden kitapta yazmıyorsun? Neden DVD ekstrası gibi sonradan çıkıp çıkıp kafa karıştırıyorsun? Büyük evren kurduysan büyük tutarlılık sağlayacaksın. Öyle her aklına gelen şeyde, sürekli yama yapan yapan bir yazılımcı gibi milyonları update edemezsin. Tıpkı, Profesör McGonagall’a verdiğin doğum tarihinden iki sene önce ismini Fantastik Canavarlar 2’de geçiremeyeceğin gibi. Ha geçirirsin, sonra da dersin ki “Zaman yolculuğu aslanım bu” dersin. Ama biz de yemeyiz.
Maskeli Beşler Hogwarts’ta
Sihir dolu bir dünya anlatıyorsun, başrolü de o efsanevi yaratıklar. Tamam. Ama filmde yaratıkları sadece gördük. Ne senaryoda, ne de ana hikâye arkında bu canavarları görmesek ve sadece duysak hiçbir şeyimiz eksilmezdi. (Yukarıda çok pis çeliştik bu maddeyle.)
Bir de sihir konusu var, karakterlerin elinde asa olmasa bu iki film de Hababam Sınıfı Alohomora olarak servis edilebilirdi. Tamam herkes Priori Incantatem çeksin demiyoruz, ama o çubuklar ellerindeyse biraz da sallasınlar değil mi?
Aşırı şapşal kahraman
Neredeyiz harbiden, doksanlar bitmedi mi? Ana karakterin sürekli aşırı iyi niyetli, asla hata yapmayan, büyüklere saygılı küçüklere sevgili bir tip olması can sıkıyor. Hatırlarsın ey Rowling, sen vaktinde herkese Harry Potter’ı dayattın ama biz sevdayı Sirius Black ve onun aykırılığında bulduk. Neden herkes çok iyi ve sadece koca kötüyü dövmek için bazı kuralları esnetiyorlar? Bu karakterler hiçbir şeyden zevk almaz mı? Bunun için polisten zabıtadan kaçmazlar mı?
Efekt çorbası
Ya siz Premiere Pro içindeki efektleri yeni öğrenmiş hevesli YouTuberlar mısınız? Dünyanın en büyük 3-4 film franchise’ının içinde geçen bir hikâye anlatmanız gerekiyor. Bizi bir önceki film nerede bıraktıysa oradan alıp, bir sonraki filmin kapısının eşiğine getirmelisiniz. Film veya hikâye, bir yolculuktur. O adamın hafızasını son filmde dramatik bir şekilde sileceksiniz diye benim on dakikamı yediniz. Sonra bu filmde ben adamı görünce “Eheheh geldi ki hafızam” diye karşıma dikildiğinde ben biraz aldatılmış hissediyorum haliyle. Ya hafızayı silmeyin ya da Neville Longbottom beyefendinin babaannesinden kalan hatırlatıcıyı kullanın. Siz unutursunuz fanlar unutmaz.
Kısacası sayın Godric’s Hollow sakinleri, Fantastik Gulyabanilerin durumu şimdilik böyle. Yorumlarınız varsa seve seve bir Expelliarmus çakmak isteriz, sevgiler.
Sinemanın Şairi Tarkovski’nin Günlüklerinde Dostoyevski Üzerine Aldığı 17 Not
İki Rus sanatkâr arasındaki ilişki malumunuz. Edebiyat ya da sinemadan yalnız biriyle dahi ilgileniyorsanız, söz gelimi Tarkovski filmi izlediyseniz Dostoyevski’yi, büyük yazarı okuduysanız da Tarkovski’yi bilirsiniz. Usta yönetmen, kendisinden yüzyıl önce yaşamış yazarın peşinden gider ve sinemasında ondan izler taşır. Hatta bizzat onun hayatını çekmeyi düşünür. Dostoyevski, edebiyatın en yüksek noktasında nasıl yaşıyorsa, Tarkovski’nin de sinemanın en iyi örneklerini verdiğini söylemek yanlış olmaz. İkili arasındaki ilişkiyi aydınlatan düşünür ve yazar Ulus Baker şöyle der: “Rusların edebiyatlarını yok etmek için ellerinden geleni yaptıklarını artık biliyoruz. Bunu filmlerini yeraltına gömdükleri Eisenstein, Vertov ve Dovjenko için de yaptılar. Ama birdenbire Tarkovski çıkıverdi ve sadece tek şeyin garantisiyle, hayatın ifadesini Dostoyevski’nin yaptığı gibi yaparsanız onu siz ifade etmekle uğraşmak zorunda kalmazsınız, o gelir sizin ifade araçlarınızı doldurur, taşar ve kendini sizin aracılığınızla ifade eder. Dostoyevski – Tarkovski bağının sırrı işte budur. (…) Tarkovski’nin Dostoyevski’yi bir ‘yakını’ gibi gördüğü biliniyor. Hayatı boyunca onun bir romanını çekmek istemiş ve anlaşılan buna ya fırsat bulamamış ya da -bu daha doğru ve haklı bir neden herhalde- cesaret edememiş… Ama benim gördüğüm her imajının içine Dostoyevski tamtamına işlemiştir.” İkili arasındaki bağa, Tarkovski’nin günlüğünde aldığı notlarla biraz daha bakalım.
1. 30 Nisan, Moskova
Saşa Mişurin’le yine Dostoyevski hakkında konuştuk. Tabii ki film hakkında önce yazılmalı, nasıl yönetileceği konusunu konuşmak için çok erken. Dostoyevski romanlarının filmini yapmanın hiç mi hiç anlamı yok. Adamın kendisi hakkında bir film yapmalıyız. Kişiliği hakkında, tanrısı, şeytanı, çalışması hakkında. Tolya Solonitsin’den harika bir Dostoyevski olur.
2. 18 Şubat
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza notlarından:
“Estetik korkusu zayıflığın ilk belirtisidir.”
“Sosyalizmin en yüce fikri makineleşmedir. İnsanı mekanik bir insana çevirir. Her şey için bir kural vardır. Yani insan kendi elinden alınmıştır, yaşayan ruhu götürülmüştür. İnsanın Doğu felsefesinin dinginliğinde sükûnete ermesi anlaşılabilir, fakat bu adamlar buna ilerleme diyorlar! Tanrım! Eğer bu ilerlemeyse, eee peki Doğu dinginliği ne!”
“Sosyalizm insanın oluşturulmasında başarılı olabilme umudu en az olan kurumdur. O, insan için Tiranlığı oluşturup adına da özgürlük der!”
3. 12 Temmuz
Aydınlık Günü de yapabilsem ne iyi olur! Büyük bir olasılıkla o flashback ve normal sahnelere göre yan siyah-beyaz yarı renkli olacak. Dostoyevski için de en azından malzeme toplamaya başlamak iyi olacak. Karaborsadan kitap da temin eden “Hippopotam” adlı bir tip varmış. Dostoyevski’nin günlükleri de dâhil toplu eserleri 250 ruble. Mutlaka almalıyım.
4. 13 Eylül, Zvenigorod
Liuka Fayt ilk Dostoyevski kitaplarımı sete getirdi: Cornfeld ve Remizov’un Dostoyevski üzerine yaşadıkları, makaleler (1921) Kızının yazdıkları, L. Dostoyevski (1922) 1883 basımı toplu eserlerinin ilk cildi. İkinci karısı A.G. Snitkina’ya mektupları evde.
5. 14 Eylül, Zvenigorod
Dostoyevski, mum ışığında okurmuş. Lamba sevmezmiş. Çalışırken çok sigara içip arada sırada da koyu demli çay içermiş. Karamazov’un yaşadığı Staraya Russya kentinden başlayan ve monotonlukla devam eden bir yaşam. En sevdiği renk denizin dalgaları. Kadın kahramanları hep o renkte giysiler giyer.
6. 19 Eylül, Zvenigorod
24’ünde Japonya’ya gidiyoruz ve hâlâ güneşi çekmedik. Hava kötü. Güneş sahneleri biz gittikten sonra çekilmek üzere devredilecek herhalde. Japonya’da neyi ve nasıl çekeceğiz; buna karar vermeliyiz. Soru; tam anlamıyla ne çekeceğiz? Yavaş yavaş Dostoyevski’nin olağanüstü ihtiyatlı ve bilgiç bir yaradılışa sahip olduğu izlenimine kapılıyorum. Aslında dışarıdan bakıldığında neredeyse kasvetli. Senaryoyu yazmak zor olacak. Senaryo için: Budala’dan bir sahneyle iç içe geçmiş bir gerçeklik. Rogoşin ve Prens Mişkin. Bahçe makası. Turgenyev’in Avrupalılaştırılmasına duyulan hiddet. Bir Düşmanlığın Öyküsü. Mektuplar…
7. 27 Ocak
Aydınlık Gün’ü çekmeyi başarırsam, Dostoyevski filmi için bir tretman ya da en azından bir senaryo yazmalıyım. Bu iyi bir zaman… Ya da her şeyin canı cehenneme mi demeliyim?
8. 2 Şubat
Budala birkaç bölüm yapılabilir. Dostoyevski de –Sergey Baba– televizyon için olabilir. Budala’yı yedi bölüm yapmak iyi olur. Bu aralar para kazanma yolları bulmam lazım. Saşa Mişurin’le senaryoları çabucak yazabiliriz. Fakat eğer üç saatlik senaryolar için iki ya da üç anlaşma imzalayabilirsek. Valeri K. yardımcı oluyor. Moldovya’dan biriyle konuştu bile.
9. 4 Şubat
Budala’yı yeniden okuyorum. Bunu çekmek kolay diyemem. Senaryoyu yazmak zor olacak. Roman “kabaca” sahnelere ve “sahne betimlemelerine” ayrılmış. Yani olay örgüsünün gelişiminde önem taşıyan her ayrıntının yeri var. Bu betimlemeler tamamıyla atılamaz. Bazıları sahnelerde yer almalı. Fakat bu daha sonra yapılacak. Şu an için en önemli şey Aydınlık Gün. Aslında Dostoyevski’nin eserleri içinde yapısal olarak en oturaklı, kendi içinde en uyumlu ve uyarlamaya en uygun olanı Suç ve Ceza. Fakat bunu Lyova Kulidahanov yaptı. Aydınlık Gün’ü isim olarak beğenmiyorum. Çok zayıf. Martiroloji daha iyi, fakat onun da ne anlama geldiğini kimse bilmez. Öğrenince de izin vermezler zaten. Feragat bir parça düz. Vera Panova’yı andırıyor biraz. İtiraf da çok fazla tantanalı. Niye Böyle çok daha iyi, ama fazla belirsiz.
“Kendi içinde değişmez sabit kuralları da olsa hemen hemen her gerçeklik her zaman olası olmayan ve umulmayandır. Aslında gerçek ne kadar çok gerçekse o kadar da olasılık dışıdır.”
Lebedev, Budala
10. 18 Şubat
Gün geçtikçe birlik (bütünlük adına) ilkelerinin sinemada büyük önemi olduğunu daha çok hissediyorum, belki de daha da ileri giderek diğer sanat formlarından bile çok diyebilirim. Demek istediğim, tek bir düşünceye inatla sarılmak söz gelimi. Kendimi daha anlaşılır kılmak için bir örnek vereyim: Suç ve Ceza bu yapısal ideale biraz yakın sayılırsa, o zaman Budala bundan oldukça “uzak” bir yerdedir. Çünkü onun zemini daha oynak.
“… Toplumun biz yazarlara vermeye hazır olduğu, yazarların da canla başla sarıldıkları avantajların keyfini çıkardık ve çıkarıyoruz. Bildiğimiz gibi yazarlar kafalarında ve vicdanlarında taşıdıkları dışında hiçbir şeye bağımlı değiller, hiçbir kimseye mecbur da değiller.”
1862; 1861-1882 yılları arası, Strakhov
“… O zamanlar Herzen’e olan tutumu (Dostoyevski’nin) epey samimiydi, hatta Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları’nda yazarın etkisi az çok hissedilebilir; fakat sonra, yaşamının sonuna doğru, nedense Herzen’e öfkelendi ve onun Rus insanını anlama ya da onların yaşam tarzlarındaki bazı unsurları takdir etme duyarlılığından yoksun olduğunu sık sık vurgulamaktan geri durmadı. Bilgili insanın sergilediği kibir, sıradan basit insana duyulan horgörü… Herzen’de tespit ettiği bu özelliklere Fyodor Mihayloviç çok sinirlenirdi. Ve sadece devrimciler ve küçük burjuvalar değil, Griboyedov bile bu öfkeden payını almıştı.”
“… Fransızlar sessiz, dürüst, kibar fakat sahteler ve para onlar için her şey.”
Strakhov’a mektuplardan biri, Paris, 26 Haziran 1862
“… Fyodor Mihayloviç büyük bir gezginci değildi; en göze çarpanları dışında doğaya ya da tarihi anıtlara ya da sanat çalışmalarına ilgisi yoktu. İlgisinin tümü insanlarda yoğunlaşmıştı. Tek anlamak istediği onların doğası ve karakteriydi. Bir de sokaktaki yaşamın genel bir izlenimi. Bir keresinde hararetle bana, elinde gezi kitabıyla ünlü yerleri ve turistik mekânları gezmenin ona ne kadar sıradan ve banal geldiğini açıklamıştı.”
Strakhov, Anılar
11. 27 Ocak, Moskova
Budala. Smoktunovskiy projeyi takip ediyor. Bu yüzden Leningrad’a gitti. Niye Leningrad? Henüz hiçbir karar alınmadı, en azından Moskova kurulu tarafından. Budala için hiç vakit geçirmeden şahsen uğraşmalıyım. Pazartesi Yermaş’a gideceğim. Kuşnerev’e göre Almanların benimle Doktor Faustus hakkında konuşacakları varmış. Smoktunovskiy gidip “Dostoyevski” projesini mahvetmese! Buna mani olmak gerek. Hemen gidip Şauro’yu görmeliyim. Dün, Sovyet Kültür Merkezi’nin yazı işlerinden, benden Soljenitsin üzerine bir şey yapmamı isteyen bir telefon aldım. Larissa (neyse ki telefona o cevap vermişti) benim çekimde olduğumu söyledi. Pazartesiye kadar bir kopya istiyorlar. Piçler! Yanlış insana çattılar.
12. 25 Aralık
Acaba Budala’yı gerçekten yapmak istiyor muyum? Uyarlama benim prensiplerim çerçevesine sıkışıp kalıp romanın organik yapısını bozmaz mı? Belki, titiz bir güncelleştirmeyle İvan İlyiç’in Ölümü benim için bana yardımcı olacak klasik bilgimle daha uygun olurdu. İçindeki her şey yeniden yaşanmak üzere hayata dönüştürülürdü. En önemlisi bu. Tabii ki “Dostoyevski Üzerine”, yapısal bazı eksiklere karşın benim için en uygunu. Kafamda olanı bir araya getirmek, aynı eskiden olduğu gibi. Değişik katları, şimdiyi, geçmişi ve ideali bir araya getirmek.
13. 17 Ağustos
Dostoyevski’nin notlarından:
“Güç, kanın sıkıştığı yerde yatar. Fakat bu gücün kan akıtanlarda değil de kanı akıtılanlarda olduğunu yalnızca üçkâğıtçılar fark edemiyorlar. Bu dünyanın kan kanunu budur.”
“… Almanlar, Polonyalılar ve Yahudiler işbirlikçidirler ve birbirlerine yardım ederler… Bir tek Rusya’da böyle bir dayanışma yoktur, bir tek Rusya parçalanmıştır. İnsanlar toplumumuzun tutucu olmadığını söylüyor. Bu doğru, olayların tarihi seyri (Peter’den bu yana) bu sonucu doğurmuştur. Fakat önemli bir nokta da şu: Toplum neyi tutup muhafaza edebilir ki? Her türlü üstünlük de dâhil her şey elinden alınmıştır. Rus insanı yalnızca negatif haklara sahiptir. Ona pozitif bir şeyler verin de görün, nasıl tutucu olacağını. Yeter ki elinde koruyacak bir şey olsun. Tutucu olmamasının tek nedeni koruyup saklayacak bir şeyi olmamasıdır. En kötü şeyler en iyi olanlarıdır. Bu tamamen boş bir söz değil bu ülkede, ne yazık ki gerçeğin ta kendisi. Paris Komünü ve Batı sosyalizmi iyilik değil, eşitlik talep ediyor, Shakespeare ve Raffael’i kürsülerden aşağı indiriyorlar…”
14. 18 Ağustos
Dostoyevski’nin notlarından:
“… Nasıl da kansız ve kibirliler. Bir türlü basit yazmayı beceremiyorlar. Tanrıtanımaz derecede kibirliler, başkalarını aşağılayıp kendilerini şan şöhret bulutlarıyla sarıyorlar.”
15. 12 Şubat
Thomas Mann, Tanrı’dan çok fazla şey “anlarken”, Dostoyevski Tanrı’ya inanmayı ister fakat beceremez; ilgili organ dumura uğramıştır. Tonino’yu görmeye gidip ona film konusuyla ilgili aklıma gelen fikri söyledim: Bir yazar, büyük spritüel derinlikleri olan bir adam, ölüme hazırlanmış, dürüst, erdemli, başarıyı da onunla birlikte gelen o kargaşayı da küçük gören tek başına bir adam; bir gün aynaya bakar ve yüzünde o korkunç hastalığın izlerini görür. Cüzam. Tam bir yıl hastalığın sessizce ilerleyen izlerinin kendini göstermesini bekler. Ve bir yılın sonunda, doktor ya da uzmanlar ona iyileştiğini söylerler. Eve, o her yerin toz altında kaldığı yere döner. Artık küflenmiş not defterine gider eli ve tam bir şey yazacakken kalemi kâğıdı delip geçer. “Boş ver!” der güçlü bir şekilde. “Boş ver!” diye tekrar eder yüksek sesle, gerçekten hayatta olduğunu onaylar bir tavırla aynadaki yaşayan aksine bakarak. Fakat bomboştur. Bir kelebeğin çıktığı koza kadar boş. Ve en büyük günahın gurur olduğunun farkına varır. Bir zamanlar kendinin ulu ruhani bir mertebeye eriştiğini düşlemişti ama şimdi o hiçbir şeydi. Hastalığı süresince onu ölümün bilgisi yiyip bitirmişti. Mukaddes Kitabı açar ve okur:
“Ve Tanrı yere ait bütün yaratıkları topraktan yarattı ve havadaki tüm kuşları da ve onları Adem’in huzuruna getirdi, onlara ne ad vereceğini görmek için…”
“Başlangıçta söz vardı,” dedi mutsuz adam.
16. 16 Nisan
Sabahın ikisi. Rus dâhileri düşünüp taşınmışlar, kendi büyüklüklerinin dümdüz uzanan verimsiz topraklardan çıkıp gelişemeyeceğine karar vermişler ve hemen ülkelerini “büyük” ilan etmişler, geleceği de mesihvari. Kendilerini “halkın sesi” olarak gördüler ve “çölde haykıran” olmak istemediler ve madem halkın özünü temsil ediyorlardı o zaman halkın da “büyük” olması, ülkenin geleceğinin “parlak” olması gerekirdi. Puşkin diğerlerinden daha alçakgönüllüydü. Anıt ve Çaadayev’e mektuplarında Rusya’nın kaderinin Avrupa için koruyucu bir tampon olmaktan öte bir anlam taşımadığından söz eder. Bu böyle, çünkü Puşkin’in dâhiliği uyumlu. Bu huzur ve uyum ne Tolstoy ve Dostoyevski ne de Gogol’de var: Onların dehası huzursuzluk ve uyumsuzlukla dolu çünkü bu, yazarın kendisiyle olmak istediği insanın görüntüsü arasındaki çelişki şekillenip ortaya çıkıyor. Dostoyevski tüm isteğine karşın Tanrı’ya inanmadı. İnanma eyleminden yoksundu fakat inanç hakkında yazdı. Puşkin geri kalan hepsinden daha üstündü çünkü Rusya’ya mutlak bir anlam yüklemedi.
17. 30 Ağustos, Roma
Dostoyevski sahnesini yazdım. Senaryo bitti.
Bonus
Kaynak olarak bu iki kitabı okumanızı salık veririm. Tarkovski’nin yazar hakkındaki notlarının yanı sıra yazdığı diğer notları da bulabilirsiniz.
John Steinbeck’in 70 Yıldır Kayıp Öyküsü “Kanatlarınla” Hakkında 6 Bilgi
Çeviriler arttıkça dünyaya daha da yaklaşıyoruz. Bizim büyük eserlerimiz, işlerimiz dünyaya tanıtıldıkça da dünya bize yakınlaşıyor. Böylesi bir hikâye bugün John Steinbeck’in kayıp öyküsünün bulunup dilimize kazandırılmasıyla karşımıza çıkıyor. 70 yıldır bir yerlerde kayıp duran ve keşfedilmeyi bekleyen Steinbeck öyküsü, bir İngiliz dergisinde yayımlandıktan sonra sendika.org tarafından, Diyar Saraçoğlu’nun tercümesiyle dolaşıma sokuldu. Tebrik ve teşekkürler. Öykünün hemen öncesinde kısa bir Steinbeck tanıtımıyla malumu ilam edeyim. Cânım eski kelimeler!
1. İlk yılları
1902’de Amerika’nın Kaliforniya eyaletinin Salinas kasabasında dünyaya gelir. Burada ortaöğretimi bitirip Stanford Üniversitesi’ne devam eder. Steinbeck, bu yıllarda biyolojiyle ilgilenir. Yükseköğrenimini yarıda bırakan yazar buradan Panama’ya doğru yol alır. Dağ evi bekçiliği işinde çalışarak hayatını idame ettirir. Bu işi rahat bir çalışma ortamı sağladığından yazarlıkla da ilgilenme fırsatı bulur. Buradaki günlerini anlattığı “Cup of Gold” yayıncılar tarafından reddedilince, kendi eserini yok eder. Çiftlik ve çeşitli rafinerilerde çalışmayı sürdürür.
2. Yazarlık zamanı
28 yaşında evlenen Steinbeck ayda 25 dolar kazandığı işlerle geçinmeye çalışır. Gazeteciliğe de kısa süreli soyunur, ancak romancı ve yazar yanı günden güne ağır basar. 1937’de yazdığı “Fareler ve İnsanlar” yazarın tanınmasını sağlayan eseri olur. “Gazap Üzümleri” ile 1940 Pulitzer Armağanı’nı almasıyla da boyut atlar. Toplumsal konuları işlediği Gazap Üzümleri, yazarın sosyal sorunlara eğileceğinin de bir göstergesi olur. Ardından “Acı Hayat” ile 1962 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alması da Steinbeck’in ne denli mühim bir yazar olduğunu çeşitli ispatlarından biri olur.
3. Bitmeyen Kavga
20 Aralık 1968’de ölen romancı “Bitmeyen Kavga” eseriyle bize bitmeyen bir roman bırakır. 1936 yılında yayımlandığında San Fransisco’daki Commonwealth Club’ın altın madalyasını kazanır. Bitmeyen Kavga, Amerika’daki tarım işçilerini, onların mücadele ve örgütlenmelerini anlatır. Eser bu bakımdan ilk zamanlarında adeta siyasi bir manifesto, bildirge olarak değerlendirildiyse de sonra sonra edebi değeri de anlaşılır. Ezen – ezilen arasındaki kadim kavga romanda, toprak sahipleriyle işçiler arasında yaşanan çatışma şeklinde belirir. Yazarın aktardığı çoğu şeyde, o dönemin işçileriyle olan münasebeti ve sohbetinin payı vardır.
4. Yetmişlik bir öykü: Kanatlarınla
Geçtiğimiz 20 Aralık’ın yazarın 50. ölüm yıldönümü olması münasebetiyle sendika.org da onu hatırlamamızı sağlayacak güzel bir işe girişir. “Kanatlarınla” savaşın anlatıldığı bir küçürek hikâyedir. Dilimize kazandırılmadan evvel orijinal dilinde keşfedilir ve yayımlanır.
5. The Strand Magazine
Steinbeck’in öyküsü ilkin 2014 yılında Strand dergisinin kasım sayısında yayımlanır. Derginin editörlerinden Andrew F. Gulli, öyküyü Teksas Üniversitesi arşivlerinde gezinirken bulur. Yukarıda, sağdaki çizim de, Steph von Reiswitz tarafından öykü için çizilir.
6. Kanatlarınla
Bir asteğmenin savaş dönemi ailesiyle başından geçenler anlatılır öyküde. Bu bol tasvirli mini öyküyü daha da ertelemeden paylaşıyorum:
“Eve gitmeyi her şeyden çok istediğini biliyordu -evde alması gereken bir şey olduğunu biliyordu, ancak ne olduğunu bile bilmiyordu. Uzun, sıkı eğitim sırasında ne kendisini düşünmek ne de bir şey istemek için zamanı olmuştu. Sondaki tören gerçek dışıydı. Diğer on altı kişi ile birlikte duruyordu -hepsi selvi kütükleri gibi dimdikti ve gümüş kanatlar ceketinin kalbinin üstündeki kısmına tutturulmuştu. Albay konuşuyordu ve aklının yarısı bunu dinlerken… diğer yarısı eve gidiyordu. Ford Model A’sına doğru yürüdü, içeri girdi ve kapıyı çarptı. Göz ucuyla baktığında, omuzlarındaki altın çubukları görebiliyordu. Gümüş kanatlar kalbinin üzerine bütün ağırlığıyla çökmüştü. Tıkırdayan üstü açık arabayı çalıştırdı, çarpan pistonlara bir an için kulak verdi ve altın rengi güneşli ikindi vaktinin içinde arabayı sürdü. Ön tekerlekler gevşek bir şekilde sallandı, direksiyonun elinin içinde bir ileri bir geri gitmesine izin verdi. Bir eğitim uçağı havalanıp yan yattı. Kafasını kaldırıp bakınca pilotun eve gitmediğini anladı. Şimdi kendi başarısından korkuyordu. Şapkasını biraz eğdi ve direksiyona dimdik yerleşti.
Sonra otoyoldan çıkıp dar yola saptı. Çayır kuşu, çit direğinden bir sonraki çit direğine doğru, gelişini müjdelercesine uçtu. Taze pamuklar tarlalarda güçlü, koyu ve temizdi. Yanlarından geçtiği küçük evlerin verandaları kalabalıktı… Çocuklar yıkanmış, en yeni, en kolalı kıyafetlerini giymişti… saçları kurdelelerle toplanmıştı… ve yaşlılar verandaların arka tarafında duruyordu. Her evden onun geçişini izlediler, sonra aileler yola doğru basamaklardan tören adımlarıyla indiler, kiliseye gidiyormuş gibi onu izlediler… Kadınlar ve erkekler ve çocuklar en iyi kıyafetleri içerisindeydiler. Arkasında kalan şeritte hareket edenleri güneşin kırıldığı dikiz aynasından görebiliyordu.
Kendi ailesi de verandada onu bekliyordu… babası beyaz gömlek, siyah tel kravat ve koyu kilise kıyafetleri içindeydi, ince çenesini kaldırmıştı; annesi mavi-beyaz baskılı elbisesi içindeydi, önünde kavuşturduğu her bir eli ötekini, kaçmasını engellercesine tutuyordu; büyümüş kız kardeşi sevimli ve soluk soluğaydı, dudakları biraz açıktı; genç erkek kardeşinin gözleri o kadar açıktı ki alnı kırışmıştı. Asteğmen William Thatcher arabasını durdurdu, yavaşça dışarı çıktı, ağır ağır verandaya doğru ilerledi, toplanmış komşular da onun arkasından geldiler.
Her şeyi planlamıştı. Hiçbir şey olmamışçasına davranacaktı. ‘Merhaba baba’ demeyi, annesini ve kız kardeşini öpmeyi, küçük erkek kardeşini kucağına almayı, onun kıvırcık saçlarını karıştırmayı hep planlamıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Hiçbir şey olmamış değildi — bir şey olmuştu. Yavaşça verandaya doğru yürüdü, yukarıya doğru, babasına bakarak durdu. Yakınında sessizce hareket eden ve arkasında yarım daire oluşturan komşularının çıkardığı hışırtıları duyabiliyordu. Kendi insanları onun hakkında hüküm vermiş gibiydi. Güneş verandada ve verandaya yaslanmış güller üzerinde sıcaktı, güneş onun altın omuz çubuklarını yakıyordu. Gözlerinin köşesinden rütbe işaretlerinin parladığını görebiliyordu. Eve zafer kazanmış bir komutan gibi dönmeyi düşünmüştü ama hiç de öyle olmamıştı. Altın kartallı şapkasını çıkardı, elinde tuttu. Uzun boylu babasının dudaklarını yaladığını gördü. Sonra babası yumuşak bir sesle:
‘Oğlum — dünyadaki her siyah adam senin kanatlarınla uçacak’ dedi.
İşte o zaman anladı. Nefesi boğazına sertçe tıkandı. Basamaklara tırmandı, ailesinin yanından körmüş gibi geçip evine, büyüdüğü yatak odasına geçti. Teğmen William Thatcher beyaz yatakta uzanıyordu. Kalbi çarpıyordu. Evin önünden gelen kısık sesli uğultuları duyabiliyordu. Az sonra bir şarkıya başlayacaklarını biliyordu. Ve şimdi onlar için ne ifade ettiğini biliyordu.”
Gazeteci Adnan Veli’nin İstanbul’un Karanlık Dünyalarını Anlattığı “İstanbul Batakhaneleri”nden 9 Alıntı
Şair Orhan Veli’yi bilir, duyarız da gazeteci kardeşinden ve giriştiği tehlikeli işlerden haberi olanlar daha azdır. Adnan Veli (1916 – 1972) yirminci yüzyıl Türk gazetecileri arasında oldukça önemli bir yere sahip. Onu ayrıcalıklı ve değerli kılan noktalardan biri, İstanbul’un genelev, kumarhane, pavyon gibi karanlık ve suç yatağı yerlerine kılık değiştirerek gitmesi ve gözlemlerini gazetede yayımlamasıdır. Yazarlık ve gazetecilik hayatına 1949’da Vatan gazetesinde başlar, ardından bir mizah dergisinde çalışmalarını sürdürür. Kentin yirminci yüzyıldaki karanlık yönlerini birebir gidip şahit olarak yazdığı ve yayımladığı yazı dizisi ise bugün “İstanbul Batakhaneleri” olarak Ve Yayınevi’nce kitaplaştırılmış durumda. Kitabın bilgi içeren giriş notlarında bu konu hakkında şunlar yazılı: “Adını küçük bir değişiklikle ‘İstanbul Batakhaneleri’ yaptığımız ‘Batakhane İnsanları’ seksen yedi gün sürmüş bir ‘tefrika’dır. Gizlenmiş bir kimlikle, sade bir vatandaş olarak hayatın çeşitli alanlarında ‘rol alarak’ gözlemleri yazıya dökmek çok eski bir gazetecilik tekniğidir. Adnan Veli, İstanbul’un kumarhane, pavyon, randevuevi, kerhane ve sokaklarında müşteri avlayan hayat kadınlarıyla bir hayli zaman geçiriyor ve tanıklıklarını günübirlik gazetesine yetiştiriyor.” Lafı fazla uzatmadan, sizi Adnan Veli’nin “İstanbul Batakhaneleri”nden alıntılara alalım. 11 ayrı başlığa ayrılan kitaptan biz de başlık başlık ilerleyeceğiz.
1. Bir Gece Baskını
“Saat on biri geçiyordu. K. Oteli’ne on bir buçukta uğrayacaktım. İlk rastladığım aydınlık vitrinin önünde, Sinan’ın elime tutuşturduğu kâğıdı okudum. Ziver Tuzcu diye yazılı idi. Bu adamı, otelden alıp kendi elimle kumarcıların hazırladıkları tuzağın içine itivermek, bir bakıma onlarla suç ortaklığı kurmak oluyordu. Ama bu işi ben yapmasam, muhakkak başka biri yapacaktı. Üstelik ben, hem bu yabancıyı, hem de ötekileri, birbirlerini boğazlamaktan, bu akşam olmasa bile, ileride bir gün, hiç olmazsa zorla vazgeçiririm diye düşünüyordum. Yani hareketimin, kendime göre, havarice bir tesellisi de vardı. (…) Oyun başlayalı yarım saat bile olmamıştı. Ziver Bey, altıncı kavını da [ortaya sürülecek parayı ödeyebilmek için her oyuncunun kendi önüne koyduğu para] ortaya koydu. Masadaki paranın ağırlık merkezi, Osman’a doğru kayıyordu. Yalnız, Sinan’ın ellerine dikkatle baktığım zaman, parmaklarına tuhaf hareketler yaptırdığını fark ediyordum. Öteki oyunda bir daha dikkat ettim. Sinan değme kumarcılara taş çıkaracak kadar ustaca isvoli çekiyordu.”
2. “Bir Gece Baskını” İçin Açıklama
“Dünkü tefrikaya kadar sürüp gelen Sinan Defneli’nin hikâyesi, bu şehirde binlerce benzeri cereyan eden hadiselerden yalnız bir tanesidir. Bu hadiseleri teker teker anlatmaya kalksam, ufak tefek farklarla hepsinin birbirinin aynı olduğu görülür. Aşağı yukarı hepsinin içinde aynı hırs, o hırsa zincir halinde bağlanan sayısız kötülük ve nihayet, hiç değişmeyen aynı netice. Yani kısaca kumar, bizde cemiyetin bünyesini kemiren büyük bir dert halinde görünüyor.”
3. Muhabbet Tellalları Toplanıyor
“(…) Beyoğlu’nda bu tip fahişelerin piyasası, akşamüstleri saat on yedi-on sekiz sıralarında, o kaldırımın üstünde açılır. Bir iki saat içinde, yine aynı kaldırım üstünde bulunan bazı içkili lokantalarda merkezleşir. Vakit biraz daha ilerleyince, caddenin daha aşağılarına, sokak aralarındaki batakhanelere doğru kayar. Saat yirmi bir-yirmi iki raddelerinde, Tepebaşı’ndaki bazı lokantaları da içine alan geniş bir sahaya yayılır ve nihayet gece saat yirmi dörtten sonra, İstiklâl Caddesi’nde, bu caddeye açılan yan sokaklarda, karanlık köşe başlarında, bu piyasa adamakıllı hararetlenir.”
4. Nüket’le Başlayan Yeni Bir Macera
“Nüket güzel başlayan, belki de güzel devam edecek olan ve hatta belki de güzel bitmesi mümkün bulunan bir şeyi bozduğunun farkında değildi tabii… O, yaptığı hareketin erkek üstünde daima aynı neticeyi yarattığını görmeye alışmıştı. Onu görmeyince de kusuru kendinde aramayı düşünmüyordu. Bizi, ihtimal bir otel odasına doğru iten sebep, ikimiz için de belliydi. (…) O günün akşamında, Beyoğlu’nun lüks gazinolarından birine oturmuş, konyak içiyordum. Etrafımdaki masalar epeyce kalabalıktı. Yalnız gazinonun en dikkate çarpan tarafı, bu masalarda oturanların topyekûn erkek olmasıydı. Salonda kadınlar da vardı ama onlar ayrı masalara yerleşmişlerdi. Benim, ötekilerden az çok farklı bir halim vardı. Gözlük takmış, papyon bağlamış, ağzıma bir de pipo uydurmuştum. Buradaki kadınların, daha ziyade, müşteri bulmak fikriyle gelip oturduklarını anlıyordum. Ekseri de, yaşlanmış, külüstür, forması bozulmuş hatunlardı.”
5. Barda Bir Gece Manzarası
“Barların, yine az çok tipik olan diğer elemanları da konsomatris denilen kadınlardır. Bunlar, bar sahibi tarafından, güzelliklerine göre sekiz ile yirmi beş lira arasında değişen yevmiyelerle bara alınırlar. Vazifeleri, müşterilere güler yüz göstererek, hatta kadınlık konusunda mümkün olduğu kadar cömert davranarak, konsomasyon yapılmasını sağlamaktır. Bir masaya davet edildikleri zaman umumiyetle pahalı içkiler içerler. Bu içkiler için müşterinin ödediği paradan yüzme yirmi beş nisbetinde hisse alırlar. Eli açık birine rastladıkları zaman müşteriyi kapalı bir köşeye çekerek konsomasyon yaparlar. Burada, müşterinin her çeşit arzusuna razı olurlar. Tek gayeleri mümkün olduğu kadar fazla içki içip, fazla para kazanmaktır.”
6. Genelevdeki Kadınlar
“Hemen her genelevin bir sahibi, yani sermayedarı vardır. Bu şahıs, bir evi tamamen kiralayarak, yahut mülk edinerek işletir. Evdeki bütün odaları döşememek, derecesine göre konforunu sağlamak, lüzumlu personeli kiralamak, her çeşit masrafı da karşılamak, ev sahibinin vazifesidir.”
7. Madam Nikita’nın Randevuevi
“(…) Bir ara edebiyattan söz açtı. Kırmızı ve Siyah’ın Julien Sorel’ine karşı duyduğu sevgiyi bana uzun uzun anlattı. Gide’i çok beğeniyordu. O bunları anlattıkça ben büsbütün şaşırıyordum. Lale’nin gittikçe daha başka cephelerini görüp tanımak, onun her vakit ışıl ışıl yanan zekâsı yanında, bir de beni sevindiren bir kültürü olduğunu görmek, çok, ama çok hoşuma gitti. O kadar fazla kitap okumuş, kendisini öylesine yetiştirmişti ki, bir ara onun, bir randevuevinin kadını olduğuna inanamayacağım geldi.”
8. Okuyucularla Bir Konuşma
” ‘Batakhane İnsanları’ adı ile yayımladığım bu röportaj serisi içinde yer alan Lale’nin Hikâyesi, nedense, birçok okuyucu üzerinde oldukça geniş tepkiler yaptı. Bunu, çevremdeki tanıdıklarından, bana edilen telefonlardan, aldığım mektuplardan anlıyordum. Mektupların bir kısmı imzasız, adressiz. Telefon edenlerin hiçbirisi adını, hüviyetini açıklamıyor. ‘Bir okuyucunuz’ deyip geçiyor. Lale’nin hikâyesi devam ettiği müddetçe, hastalığım sırasında bile, birçok okuyucunun öfkesine muhatap oldum.”
9. Beni Suçlu Görenler Var
” ‘Batakhane İnsanları’nın bazı okuyucular üzerinde yaptığı tepkiler devam ediyor. Ben, bu yazıların muharriri olarak okuyucularımın öğrenmek istedikleri hususları, bundan önce, az çok cevaplandırmaya çalıştım.”
Brooklyn’in Kaybolmuş İnsanlarını Görebileceğiniz Bir Düş İçin Ağıt Kitabından 9 Alıntı
Yer altı edebiyatının sıkı okuyucuları bilirler ki “Bir Düş İçin Ağıt” bu kulvardaki başat eserlerden biridir. Kitabın yazarı Hubert Selby Jr. (1928 – 2004) eserin geçtiği New York Brooklyn bölgesinde dünyaya gelir. Eğitim hayatına erkenden veda edip çalışmak zorunda kalan yazar, yakalandığı verem nedeniyle yatağa hapsolur. Resmi eğitimden istifade edemeyen Selby Jr. her şeye karşın yaşadığı kasvetli zamanları iyi bir gözlemle aktarır. Bizde de oldukça bilinen ilk ve diğer romanı, filme de çekilen “Brooklyn’e Son Çıkış”tır. Selby Jr. sansürle başı dertte olan yazarlardan biridir; bu ilk eseri İtalya ve İngiltere’de yasaklanır. Bir Düş İçin Ağıt ise filme çekilen bir diğer eseridir. Brooklyn’deki üç genç ve bir yaşlı kadının ağır çıkmazlara düştükleri hikâyelerini anlatır: Kadın zayıflayıp bir TV şovuna çıkmak için can atar. Oğluysa bir keştir; tabiri caizse parayı kırmak adına sevgilisi ve yakın dostuyla karanlık işler içindedir. Dahası dördü de kendilerinden eminlerdir ve yaşadıkları buhranlardan ders çıkarmak yerine, bu sorunları ufak aksilikler olarak görürler. Bir Düş İçin Ağıt, çağdaş dünya edebiyatının ne kadar çarpıcı eserler verebileceğinin adeta ispatıdır.
1. Amerikan rüyası
“Açıkçası, ben Amerikan Rüyası’nın sadece beyhude olduğuna değil, aynı zamanda kendi kendini imha edici olduğuna da inanıyorum; çünkü nihayetinde onunla ilişkisi bulunan her şeyi ve herkesi yok ediyor. Doğası gereği yok etmek zorunda çünkü beslediği şeyler arasında önemli şeyler yok: Dürüstlük, etik, hakikat ve yüreğimizin ve ruhumuzun ta kendisi. Neden? Nedeni basit: Çünkü hayat vermektir, almak değil.”
2. Herhangi bir şey olmak
“Sen gerçekten hayatımı değerli kılabilirsin. Bir erkeğin hayatında nedene ihtiyacı vardır; aksi halde, yaşamanın ne anlamı var? Sokaklardan daha fazlası lazım bana. Hayatım boyunca oradan oraya kaçıp duran mezarlık kumarcısı olmak istemiyorum ben. Bir şey olmak istiyorum… Herhangi bir şey.”
3. Yaşamayı beklemek
“Beklemek! Sanki bütün bir ömrünü bekleyerek geçirmişti. Neyi bekleyerek? Yaşamayı. Evet öyleydi gerçekten de, yaşamayı bekliyordu. Şu andakini bir yaşama provası gibi görüyordu. Bir tür alıştırma.”
4. Güzel olan
“Güzel olan sadece dışarıdaki değil ama insanlar bunu bilmiyor. Bilecekleri de yok. Dünyada olup biteni düşünüp dert etmemek bu yüzden lazım. N’olursa olsun senin sonunu getirmeye bakarlar. İnsanlara bağlanamazsın çünkü eninde sonunda sana karşı olurlar ya da ortalıktan öylece kaybolup seni tek başına bırakırlar. Ama herkesi hayatının dışında bırakamazsın. Ne bileyim, insan sevebileceği birine… Tutunabileceği birine ihtiyaç duyar.”
5. Hastalık
“Hastalık ısrarcıydı. Boğuşmayı yavaş yavaş bıraktı ve içindeki o boşluk; hasta ölü şeye öylece teslim oldu. Bütün o acı, dehşet ve ıstırap, her yanını kaplayan ve mücadele etmeyi artık bıraktığından neredeyse rahatlatıcı gelen bir çaresizlik örtüsüne dönüştü ve öylece arkasına yaslandı. Gözünü televizyona dikti. Ekranda olup bitenler ilgisini çekmeye başlıyordu ve oradaki yalana inanacak gücü bulmaya çalışıyordu ki içindeki yalana inanabilsin.”
6. Işık huzmesi
“Herkesin yaşamında keder ve acı var; ama arada sırada insanın kalbindeki yalnızlığı eriten bir ışık huzmesi çıkagelir ve sıcak bir çorba gibi, yumuşak bir yatak gibi, huzur verir insana.”
7. TV programı
“Kendini sunucunun yanında durmuş, izleyicilere tanıtılırken izliyor, alkışları ve beğeni ifade eden ıslıkları duyabiliyordu. İzleyicilere gülümsedi. Belki, nasıl gözüktüğümü gördüklerinde düzenli bir TV programı için isterler beni. Belki bir Ziegfield kızı olurum.
8. Tamamlanmak
“Daha önce hiçbir yere uymayan bütün parçaların yerine oturduğunu hissediyordu. Çok mühim bir şeyin eşiğinde hissediyordu kendini. Kendilerini tamamlanmış hissediyorlardı. Birleşmiş.”
9. Hisler
“Hisler yoksa ardında, bütün o kelimelere ne gerek var ki zaten? Kelimeden başka bir şey değil onlar. Ben bir tabloya baktığımda ona güzelsin, diyebilirim. Bundan tabloya ne ki? Ama ben bir tablo değilim. Ben iki boyutlu değilim. Ben bir insanım. Bir Botticelli bile hissizdir ve nefes almaz. Güzeldir ama sonuçta bir tablodur. Dışarıdaki ne kadar güzel olursa olsun, içeridekinin kelimelerin karşılayamadığı hisleri ve ihtiyaçları vardır yine de.”