Quantcast
Channel: Edebiyat | ListeList.com
Viewing all 460 articles
Browse latest View live

Zorluklarla Mücadelede İlham Verici Biyografi ve Otobiyografi Kitapları

$
0
0

Hakkında kitaplar yazılan ya da bizzat kendi yaşam öykülerini kendileri yazan isimlerin, apayrı kulvarlarda olsalar da birkaç ortak noktası olsa gerek. Hemen hepsi, üretim gösterdikleri alanda bir şeyleri değiştirmiş, yenilik katmış insanlar oluyor. Müziği, edebiyatı ve sanatı; tıbbı, teknolojiyi ve bilimi değiştiren ve bugün onların buluşlarıyla ileriye giden insan evladı tüm bu mucitlere çok şey borçlu. Peki ama her şey göründüğü gibi mi? Tabiri caizse, tüm bu isimler keşiflerini gerçekleştirirken dibe batmadan ve risk almadan mı ilerledi? Sonuç odaklı tipik yaklaşımın aksine, birazdan listede göreceğiniz isimlerin büyük çoğunluğu Samuel Beckett’in şu sözünü doğruluyorlar: “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” Bugün gerek ülke gerek dünyada bilinen isimler hakkındaki biyografi ve otobiyografi sizlerle!

1. Bahriye (Elfin Tataroğlu)


Siyasî tarihimizde önemli ilkleri gerçekleştiren bir kadındır Bahriye Üçok. Henüz Osmanlı zamanında, 1919’da dünyaya gelen Üçok; Türk tarihçi, akademisyen ve siyaset bilimcidir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ilk kadın akademisyeni ve cumhuriyet senato üyesidir. Arapça ve Farsça’ya iyi derecede hakimdir. Katıldığı söyleşi ve toplantılarda her zaman kadın hakları, laiklik ve irtica tehlikesi üzerinde durmuştur. “Bahriye” biyografisi, yine kendi gibi bir siyasetçi ve akademisyen olan Elfin Tataroğlu tarafından hazırlanmıştır. Kitabın tanıtım bülteninden: “6 Ekim 1990 günü evine gönderilen bombalı paketle hayata veda eden Doç. Dr. Bahriye Üçok’un fırtınalarla dolu yaşamı… Trabzon ve Ordu’da geçen ilk çocukluk günleri… Gençlik yıllarında aldığı opera eğitimi… Babasıyla yıllar sonra yaşadığı hüzünlü buluşma… İlahiyat Fakültesi’nde cübbe giyen ilk kadın akademisyen… Atatürk devrimlerinin, İslam’la çelişmediğini ispata adanmış bir ömür… Terör örgütlerinin hedefine otururken adım adım yaklaşan ölümün soğuk nefesi… Türk aydınlanmasının öncülerinden Doç. Dr. Bahriye Üçok’un soluk soluğa geçen yaşamına tanık olmaya hazır mısınız?”

2. Olof Palme (Henrik Berggren)


20. yüzyılın en ilgi çekici siyasî karakterlerinden biri olan Olof Palme, İsveçli başbakan olarak bilinir. Evrensel ölçekte değer gören ve tanınan Palme bir sosyal demokrattı. Küçük ülkelerin uluslararası sahada bağımsızlıklarını kazanmaları gerektiğini savunması, ABD’ye karşı Küba’ya yardım etmiş olması, sosyal hizmetleri arttırma konusunda yetkilerini sonuna kadar kullanması gibi politikaları onu halk nezdinde sevilen ve sayılan bir politikacı olarak ortaya çıkarmıştır. Ne yazık ki suikasta uğrayarak hayatını yitirse de savunduğu fikirler ve uyumlu politikası hiçbir zaman unutulmamıştır. Kitabın yazarı Henrik Berggren bir tarihçi, gazeteci ve biyografi yazarıdır ve İsveç politik kültürü üzerine yoğun olarak yazılar yazmıştır. 2010’da altı dile çevrilmiş olan Olof Palme’nin biyografisi Türkçe’ye de ne mutlu ki kazandırıldı. Kitabın arka kapağından bir alıntı: “Aristokrat bir ailede doğmuş olmasına karşın her bireye kendi benliğini geliştirme ve dilediği hayatı yaşama özgürlüğü sağlamak uğruna Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde siyasete atılan İsveç eski Başbakanı Olof Palme (başbakanlığı 1969-1976 ve 1982-1986), bu amaca ulaşmak için devletin müdahalesini sonuna kadar kullanmayı esas almıştır. Nitekim devlet aygıtının gücünden yararlanarak ülkesinde gelir farklılıklarının azalmasını, kadınların iş hayatına katılmasını, çocuk bakımı ve diğer sosyal hizmetlerin kapsamının artırılmasını, eğitim düzeyinin yükseltilmesini, iş yerinde demokrasinin pekiştirilmesini sağlamıştır.”

3. Steve Jobs (Walter Isaacson)


Bilgisayar dünyasının devlerinden biri ve Apple markasının kurucusu olan Steve Jobs, getirdiği dijital yeniliklerin yanı sıra hayatıyla da ilgi çeken bir isim. 2011’de kaybettiğimiz Jobs’un da katılımıyla hazırlanan kitap, bu mucidin iyi – kötü, merhametli – agresif yanlarını ortaya koyuyor. Tanıtım bülteninden: “Jobs’la iki yıldan uzun süre boyunca yapılan kırktan fazla röportajın – ayrıca yüzden fazla akrabasıyla, arkadaşıyla, hasmıyla, rakibiyle ve iş arkadaşıyla yapılan görüşmelerin – temel alındığı bu kitap, kusursuzluk tutkusuyla ve azmiyle altı endüstride (kişisel bilgisayarlar, animasyon filmler, müzik, telefonlar, tablet bilgisayarlar ve dijital yayıncılık) çığır açmış yaratıcı bir girişimcinin inişli çıkışlı hayatını ve güçlü kişiliğini anlatıyor. Jobs birlikte çalıştığı ve rakip olduğu insanlar hakkında içtenlikle ve bazen zalimce konuşuyor. Arkadaşları, düşmanları ve iş arkadaşları da aynı şekilde davranarak, onun iş hayatına yaklaşımını biçimlendiren tutkularından, takıntılarından, mükemmeliyetçiliğinden, sanatçılığından, huysuzluğundan, kontrol saplantısından ve sonuçta ortaya çıkan yaratıcı ürünlerden dobraca bahsediyorlar.”

4. Benim Adım Neymar (Michael Part)


Cristiano Ronaldo ve Messi üzerine de biyografi kitabı hazırlayan yazar bu kez de bir Neymar biyografisiyle karşımızda. Brezilyalı futbolcu Neymar’ın imkânsızlıklar içinden sıyrılıp yükseldiği yaşam öyküsünü anlatan bir kitap. 1992 doğumlu, gencecik bir futbolcu olan Neymar tam da doğduğu yıl ailesini bir trafik kazasında kaybediyor ama kendisi sağ kalıyor: “Neymar’ın yoksulluktan zirveye uzanışının öyküsü… Brezilyalı Santos Ailesi, 1992 yılında bir araba kazası geçirdi… Dört aylık bebekleri, bu kazadan sağ kurtuldu… O bebek, bugün Barselona Futbol Kulübü’nün as oyuncularından biri olan Neymar da Silva Santos Junior idi. Bu kitapta inanç ve fedakârlığın yoksulluğa nasıl üstün geldiğini, Neymar Jr’nin nasıl günümüzün en ünlü futbolcularından birine dönüştüğünü okuyacaksınız.”

5. Tesla (Nikola Tesla)


Amerikan bilimci ve mucit Nikola Tesla genellikle devrinin bilim ve teknolojisini kökünden değiştirmesi, etkilemesiyle bilinir. Radyo, kablosuz iletişim sistemi, dönen manyetik alan gibi çalışmaları bugünün elektronik ve dijital dünyasının tohumlarını atmayı başarmıştır. Arka kapaktan bir parça: “Tesla’nın yaptığı araştırmalar geleneksel algıyı yıkan, çarpıcı nitelikte çalışmalardı ve bu durum, çağdaşları tarafından anlaşılamamasına, yaptığı icatların ve getirdiği yeniliklerin değerinin o dönem fark edilememesine yol açtı. 1919’da Electrical Experimenter dergisinde altı bölüm olarak yayımlanan bu otobiyografi, Tesla’nın iç yaşantısını sunduğu gibi, bir mucidin bedeninin ve zihninin nasıl çalıştığını gösterip onun değerini anlamamızı sağlayacak.”

6. Freud – Mutluluğun Mimarı (Stefan Zweig)


Yirminci asrın karamsar münevveri, son derece üretken ve disiplinli bir yazar olan Stefan Zweig biyografik çalışmalarıyla da saygınlığını katbekat arttırmıştır. Dostoyevski, Tolstoy, Stendhal gibi devasa yazarlar hakkındaki biyografik çalışmaları kadar, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud biyografisi de son derece nitelikli bir kitap: “Zweig, Mutluluğun Mimarı’nda, Freud’un öğrencilik yıllarından başlayarak önce bütün Avrupa’da daha sonra ise tüm dünyada geniş yankı uyandıran çalışmalarının izini sürüyor. Freud öncesi Avrupa’nın âdeta fotoğrafını çekerek ruhsal yönden ‘hasta bir Avrupa’ portresi ortaya koyuyor ve Freud’un, ‘devrim’ olarak nitelediği çalışmalarıyla bu hasta ruhların özgürleştiğini savunuyor. Zweig, Freud’un çıkış noktasına dikkat çekerken bir yandan da bu genç hekimin bilinç dışı dünya, rüyaların yorumu, psikanaliz ve cinsellikle ilgili çalışmalarının yarattığı etkiyi inceliyor. Mutluluğun Mimarı iki büyük ismi tek kitapta buluşturan ve roman tadında okunan eşsiz bir kitap…”

7. Tam Bitti Derken – Tarihe Yön Veren Geri Dönüşler (Tunahan Elmas)


Kitap, dünya ve Türkiye’den seçili 13 liderin, tam da her şeyin bitmeye yüz tuttuğu zamanda işlerin üstesinden nasıl geldiklerini aktarıyor. Atatürk, Gandi, Lenin, Hitler, Mao… Tarihe yön veren 13 ismin eylemleri, teşebbüsleri Tam Bitti Derken ile bize sunuluyor: “Dünyadan 8, Türkiye’den ise 5 liderin geri dönüş hikayesinin yer aldığı bu kitapta Elmas, dünyaca tanınan bu isimlerin kişisel hayat hikayelerinden çok, özel hayatları, dünya görüşleri ve mücadeleye karşı bakış açılarını anlatmıştır. Oldukça akıcı bir üslupla yazılan bu çalışma, tamamen tarihsel gerçekliklere bağlı kalmıştır. Kitabı okurken kendinizi sık sık farklı dünyalarda bulacaksınız. Mao’yla Büyük Yürüyüş’ün yapıldığı Çin dağlarında, Napolyon’la sürgün adası Elba’da, Türkeş’le tabutlukta, Erbakan’la 12 Eylül’ün mahkeme salonlarında, Ecevit’le Mamak’ta ve Atatürk’le Dumlupınar’da…”

8. Aşkın Kavurduğu Güneş – Zeki Müren (Radi Dikici)


Kitap; sanat güneşi, özellikle 1970 ve 80’lerin cemiyet hayatındaki en şaşaalı, görkemli isimlerinden Zeki Müren’in daha önce hiçbir yerde yayımlanmayan, sözü edilmeyen özelinden oluşuyor. Herkes kadar kinli, herkes kadar agresif ve herkes kadar duygusal, şefkatli yanlarını görebileceğiniz kitap daha önce Müzeyyen Senar’la ilgili de başarılı bir biyografi kitabı yazan Radi Dikici tarafından bize sunuluyor. Kitabın tanıtım bülteninden bir alıntı: “Bu kitapta, inatçılığı, kıskançlığı, kindarlığı, hasisliği gibi zaaflarının yanı sıra, ulaştığı yerde tek olma arzusuyla yanan ve bazen de anlaşılmaz bir gönül zenginliği sergileyip, âşık olduğu zaman onu sonuna kadar yaşayan bir insan var…”

9. Geleceği İnşa Eden Adam (Elon Musk)


Dijital dünyadaki gelişmeleri şöyle kıyısından köşesinden takip edenler dahi onun adını bilirler. Birçok alanda başarı gösterdiği ilklerinin ve mucitliğinin yanı sıra daha önemli bir şey var; Elon Musk bir girişimcidir ve tipik bir girişimci tavrı olarak riske girmekten, parasının tamamını farklı şeylere yatırmaktan hiç çekinmez: “Bir sarı sayfalar sitesi olan Zip2’nin, Dünyanın ilk çevrimiçi bankacılık sistemlerinden olan X.com’un, En büyük çevrimiçi ödeme sitelerinden biri olan PayPal’ın, İlk elektrikli spor arabayı üreten Tesla Motors’un, Güneş panelleri üreten SolarCity’nin ve Bizleri geleceğe taşıyan uzay taşımacılığı şirketi SpaceX’in arkasındaki isim olan Elon Musk aynı zamanda bir mucit, bir kâşif, bir mühendis ve bir girişimcidir. Geleceği İnşa Eden Adam’da, Elon Musk’ın başarısının sırrını keşfedecek, ayrıntılı başlıklar sayesinde bir biyografi okuyormuş gibi hissedecek ve her şeyden önemlisi, ona ‘Gerçek Dünyanın Iron Man’i’ denmesinin geçerli sebepleri olduğunu göreceksiniz.”

10. Zarafet – Audrey Hepburn’ün Hayatı (Donald Spoto)


1993’te yitip giden, dünya güzeli bir kadın olan Audrey Hepburn, Hollywood yıldızlarının en alacalı ve ilgi çekici isimlerinden biri olmuştur. Bunun yanı sıra, başlı başına bir moda tanrıçası olmayı da başaran oyuncu tüm bu şöhretinin yanı sıra sadeliği, sessizliği, iyi yürekliliği korumayı da başarmıştır. Öldükten bunca sene sonra dahi dostlarının onu bu denli özlemesi ancak onun iyi bir insan olmasıyla açıklanır. Arka kapaktan:
“‘Nasıl yaşanacağını, kenarda durup izlemeden dünyanın nasıl hem içinde hem dışında olunacağını öğrendim. Bir daha asla ama asla hayattan kaçmayacağım. Aşktan da…’ dedi Audrey.”
“Öylesine sıra dışı bir çekiciliği vardı ki, herkes ona yakın olmak isterdi. Sanki kendisiyle dünya arasına camdan bir duvar örmüştü. Onu kolayca aşamazdınız. Bu onu fazlasıyla çekici kılardı.”
Stanley Donen

11. Tepeden Tırnağa İsyan Nâzım Hikmet (Enver Aysever)


Modern Türk şiirinin öncü isimlerinden, dünya şairi Nâzım Hikmet aşkları, kavgaları, hayat gayesiyle her zaman özgün bir sanat ve fikir adamı olmuştur. Şilili büyük şair Pablo Neruda, Hikmet öldüğünde yazdığı şiirinde ondan övgüyle söz eder. Kitabın tanıtım bülteninden: “İstanbul’da bir ceviz ağacıdır o, Gülhane Parkı’nı kendine mesken edinmiş, bin yıllar boyu orada kök salmış. Elleri vardır milyonlarca, uzanır insanlara, insanlığa dallarıyla. Bir hasretlik türküsüdür, bir sokak lambasının solgun ışığında bekler durur sevgiliyi; birdenbire kalkar, köpürür. Çığlık olur göğünde hışırtısı yapraklarının… İstanbul’un… Baharları ilk önce o çiçeklenir, yüzünü döner güneşe, güz gelince hüzünle yavaştan döker altın rengi yapraklarını, bir halı serer üşüyen çıplak ayaklı çocuklara…”

12. Büyük İskender (Jona Lendering)


İ.Ö 336 – 332 yılları arasında Makedonya’nın kralı ve en büyük imparatoru olan Büyük İskender tarihin görüp görebileceği en dahi askerî liderlerden biri olmuştur. Stratejik zekası ve kararlılığı Pers İmparatorluğu’nu mağlup etmiş, 33 yaşında öldüğünde ardında koca bir imparatorluk ve fetih politikaları bırakmıştı. Arka kapak yazısından: “Makedonya, Yunanistan ve Pers İmparatorluğu, dünya tarihinin en gizemli coğrafyalarına ev sahipliği yapmıştır. Bu üç imparatorluktan ilki, İskender’in veliahd olarak dünyaya geldiği Makedonya’dır. Yunanistan’a İskender’in babası Philippos hükmetmiştir. Dünya savaş tarihinin en korkutucu ordusuna sahip Persleri ise İskender fethetmiştir. İskender, 11 Haziran 323 tarihinde Babil’de öldüğünde sadece 33 yaşındaydı. Ardında bıraktığı imparatorluk Nil Nehri’nden Himalaya’ya, Balkanlar’dan Hint Okyanusu kadar uzanıyordu. Ancak devlet yönetimindeki bazı tutumları, imparatorluğunda sonradan çok ciddi bir değişim ve dönüşüm yaratmıştır. İnsanlığı Yunanlar ve barbarlar olarak sınıflandırması, Persleri hem seçkin ağır süvari birliği Hetairoi’ye hem de Avrupalı ordusuna dâhil etmeyi düşünmesi, onları yüksek mevkilere atayarak imparatorluk yönetiminde söz sahibi olmalarını sağlaması imparatorluk felsefesinin neredeyse yeniden kurulmasına sebep olmuştur.”

13. Pablo Escobar Benim Babam (Juan Pablo Escobar)


Kolombiyalı uyuşturucu kaçakçısı olan Pablo Escobar, oğlu tarafından hazırlanan bu kitapla hem anılıyor hem de tanıtılıyor. Oğul Escobar’ın söyledikleri kitap hakkında da, babası hakkında da oldukça aydınlatıcı bilgiler içeriyor: “Benim doğduğum günden, onun öldüğü güne kadar babam benim arkadaşım, rehberim, öğretmenim ve güvenilir akıl hocamdı. Hâlâ hayattayken, ona gerçek hikayesini yazması için zaman zaman yalvardım, ancak o bunu reddetti: ‘Grégory,’ derdi, ‘Tarihi yazabilmek için önce onu bitirmen gerek’. Bu kitap kimseyi suçlamıyor. Bu kitap mutlak bir gerçek de değildir. Bu, babamın hayatına yakınlaşabilmek için bir araştırma, bir girişimdir. Bu, kişisel, özel bir incelemedir. Tüm erdemlerinin yanı sıra tüm hatalarıyla bir adamın yeniden keşfidir. Bu kitaptaki anekdotların çoğu, yaşamının son yılında, ateşin başında hep beraber toplandığımız uzun ve soğuk geceler boyu bana anlattıklarıdır. Diğerleriyse, düşmanlarının hepimizi öldürmeye çok yaklaştıklarının anlaşıldığı zaman bana yazılı olarak bıraktıklarıdır.”

14. Metallica – Metalin Şeytanları (Joel Mciver)


Heavy metalin lanetlileri olarak bilinen, rock müziğin evre atlaması ve gelişim göstermesinde başat bir role sahip olan Metallica zamana karşı direnmeyi bilmiş devasa bir grup. Ayrıca biliriz ki o rock and roll dönemler tüm rock aleminin de çılgınca yaşadığı bir dönem olmuştur. Kitap o ilk deli dolu günlerden şöhreti kazandıkları günlere kadar geliyor: “Metallica, Metalin Şeytanları, grubun bedava bira karşılığı köhne barlarda çaldıkları zamanlardan; özel jetleriyle gittikleri, dünyanın en büyük stadyumlarında konser verdikleri günlere kadar, yaşamlarındaki iniş ve çıkışları, çalışma disiplinini, metal aşklarını, dostluklarını ve sürtüşmelerini anlatıyor. Ünlü gazeteci McIver’ın, yayınlandığında büyük ses getiren kitabı, Türk müzikseverlerle buluşuyor!”

15. Beethoven (Aydın Büke)


Müzisyen ve bir yazar olan Aydın Büke daha önce Chopin ve Mozart üzerine de biyografi hazırlamış ve bunda oldukça muvaffak olmuştu. Sıra bir diğer büyük dehaya, Beethoven’a gelmiş görünüyor. Sanatkârın dönemindeki siyaseti anlamak açısından da okunabilecek olan kitabın arka yazısından bir not: “Daha önce yayımladığımız Mozart ve Chopin biyografileri büyük ilgi gören Aydın Büke, yine olağanüstü bir çalışmayla okur karşısında. Beethoven, Müziğin Dönüm Noktası, ünlü besteciyi bir romancı titizliğiyle anlatıyor. Kitapta yalnızca Beethoven’ın değil, ailesinin, dönemin ünlü siyaset adamlarının, prenseslerinin portreleri de ustalıkla çiziliyor. Dünyayı yerinden oynatmış, müziğin akışını değiştirmiş dâhinin yaşamını, Aydın Büke’nin kılı kırk yaran kaleminden okuyacaksınız.”


Londra’da Gezip Görebileceğiniz Önemli 7 Edebî Mekan

$
0
0

İngiltere, edebiyatı ve tarihi açısından köklü geçmişe sahip ülkelerden biri. Bu ülkenin başkenti ve dünyanın önemli metropollerinden biri olan Londra da müzeleri, tiyatroları, klasikleşen mekânlarıyla gözde bir kent. Her yıl ziyaretçi ve turistlerin akınına uğrayan tarihî mekânlarıyla da ünlü olan Londra’da çok önemli edebî mekânlar var. Yazarların yaşadıkları ve günümüzde müzeye dönüştürülen mekânlar, William Shakespeare’in tiyatrosu, birçok eserde adı geçen ve yazarların da uğrak yeri olan bir pub sayabileceklerimden bazıları. Listemizde de yer alan bu örnekler edebiyatseverler başta olmak üzere tüm meraklıların ufkunu açacak tarihî yerler. İşte Londra’da ziyaret edebileceğiniz 7 edebî mekân!

1. Sherlock Holmes Müzesi


İskoçya doğumlu yazar Sir Arthur Conan Doyle tarafından yaratılan dedektif Sherlock Holmes karakteri günümüz dünyasında dizi ve filmlerle de karşımıza çıkıp büyük beğeni topluyor. 1859 ila 1930 yılları arasında yaşamış olan yazarın yaratıcısı olduğu Sherlock Holmes karakteri bugünün polisiye edebiyat ve filmlerini de müthiş etkiledi. İşte bu hayalî dedektifin müzesi, Londra’da tıpkı kitapta anlatıldığı gibi tasarlanmış vaziyette. Bir ön bilgi vereyim: yazarın kızı müzenin açılmasına vaktiyle karşı çıkmış, çünkü insanların Sherlock Holmes karakterini gerçek sanacaklarından kaygı duymuş. Müzenin kapısında polis üniformalı bir personel giriş – çıkışları sağlıyor. 3 katlı olan müzenin tüm odaları senaryoda anlatıldığı gibi tasarlandığından sizi Viktorya Dönemi’ne götürüyor. İlk katta Sherlock Holmes’e ait çalışma odası ve yatak odası bulunuyor. İkinci katta kitabın bir diğeri karakteri olan Doktor Watson’un yatak odası, üçüncü katta ise karakterlerin balmumu heykelleri yer alıyor. Ayrıca müzeye bitişik olan mağaza kısmında da Sherlock anahtarlıkları, kalemler ve kupalar satışa sunuluyor.

Yer: Baker Street (221 Baker Street). Londra Metrosu’na binip Baker Street durağında indikten sonra merdivenleri çıkarsanız karşınızda Sherlock Holmes heykeli görüyorsunuz.
Zamanlama ve fiyat: Noel dışında her gün 9.30 – 18.00 arası açık olan müzenin güncel fiyatı büyükler için 15, küçükler içinse 10 Pound.

2. Shakespeare’s Globe


‘’Globe Tiyatrosu’’ olarak da bilinen bu tarihî tiyatro, İngilizlerin edebî babalarından William Shakespeare’in tiyatrosudur. Hikâye şöyle: 1599 yılında Shakespeare’in oyuncu topluluğu olan ‘’Lord Chamberlain’in Adamları’’ tarafından kurulan amfi tiyatro 1613 yılında yanıp kül olur. 1 yıl sonra tekrar inşa edilir, ancak eğlenceye inanmayan ve reformist hareketlere de karşı olan Puritanlar tarafından 1642 senesinde kapatılır. Yıl 1989’a gelindiğinde ise yapılan kazılar sayesinde tiyatronun orijinal yeri bulunur ve yeniden tasarlanıp 1997 senesinde açılır. Thames Nehri’nin kenarında yer alan Shakespeare’s Globe’un sahnesi daireseldir ve en pahalı yerlerin üstü örtülüdür. Daha cüzi bir rakama oyun seyretmek içinse ayakta durulabilecek 700 kişilik bir yer vardır. Tiyatroda ayrıca; oyun aralarında yeme – içme ve buluşmalar için oturulabilecek restoran ve pub yer alıyor.

Yer: 21 New Globe Walk. En yakın durak; Blackfriars metro durağıdır.
Zamanlama ve fiyat: Bu ikisi de oyuna, zamana ve güne göre değişmektedir.

3. King Cross İstanyonu’ndaki 9¾


Harry Potter sevenlerin herhalde ilgisini çok çekecek bir maddedeyiz. Dünyaca ünlü film ve kitap serisi olan Harry Potter’ın, Londra’daki en yoğun tren istasyonlarından biri ile ne ilgisi olduğunu soruyorsanız olay şu: kitapta ve filmde, büyücülük okulu olan Hogwarts’a gitmek için büyücüler King Cross İstasyonu’nu kullanıyorlar. İstasyon büyücülük okuluna giden Hogwarts Express’e de ev sahipliği ediyor. Harry Potter ve arkadaşlarından da bildiğimiz üzere 9 ile 10 numaralı platformlar arasındaki bir tuğla duvardan geçerek Hogwarts Express’e biniliyor. Bu kurgunun tren istasyonundaki bir bölgeyi böyle şekillendirebileceği kimin aklına gelirdi? Ücretsiz olarak kendi fotoğrafınızı çekebileceğiniz gibi, 9.00 – 21.00 aralarında bir profesyonel fotoğrafçı da burada ziyaretçileri çekebiliyor.

4. Westminster Abbey


Daha gotik bir yapıyla, eskilerden kalma bir manastırla devam edelim. Orijinal adı ‘’Westminster Abbey’’ olan ve her yıl yaklaşık 1 milyon ziyaretçinin uğradığı Westminster Manastırı tabii ki atmosferi gereği ürkütücü ya da gotik olabiliyor. Diğer bir adı da St. Peter Kilisesi olan manastırda taç giyme ve cenaze törenleri yapılıyor. 1066 yılından bu yana birkaç istisna dışında tüm taç giyme törenleri burada gerçekleştiriliyor. Charles Darwin, Charles Dickens, Sir Isaac Newton, Lord Kelvin, Thomas Hardy gibi birçok sanatçının, politikacının, hükümdarın da mezarları burada yer alıyor. Buradaki ilginç detaylardan biri; fazla yer olmadığından ötürü birçok mezarın dik konumda yerleştirilmiş olması. Günümüzdeki halinin büyük bir kısmı ise 1245 – 1272 yıllarındaki Kral III. Henry’nin manastırı gotik tarzda inşa etmesinden kalan kısımdır.

Yer: Londra’nın Westminster Sarayı’nın batısında bulunuyor. Westminster metro durağı en yakın duraktır.
Zamanlama ve fiyat: P.tesi – Cuma, 9.30 ile 15.30; Cumartesi ise 9.30 – 13.30 tarihleri arasında açıktır. Güncel fiyatı ise 15 Pound.

5. Charles Dickens Müzesi


Büyük İngiliz yazarı Charles Dickens 1812 – 1870 yılları arasında yaşamış ve bize önemli klasikler bırakmış bir isim. Yazarın, evliliğinden sonra taşındığı ve 1837’den 1839’a kadar ailecek kaldığı ev bugün müze olarak ziyaret edilebiliyor. Oliver Twist’in burada yazılması, yazarın yaşadığı yılların atmosferinin korunması müzeyi oldukça ilgi çekici kılıyor. Bu 4 katlı tuğla evde mutfak, yatak ve çalışma odaları gibi bölümler yer alıyor. Üst katta yazarın hayatıyla ilgili bir belgeselin gösterildiği müzenin en alt katında kafeterya, giriş katında ise hediyelik eşya bölümü bulunuyor.

Yer: Bloomsbury bölgesi, 48 Doughty Caddesi’ndedir.
Zamanlama ve fiyat: Her gün açık ve ücretlidir.

6. Brick Lane


Sıra otantik bir dünyada. Bangladeş kökenli İngiliz yazar Monica Ali’nin ilk ve Man Booker Ödüllü romanı Brick Lane, bir zamanların en fakir gecekondu bölgelerinden biri olan bu yeri anlatıyor. Burası şimdilerde birçok sanat galerisinin de bulunduğu oldukça renkli bir pazar bölgesi. Romanda; Bangladeşli göçmenlerin hayatlarının anlatıldığını düşünürsek bu bölgede de aynı göçmenlerin oluşturduğu çeşitli Vintage dükkânlar, kıyafet – el çantası – mücevherat satan dükkânlar bulunuyor.

Yer: Aldgate Caddesi

7. Ye Olde Cheshire Cheese Pub


Gelelim listenin sonuna. 1538’den beri varlığını sürdüren bu mekâna kimler gelmiş kimler… Sir Arthur Conan Doyle, Lord Tennyson, Mark Twain gibi yazarlar buranın müşterisi oldukları gibi Agatha Christie, Charles Dickens gibi romancılar da eserlerinde buradan bahsetmişlerdir. Londra’nın en meşhur ve güzel publarından biri olan Ye Olde Cheshire Cheese Pub asırlardır birçok edebî esere konu olması ve sayısız yazarın da uğrak mekânı olduğu için özel ve tarihî bir önem taşıyor.

Yer: 145 Fleet St.

Kaynak: 1

Modern Dünyada Aşkı Arayan Fakat Benliğinden de Ödün Vermeyenlerin Hikayesi: Ben de Seni Sevmiyorum

$
0
0

Modern dünya, dediğimiz zaman kimi insan ilişkileri konusunda biliyoruz ki çoğumuzun yüzü bir ekşir. Bu çağın içine doğanlar kıyas yapacak bir başka devir bulamayıp yarı bilinçli yarı bilinçsiz bir şekilde yürümeye devam eder, daha eski kuşaklarsa hiç değilse şu ‘’gönül işleri’’nin bu devirde ele ayağa düştüğünü söyler. Giderek hızlı hale gelen yaşam biçimlerimiz bize bazı konularda kolaylık sağlıyor evet ama belki de nerede yavaşlamamız gerektiğini pek bilmiyoruz. İşte Oben Budak’ın yeni kitabı ‘’Ben de Seni Sevmiyorum’’ bu çok temel ilişki ihtiyacımızın yaşadığımız çağdaki dönüşümünü anlatıyor. 14 Şubat’ta, yani bugün çıkan kitaba geçmeden önce; vokalistlik, VJ’lik, mankenlik, yazarlık gibi farklı ve zengin kariyerlere sahip Oben Budak’a biraz bakacağız. Hey! Hem 14 Şubat Dünya Öykü Günü’dür ayrıca!

1. Oben Budak


Mankenlik, vokalistlik, köşe yazarlığı, dergicilik… Belki hiçbiri de tesadüf eseri değil; hep bir sonraki basamağa geçmek için birilerinin kapısını tıklatmayı ihmal etmemiş. Oben Budak bugün gerek kitap yazarı gerek Haberturk’te köşe yazarı olarak karşımıza çıksa da aslında epey zengin bir geçmişe sahip. Üniversitede İşletme bölümü okuyan Budak bu yıllarda Gaye Sökmen’in ajansında da mankenliğe devam eder. Bu dönemde henüz yeni tanınmaya başlayan Şebnem Ferah’ın klibinde oynama şansını yakalaması da bir dönüm noktası olur; çünkü bunun hemen ardından Sertab Erener’le tanışma ve onun vokalistliğini yapma fırsatını yakalar. Çalıştığı stüdyoya bir sürü büyük müzisyenin gelmesi ve kendisini onlarında arasında yetersiz hissetmesi nedeniyle de konservatuvar okumaya karar verir. Ajda Pekkan’ın da vokalistliğini yapan Budak’ın Kral TV’de VJ’lik kariyeri de vardır. 2002 yılında, 24 – 25 yaşlarındayken yakalandığı kanser şarkıcılık kariyerine engel olur ve 8 ay içerisinde iyileşse dahi sağlığı ona müsaade etmez. Onun da yolu yazarlığa doğru evrilmeye başlar.

2. Yazarlık


Hastalık sonrası artık mikrofonu bırakıp kalemi eline alan Budak dergicilik ve yazarlığa soyunur. FHM adlı erkek yaşam tarzını içeren meşhur bir dergide çalışır. 1 yıl burada yoğrulduktan sonra Aktüel’in kapısını çalar ve dergileri için meşhur müzisyenlerin kulislerini, konser öncesi hazırlıklarını anlatan yazılar yazabileceğini söyler. Zamanlama odur ki; o dönem Sertab Erener’in Eurovision birinciliği ile popüler hale geldiği dönemdir ve onunla ilgili bir içerik hazırlayabileceğini söyler. Bunu başarınca da kapılar ardı sıra açılmaya başlar. Oben Budak’ın; ‘’Falan Filan (Aşk, Ayrılık, İhanet, Seks)’’ ve ‘’Hayvan!’’ adlı iki kitabı daha vardır.

3. Ben de Seni Sevmiyorum


Aslında modern kadının aşka dair yaşadığı çıkmazı, dramı anlatan kitap daha genel ifadeyle modern insanın müşkül durumunu gösterir. Bir büyük metropolde başarılı, çekici, eğitimli bir kadının hayattan alabileceği yegane şey kalmıştır; aşk. Defne adlı bu kadın muhtaç olduğunu düşündüğü bu şeyi aramaya koyulur ve bu uğurda defalarca aşık olur. Biz Defne’nin bu arayışı esnasında tabiri caizse ne kadar aşık oluyorsa o kadar kandırıldığını görürüz. Yani işin özü o ki; aşkın form değiştirip sadece çıkarlara dayalı yaşandığı yeni çağ kitapta gözler önüne serilir. 14 Şubat’ta, yani bugün çıkan kitap kişinin önce ‘’ben’’ olması gerektiğini, aşık olayım derken sürekli kandırılmaması için kendini inşa etmesinin gerekliliğini gösterir. Kitabın çarpıcı kapağını ise yazarın da hayranı olduğu grafik tasarımcı Emre Yusufi yapar.

4. Tanıtım bülteni


Kitaba dair ilham verici işlevi olan tanıtım bültenini şöyle aktarayım: ‘’Büyük şehirlerden birinde yalnız yaşayan, kendi ayakları üzerinde durabilen, işinde başarılı, bakımlı, iyi eğitimli bir kadın… İsteyip de elde edemediği tek bir şey kalmış, gerçek aşk! Tabii bir de mutlu bir evlilik… Bu hikâye çok tanıdık değil mi? İşte bu hikâyenin kahramanı Defne de öyle. Belki çok yakınımızdaki biri belki de biziz bu kahraman. Peki, kahramanımız kendine, sağlığına, isteklerine mi öncelik verecek yoksa kurbağalardan prens yapmak için çalışmaya devam mı edecek? Aşktan ve ilişkilerden usanıp bir köşeye mi çekilecek yoksa denemeye devam mı edecek? Kurduğu hayallerin yıkılmasına izin mi verecek yoksa yaşadıklarını olgunlukla karşılayıp yoluna devam etmeyi mi öğrenecek? Oben Budak yeni kitabı Ben de Seni Sevmiyorum’da modern kadının yaşamındaki sorunları ustalıkla tahlil ediyor ve bu sorunların üstesinden gelebilmek için geçilmesi gereken yollara küçük işaretler bırakıyor.’’

5. Arka Kapak


Kahramanımız Defne’ye ve yaşayacaklarına dair aydınlatıcı arka kapak yazısı: ‘’Kahramanımız Defne fena halde bizden biri. Aşk istiyor bir kere, gerçek aşk. Sonra mümkünse evlenmek istiyor. Bıkmış artık milletin düğününe gitmekten biliyor musun? Biliyorsun, biliyorum. Panik içinde; hep ileriyi düşünüyor, yalnız kalmaktan korkuyor. Güzelmiş, başarılıymış, şöyleymiş böyleymiş hiç fark etmiyor. Liseden beri öptüğü kurbağaları anlattıkça ona üstün azim ödülü veresi geliyor insanın. Sonunda farklı bir yol seçiyor Defne. “Nefes al, nefes ver, geçecek bu durum biliyorum” demeyi öğreniyor. Astrolojiyle ilgileniyor; yogaya, nefes terapisine gidiyor; bin bir kitap okuyor; bilumum kişisel gelişim atölyelerine katılıyor; sağlıklı beslenmeye, vegan olmaya kafayı takıyor filan derken zaman zaman beynini yiyor. En azından artık balonun havalanması için sepetteki ağırlıklardan kurtulmak gerektiğini biliyor ve başlıyor gereksiz herkesi çöpe atmaya, özellikle de onu aşağı çekenleri. Arada “Hafifleyip gökyüzüne çıkarsam belki bir Yunan tanrısı beni fark eder, neden olmasın?” diyerek hayallere kapılsa da ne aşktan vazgeçiyor ne de benliğinden. Hal böyleyken “Kendini arayan derviş muradına erer” diyebilir miyiz? Deriz, deriz. Oben Budak’ın yeni kitabı BEN DE SENİ SEVMİYORUM’da kendini bulmaya çalışan Defne ile birlikte bol bol âşık olacak, gülecek, kızacak, hayal kırıklığına uğrayacak, çok şey öğrenecek, eh biraz da hüzünleneceksin. Kabul, “rakı, Sezen ve hüsranizm” candır ama şu da bir gerçek ki sen ancak sen olursan hayat güzel.’’

Tanpınar’ın Yarım Kalan Romanı Aydaki Kadın Hakkında Bir Orhan Pamuk Yazısı

$
0
0

Orhan Pamuk’un Ahmet Hamdi Tanpınar’la olan samimi ilişkisi, işin içinde olanların malumudur. Tanpınar Merkezi’nin açılış konuşmacılığını da üstlenen Pamuk, Tanpınar’ın kendisi için taşıdığı değeri şu sözlerle ifade eder: ‘’Tanpınar’ı benim için değerli kılan, onu benim için öğretici, ufuk açıcı, istisnai yapan şey; baştan beri söylediğim ikilemleri, hem bir müze kurma, ‘geçmiş kültürümüz’ müzesini otorite ve şaşaa ile kurma arzusunu, hem de aslında Ulysses‘i Fransızca çevirisinden okuyup, ‘Batı bunları yapıyor, ben burada neler yapıyorum’ düşüncesini, içinde hüner ve acıyla birlikte taşımasıdır.’’ Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belki de en mühim özelliklerinden biri Doğu ile Batı’yı, iki kültürü de çok iyi bilmesidir. Kendi medeniyet dairesine, kültürüne, tarihine hakim olan Tanpınar bugün her kesimden insanın okuduğu romanlarının yanı sıra ‘’XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’’ gibi kitaplarıyla edebiyat tarihçiliği rolünü de üstlenir. Konumuzu içeren, yarım kalan romanı ‘’Aydaki Kadın’’ ise Tanpınar’ın vefatının ardından, yazarın notlarından da istifa edilmesiyle toparlanıp 1987’de yayımlanır. Bu yarım kalan roman hakkında Orhan Pamuk’un yıllar önce yazdığı bir yazıya ne mutlu ki Taha Toros arşivleri sayesinde ulaşabiliyoruz. İşte Pamuk’un Aydaki Kadın hakkındaki 12 Kasım 1987 tarihli yazısı!

1. İlk cümleler


Tanpınar’ın yarım kalmış son romanı “Aydaki Kadın” bir rüyadan uyanışla başlar ve içinde “rüya” kelimesinin geçtiği bir cümleyle yarıda kalır. Kitapta en çok geçen kelimelerden biridir “rüya”; roman da adını edebiyatımızda benzeri az bulunur bir mizahla kurulmuş eşsiz bir rüyadan alır. Tanpınar’ın roman ve şiirlerini yakından tanıyanlar için “Aydaki Kadın”ın baştan aşağı bir rüya dili ve atmosferiyle kurulduğunu söylemek de şaşırtıcı olmayacaktır. Kısaca, “Aydaki Kadın” daha ilk sayfasından anlaşılacağı gibi okuyucuyu o bildik Tanpınar dünyasının hazlarına hemen götüren bir roman, öte yandan, tamamlanmamış kitabın dünyası ekleri ve dikişleri gözüken, bu yüzden de Tanpınar’ın kimi romancı sırlarım, kararsızlıklarını ve etkilerini açığa vuran bir dünya.

2. James Joyce ile mukayese


Kitabın başlarında bir yerde benim Tanpınar’a yakıştıramadığım bir “Akdenizliyiz!” heyecanıyla yazılmış iğreti bir “Marmara’da fırtına ’’sahnesinden sonra Tanpınar kendi gibi romancı olan kahramanı için şöyle der: “Selim daha ziyademle beraber okuduğu Ulysses’in tesiri altında idi.” Az sonra 1920’lerin lise öğrencisi Selim’in Joyce’un “Ulysses”inin değil, “Odissea”nın etkisi altında olduğunu keşfedersiniz, ama edebiyatseverlerin tat alacağı mutlu bir kalem sürçmesidir bu. Bu kalem sürçmesiyle Tanpınar, “Aydaki Kadın”ı yazarken aklında Joyce’un “Ulysses”i olduğunu sanki farkında olmadan okuyucularına duyurmak istemiştir. “Ulysses” gibi “Aydaki Kadın” da geniş ölçüde çağrışımlara dayanan iç monologlarla kurulmuştur. “Ulysses” gibi “Aydaki Kadın” da kahramanının bile doluluğuna şaştığı tıkış tıkış olaylarla ve anılarla yüklü bir günde geçer. Joyce’un kahramanı Bloom gibi Selim’in de içine savrulduğu dış dünyadan çok kendi iç dünyasında yaşadığını düşünmeye başladığınızda ise benzerliğin sizi yanılttığım sezersiniz: Çünkü “Aydaki Kadın”ın başkişisi Selim başka hiçbir etkiyle açıklanamayacak tam bir Tanpınar kahramanıdır.

3. Kuvvetli romancılar


Kişilik sahibi kuvvetli romancıların kitapları karşılaştırmalarla ancak bir noktaya kadar anlaşılabilir. O noktadan ötede ise romancının hiçbir etkiyle değiştirilemeyecek ve reçetesi ancak romanın kendi içinden çıkarılabilecek kendi dünyası vardır. Aydaki Kadın’ın daha ilk sayfalarında Tanpınar’ın öteki romanlarından bildiğimiz dünyayı tanıyoruz. Çeşitli ara renklerle de olsa kahramanların ikiye ayrıldığı bir dünyadır bu: “Kendi meseleleri içinde kaybolanlar” ve “daima dışarda daima uyanık olanlar”, öteki Tanpınar romanlarında olduğu gibi birinci türden kahraman (Selim) kendi sorunları ve dağınıklığıyla ön plandadır. Bir geçmişle bağlı olduğu ve hâlâ arzuladığı kadın (Leyla) ise ikinci türden kararlı, ne yaptığını bilen sağlam bir erkeğe (Refik) bağlanacaktır. Bütün kahramanların geçmişleriyle birlikte bir araya geldiği ve romanın ikinci yarısını kaplayan o eğlenceli davette (anlatırken Tanpınar’ın da eğlendiğini anlarsınız) Selim’in Leylasına bir an önce yakınlaşmak yerine davetin verildiği yalının odalarını bir müzesever gibi gezmesi, Tanpınar’ın da kahramanıyla birlikte bu “sanat tarihi” gezisine katılması da elbette çok Tanpınarcadır.

4. Keşfedemediğimiz bir Tanpınar sırrı


Üstelik Mecnunun Leylası yerine önce onun bir resminin, daha sonra ise duvara asılı fermanların, antika konsolların, küçük dere peyzajlarının, yazılı levhaların, Hamdullah yazması Kuranların, renkli camların çağrıştırdığı rüyalara dalması, sevgiliyle sanat eserleri arasındaki bu küçük yer değiştirme, öteki romanlarında keşfedemediğimiz bir Tanpınar sırrını bize sezdirir: Geçmiş kültürün güzelliklerine ilgi, sanki Tanpınar’ın romanlarında engellenmiş bir cinselliğin ve yaşanmamış bir hayatın yerini almaktadır. Otobiyografik özellikler taşıdığı açık olan son ve en yaşlı başkahramanı Selim’in bu iki uç (hayat-sanat) arasında gidip gelen gözlemlerin doğal dağınıklığıyla sergilemek için Tanpınar’ın yararlandığı monolog ayrıca kitaba hâkim olan rüyamsı atmosfere de hizmet eder.

5. Rüyamsı atmosfer


Romanın yazıldığı yıllarda Türk okuru için iyice yeni olan bu yöntem Tanpınar’ı yeni bir roman tekniğinin heyecanlarına sürüklemez, hatta arada sırada roman yazarı olarak kendisinin değil, kahramanlarının aklından geçenleri yazması gerektiğine aldırmadığını da fark edersiniz, ama zevkle okunan bu Tanpınar parçacıkları romanın her şeyi sarıp sarmalayan o rüyamsı atmosferi içinde erirler. Öyle ki, kimi kahramanların o güncel siyasi, iktisadi “Nereye gidiyoruz?” heyecanlarında bile romanın “Demokrat Parti’nin Güzel Çağı” denebilecek havayla kokan şampanyalı, yeni zenginli, skandallı ve suistimalli atmosferine denk düşen bir dil vardır. Sık sık tekrarlanan bazı Tanpınar kelimeleriyle (uzviyet, bununla beraber, fakat, her şey, bu tam…) kurulan cümleler de dikkatle kurulmuş bir hikâyenin iniş ve çıkışlarına değil, daha çok cümlelerin kendi güzellikleriyle oluşturdukları bir dile, bir rüya atmosferine işaret ederler.

6. Resim sanatına gönderme


Bu atmosferin ayrıntıları ise romanın ilk planının aksine sahnenin dışında kalmayı seçen (anlaşılan roman ilerledikçe bu kahraman öne çıkmıştır) Tanpınar kahramanı Selim’in gene “Tanpınarca” diyeceğim bir seyretme zevkiyle sahneden derlediği görüntülerden, hatta resimlerden oluşur (Bir örnek: kayığın “başında oturan genç bir kadın, arkasında güneşin ışığı bikini bir mayonun üstüne bir elbise geçirdi: Korsajının ve eteklerinin altında bir yığın acele ve esrarlı hareket yaptı, sonra ayağa kalkarak bir tarafı hep güneşte saçlarını düzeltti.”). Sanki en sıradan görüntüden bile, dikkat edilip zevkle tasvir edilirse, bir resim tadı alınabileceğine karar vermiş gibidir Tanpınar. Değil yalnız Türk romanında, dünya romanında da resim sanatına ve ressamlara bu kadar çok gönderme yapılan başka bir romanın olduğunu hatırlamıyorum ben. Sanki modem Türk edebiyatının geçmiş kültüre en derin dikkati gösteren ve en “Batılı” yazarı Tanpınar, geleneksel kültürümüzde eksikliğini hissettiğimiz resim ve seyretme zevkini romanının dünyasıyla doldurmak istemiştir. Belki de bu yüzden yarım kalmış bu kitabın en başarılı yerleri Tanpınar’ın birer fırça darbesiyle çizdiği portrelerdir: “Sahnenin Başındakiler”in Kudret Beyi’ni hatırlatan Naşit Bey, Hulki Bey, Rıza Bey, Şifa… ve diğerleri.

7. Son sözler


Kitabı bitirip kapadığınızda ise, bu resmin tadının da etkisiyle, “Aydaki Kadın”daki dünyanın öteki Tanpınar romanlarındaki dünyaya ne kadar yakın olduğunu düşünürsünüz: Bir yanda hırsları, tutkuları, alışkanlık ve tuhaflıklarıyla sürekli hareket eden, kendilerine özgü jestleriyle kıpırdanıp konuşarak günlük hayatlarını yaşayan insanlar vardır, diğer yanda ise geçmişleri ve yaşadıkları çevreyle birlikte bu insanların oluşturduğu bir dizi güzel görüntü. Bu iki dünya arasında kararsız Tanpınar kahramanı Selim’in bu iki dünyadan derlediği ayrıntılardan alacağımız tatlar, çıkaracağımız anlamlar roman bitip bütünleşseydi bile sanırım fazla değişmezdi.

Halkın Bağrında Yetişmiş Sanatçı Zülfü Livaneli ve Tüm Kitapları

$
0
0

Çok yönlü ve her yönüyle büyük başarılara imza atmış bir isimdir Zülfü Livaneli. Siyaset adamı, yönetmen, müzisyen, yazar gibi farklı kulvarlarda sürdürdüğü uzun kariyer maratonu boyunca yurt dışı ve yurt içinde büyük ilgi gördü ve ödüller kazandı. 20 Haziran 1946’da Konya’da dünyaya sanatçı her zaman belirgin bir politik duruşa da sahip oldu. 1971’de hapis yatıp çıktıktan sonra 1972’de İsveç’e gidip burada 1 yıl müzik eğitimi aldı. Onlarca dile çevrilen kitapları, Joan Baez ve Leman Sam gibi pek çok müzisyenin yorumladığı eserleri, dış ülkelerde de vizyona giren filmleri ve aldığı ulusal – uluslararası ödülleriyle Zülfü Livaneli bir başarı öyküsüdür. İçeriğimizde sanatçının bir yazar olarak varlığını inşa ettiği kitaplarına bakacağız. İşte tüm Zülfü Livaneli kitapları!

1. Arafat’ta Bir Çocuk (1978)


Livaneli’nin edebiyat sahasında verdiği ilk eser olan Arafat’ta Bir Çocuk yazarın politik kimliğinden de etkilenen bir yapıt. Mültecilik, yirminci asrın ikinci yarısında çalışmak için Batı’ya göç eden Türkler, sürgün gibi temalar kitabın iskeletini oluşturuyor. Kendisi de ilk gençliğinden itibaren yurt dışlarına gitmek zorunda kalan sanatçı bir bakıma kendi yaşadıklarını da kitabında işliyor. Kitap İsveç televizyonu tarafından da filme alınmıştır. Açıklama kısmından: ‘’Zülfü Livaneli’nin edebiyat alanındaki ilk verimleri olan öykülerini bir araya getiren Arafat’ta Bir Çocuk, yayımlandığı 1978 yılından beri hem Türkiye’de hem de dünyada olağanüstü bir ilgi gördü. Türkiye’de defalarca basıldığı gibi Almanca ve Farsçaya da çevrildi. Kitaba adını veren öykü İsveç ve Alman televizyonlarında film yapıldı. Arafat’ta Bir Çocuk’un ana konusu, edebiyatın en eski temalarından ‘sürgün’ ve bütün anlamlarıyla ‘sınır’ Kitapta yer alan öykülerde, Türkiye’nin Avrupa macerasının başladığı 1960’lardan ve 12 Mart 1971’den bu yana işçi ya da siyasi mülteci olarak Avrupa ülkelerine savrulan Türklerin özellikle kültürel çatışmalar bağlamında yaşadığı sıkıntılar işleniyor.’’

2. Geçmişten Geleceğe Türküler (1981)


Birçok Avrupa ülkesinde çoğu zaman da mecburiyetle yaşayan Livaneli, tüm farklı kültür deneyimlerine karşın halk müziğine yönelmiştir. Türkçe ve Almanca çıkan kitapta yazar, müzisyen yanından besleniyor. Kendi şarkılarını notalarıyla beraber içeren kitap Almanya’da ders kitabı olarak da okutulmuştur.

3. Dünya Değişirken (1987)


Üçüncü kitabı ve bir roman olan Dünya Değişirken sosyal gerçekliği barındıran ve günümüze de ışık tutabilecek bir eser. Okuyucusuyla bir nevi sohbet eden, dertleşen bir anlatıcı görüyorsunuz romanda. Davetkâr bir alıntı: “Bir de benim gibi, çevresinde olup bitenlere bakıp canı sıkılanlar var. Gazeteleri okursun canın sıkılır, televizyona bakarsın canın sıkılır, polemikleri izlersin canın sıkılır, küçük insanların büyük egolarını seyredersin canın sıkılır. Siz de bizim gibi gidişata canı sıkılanlar takımındansanız klübe hoş geldiniz!”

4. Sis (1990)


Senaryo türünde yazılmış olan ve Livaneli’nin yönetmenliğinde filme de çekilen Sis, özellikle 1990’lı yılların siyasî çalkantılarını ele alıyor. Siyasî görüşleri için en yakınlarını, canlarını dahi menzildeki bir hedef olarak görebilen insanlar uzun yıllar bir gerçeklik olarak yaşandı. Sis de aslında iki farklı görüşe sahip kardeşin hikayesi. Tanıtım yazısından bir alıntı: ‘’Ülkenin çalkantılı bir dönem yaşadığı, kardeşin kardeşi vurduğu günlerde hüküm eskisi Avukat Ali Fırat (Rutkay Aziz), beklenmedik bir olayın içine sürüklenir. Oğlu Murat öldürülmüştür. Bu siyasal kargaşa ortamında onu öldüren karşıt görüşe sahip kardeşi midir? Olaylar bu kuşkular içinde sürüp gider.’’

5. Orta Zekalılar Cenneti (1991)


Livaneli’nin bir denemeler bütününü oluşturan aydınlatıcı bir kitabıdır. Sanat, siyaset, edebiyat, kültür gibi evrensel konuları derleyip tarihsel gerçekliğe oturtarak anlatıyor yazar. İnsanlık tarihinin belki de en önemli konuları olan bu başlıklar yazarın öğretici ama dikte etmeyen, akıcı üslubuyla kitapta yer alıyor. Yazarın konuştuğu tanıtım bülteninden: ‘’Orta Zekâlılar Cenneti’ni yazdığım yıldan bu yana, Türkiye’de ve dünyada çok şey değişti ama gözlemlerime göre ‘orta zekâlı’ların iktidar alanı daha da genişledi, neredeyse başa çıkılmaz bir ortak paydaya dönüştü. Toplum kaliteyi -deyim yerindeyse- kusmaya başladı, iyiliğin yerini kötülük, temizliğin yerini pislik, hakkın yerini haksızlık, kibarlığın yerini kabalık, ahlakın yerini ahlaksızlık alma yolunda epey ileri gidildi. Ne olup bittiğini anlamamıza destek verebilecek böyle bir kitabı yeniden yayınlarken, iki ayrı kitaptan, yani Orta Zekâlılar Cenneti ile daha sonra yayınlanmış olan Sanat Uzun, Hayat Kısa’dan bir derleme yapmayı ve birlikte sunmayı istedim. İçimden öyle geldi. Umarım okurlar bunu uygun karşılarlar.”

6. Diktatör ile Palyaço (1992)


Dünyadaki diktatörlerin ülkemizde yaşasalar sonlarının nasıl olacağına dair bir eser bu. Önemli ipuçları içeren tanıtım yazısına direkt geçiyorum: “Papadopulos. 1967’deki ihtilal lideri, Yunan cuntasının başı. İhtiyar ve yorgun kafasını, 17 senedir yattığı hücrenin taş duvarlarına vurarak parçalamak istiyor. Çünkü içinde isyan duyguları kabarmakta… Yalnız o mu? General Galtieri de Arjantin’de kıskançlıktan aklını oynatacaktı, diğerleri de. Bütün bu diktatörler Türk olsalardı ve diktatörlüklerini Türkiye’de sürdürselerdi, başlarına bunların hiçbiri gelmeyecekti…” “… Bütün bu diktatörler Türk olsalardı ve diktatörlüklerini Türkiye’de sürdürselerdi, başlarına bunların hiçbiri gelmeyecekti. Bir sahil kasabasında yaptırdıkları güzel köşklerinde asude bir hayat süreceklerdi; bulvarlara, caddelere adları…”

7. Sosyalizm Öldü Mü? (1994)


Yine 1990’lar gibi bir dönüşüm yaşıyor olduğumuz zamanlarda toplumsal gerçekliğe vurgu yapan ve buna önem veren yazar bu kitabında da sosyalizmin değerini anlatmaya girişiyor: ‘’Sosyalizmin uygulamasından ders çıkarmak, özellikle bugünkü kapitalist emperyalist yapıdaki çıkmazlar, sürekli krizler, dünya servetinin bir avuç zengin şirketin elinde yoğunlaşması, yolsuzluklar, haksızlıklar, karanlık ve açgözlü uygulamalar, çiğnenen insan hakları ve acımasız sömürüler, savaşlar, çevre kirlenmesi, artan işsizlik, yoksulluk ve açlık gibi bir yığın ciddi sorun karşısında, insanlığın kurtuluşu adına çok önemli ve zorunlu bir görev haline gelmiştir.’’

8. Engereğin Gözündeki Kamaşma (1996)


Bu kez kendine zaman ve mekân olarak farklı bir durum seçiyor Livaneli. 17. asrın Osmanlı sarayında geçen eser 1997’de ödül de kazanmıştır. Tanıtımından içeriği de anlatan bir parça: ‘’Yıllardır Topkapı Sarayı’ndaki hücresinde kapalı tutulan Şehzade, hiç beklemediği bir anda tahta çıkarılır, böylece iktidarın tek sahibi olur. Haremağası Süleyman ise Habeşistan’dan koparılıp hadım edilerek saraya getirildiğinden beri onun en sadık kulu ve -iktidarsızlığına rağmen- Harem’in tek hâkimidir. Valide Sultan’ın iktidar hesaplarıyla oğlunu yeniden hapsettirmesi, ilişkileri iyice içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır. Engereğin Gözü, Haremağası ile Padişah arasındaki köle-efendi ilişkisi aracılığıyla, ‘bakışıyla her canlıyı kımıltısız hale getiren bir engereğin bile gözünü kamaştıran’ iktidarın büyüleyiciliği üzerine alegorik bir roman. Bir yanıyla da bir ‘dil şöleni’; Zülfü Livaneli, Evliya Çelebi’nin, Naimâ’nın ve Türkçenin büyük dil ustalarının izini sürüyor.

9. Livaneli Besteleri (1998)


Bestekâr yanını görebileceğimiz kitapta Livaneli’nin seçme eserleri ve onların notalarını bulabiliyoruz. Yerli – yabancı pek çok müzisyenin yorumladığı Livaneli bestelerinden 77 tanesi kitabı oluşturuyor. Yazarın kendi yılları ve müzik dünyasıyla ilgili aktardıklarından bir alıntı: ‘’Bir bestenin kalitesi nasıl anlaşılır? Yaygınlık bu işteki tek ölçü müdür? Elbette hayır! Bir bestenin en büyük sınavı zamandır. Eğer beste yıllara dayanabiliyor, bestelendikten 20-30 yıl sonra hala söyleniyor, hele kuşaktan kuşağa aktarılıyorsa sınavı geçmiş demektir. Son yıllardaki konserlerimde, bestelerimi söyleyen gençleri görünce içimin ısındığını itiraf etmeliyim. Çünkü bu parçalar bestelendiğinde, o gençler daha doğmamıştı. Zaman içinde bu besteler benim olmaktan çıktı, halkın malı haline dönüştü. Bu da beni sevindiren bir başka gelişme.’’

10. Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm (2001)


‘’Bu kitaptaki öyküleri daha çok Türklerin işçi veya politik mülteci olarak Avrupa’ya gittikleri döneme ait gözlemlerimden yararlanarak kaleme aldım. Öykülerimin ortak teması bireylerin yaşadıkları kültür çatışmalarıdır.’’ Böyle diyor Zülfü Livaneli bu eseri hakkında. Müzik ve yönetmenlik kariyeri boyunca da sosyal gerçeklikten, toplumsal işleyişten kendini soyutlamayan yazar aynı anlayışı burada da sürdürüyor. Açıklamadan bir alıntı: ‘’12 Mart rüzgârlarının İstanbul’dan Stockholm’e savurduğu bir mülteci olan Sami Baran, yattığı hastanede Türkiye’den bir hastayla karşılaşır. Bu adam, başına gelenlerin sorumlusu olarak gördüğü eski bir bakandır. Ondan intikamını almak amacıyla Şili, Uruguay, İran gibi farklı ülkelerden gelmiş mülteci arkadaşlarıyla birlikte bir plan yapar. Ancak, bu planı gerçekleştirmek o kadar kolay olmayacaktır: Sami Baran, anadilin yeri geldiğinde düşmanla da anlaşma aracı olabileceğini hesaba katmamıştır. Ve bu, planın önündeki engellerden sadece biridir…’’

11. Mutluluk (2002)


Hakkında yerli – yabancı pek çok yazı yazılmış olan eser siyasî çatışmalar, Türk aydını gibi konuları ele alıyor ve bu döngü içerisinde yolları kesişen üç farklı tipin hikayesini anlatıyor. Kitap hakkında söylenen bilgi verici bir alıntı: ‘’Mutluluk hem bir dönem romanı; hem kentiyle kasabasıyla, İstanbul’u ve Ege’siyle bugünkü Türkiye’nin tanıdığı, hem de anlattığı kişilerin psikolojik derinliklerine ulaşan bir başyapıt. Meryem’i, İrfan’ı ve Cemal’i hiçbir zaman unutamayacaksınız.’’

12. Gorbaçov’la Devrim Üstüne Konuşmalar (2003)


21 Ekim 1986’da Sovyetler Birliği’nin yeni başkanı Mihail Gorbaçov’la buluşan küçük bir aydın grubu vardır. Yaşar Kemal ile Zülfü Livaneli’nin de içlerinde bulunduğu bu grup Gorbaçov’la konuşma şansı kazanır. Kitap 1986’dan 2003’e kadar 17 yıl boyunca farklı zamanlarda buluşan Gorbaçov ve Livaneli’nin sohbetlerini oluşturuyor. İçeriğe dair önemli bir alıntı: ‘’Sovyetler Birliği’nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov’la baş başa yapılan konuşmalar, tarihin önemli bir değişim anına tanıklık etmekle kalmıyor, bugünün politik gelişmelerini ve yeni Amerikan doktrinini de daha iyi anlamamızı sağlıyor.’’

13. Leyla’nın Evi (2006)


Üç ‘’ayrı dünyaların insanları’’nın yolları Leyla’nın Evi’nde kesişiyor. Bir paşa torunu, gazeteci ve hip-hop tarzı müzik yapan bir kadını İstanbul etrafında anlatan eserin kurgusuna dair bir alıntı: ‘’Boğaziçi’nde Bosnalılar Yalısı’nda doğup büyümüş paşa torunu Leyla Hanım, yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu tarafından sokağa atılır ve mahallenin çocuklarından gazeteci Yusuf’un Cihangir’deki bekâr evine sığınmak zorunda kalır. Yusuf’un sevgilisi Rukiye (“sahne adı”yla Roxy), Almanya’da peep show’larda modellik yapmış, hip-hop tarzı müzik yaparak ‘yırtmaya’ uğraşan bir Almancı kızıdır. Leyla Hanım, yalının yeni sahipleriyle görüşmeye çalıştığı bir gün, Ömer Bey’in babası, Kadızade Konağı’nın emektar vekilharcı, dört kuşaktır konaklarda hizmetkârlık yapan bir aileden gelen Ali Yekta Bey ile tanışır.’’

14. Sevdalım Hayat (2007)


Anı kitabı olarak da bilinen Sevdalım Hayat’ta sanatla, edebiyatla, kültürle ilgilenen insanları ve onların sistem tarafından nasıl yenildiğini görüyorsunuz. Livaneli’nin kendisi de bu herkesi içine alan durumla ve kitapla alakalı olarak şunları söylüyor: “Öncelikle benim ama bir anlamda hepimizin hayatına dair bir anlatı. Çünkü bu ülkede sanatla, kitapla, kültürle ilgilenen ve daha güzel bir dünya yaratmak isteyen milyonlarca kişi, sürek avlarıyla sistemli olarak yok edildi, tutuklandı, hayatın dışına sürüldü.”

15. Son Ada (2008)


2009 Orhan Kemal Roman Armağanı’nın sahibi olan Son Ada fantastik bir kitap. Hatta öyle ki kitaba adını veren yer bir nevi ütopya. Herkesin elden geldiği kadarını yaptığı bu adada hırs adeta yok gibidir. Gelgelelim bu adayı da ‘’değerlendirmek’’ isteyen muktedirler adadaki ütopyayı da yok ederler. Tanıtım bülteninden: ‘’Son Ada’nın adsız anlatıcısı, adını kendisinin koyduğu bu yeri ‘son sığınak, son insani köşe’ olarak niteliyor. Anlattığı, nerdeyse bir ütopya: ‘Herkes elinden geldiği kadarını, içinden geldiği kadarını yapıyordu.’ Ancak bu durum uzun sürmez: Ülkenin darbeci başkanının emekliliğini huzur içinde geçirmek için adaya yerleşmesi, bu cennet adada yaşayanların huzurunu kaçıracaktır.’’

16. Sanat Uzun Hayat Kısa (2010)


Hemen her eserinde kendisinden izler görebileceğimiz, hatta bizzat anı kitabı olarak da eserler veren Livaneli bu kitabında da kendi deneyimlediklerinden yola çıkıyor. Okuyucusunu düşünmeye davet eden, türlü sorunlara işaret eden kitabın arka kapağından bir alıntı: ‘’Bu kitap, çok boyutlu bir sanatçının okuyarak, besteler yaparak, filmler çekerek, romanlar yazarak ve hepsini halkla iletişim halinde üreterek yaşarken birikmiş sözlerinin süzülmesinden oluşuyor. Ayrıca, bu ülkede yaşamanın; bu yollarda seyahat etmenin, bu televizyonları izlemenin, bu sokaklarda yürümenin izlerini taşıyor.
Livaneli bu kez, yıllar boyunca biriktirdiği bilgiler, karşılaştığı gerçeklikler, tanık olduğu durumlar arasında ilgiler kurarak, kimi sorunlar üstünde düşünüyor. Her insanda olduğu gibi onda da dış dünya bu şekilde zihnine yansıyor.’’

17. Harem (2012)


Çizgi roman şeklinde yayımlanmış olan kitap yine 17. asır Osmanlısında geçiyor ve haremden, aşktan, entrikadan, kişisel ve siyasî çekişmelerden söz ediyor. Çizgi roman evet ama eserin hassas içeriğe sahip ve yetişkinlere yönelik olduğunu da belirtmek gerek.

18. Edebiyat Mutluluktur (2012)


Özellikle edebiyatseverlerin ilgileneceği bir kitap. Çeşitli edebî tartışmalar, romanlar, yazarlar ve yazma süreci kitabın ana konuları. Yazarın Vatan gazetesinde ‘’Edebiyat Notları’’ köşesinde yazdıklarından oluşuyor. Tanıtım bülteninden: ‘’Don Kişot’tan Karacaoğlan’a, Tolstoy’dan Yaşar Kemal’e, Güneş-Dil Teorisi’nden Nâzım Hikmet’e, film müziklerinden @ işaretine kadar pek çok kişi ve konuya değinen bu yazılar kısa sürede büyük ilgi gördü, sadık bir okur kitlesi oluşturdu. Edebiyat Mutluluktur’da bu yazılardan ince elenip sık dokunarak seçilmiş yazıları ve Livaneli’nin ‘Benim Gözümden Yaşar Kemal’ ve ‘Edebiyat Üzerine’ başlıklı iki konuşmasını bulacaksınız.’’

19. Serenad (2013)


Onlarca dile çevrilen, evrensel ölçekte bilinen Serenad hem bir aşk hikâyesi hem de bir tarihî süreci gözler önüne seriyor. Livaneli’nin diğer eserlerinde de görülen kişisel ile toplumsal dünyanın bir aradılığı belki de Serenad ile en başarılı örneğini vermiş sayılır. Tanıtım bülteninden: ‘’Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi’nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran’ın (36) ABD’den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner’i (87) karşılamasıyla başlar. 1930’lu yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile’ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir. Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.’’

20. Kardeşimin Hikayesi (2013)


En az Serenad kadar yankı yapmış olan roman emekliye ayrılan bir adam ve genç bir gazetecinin yaşanan bir cinayet vakası ekseninde bir araya gelmesinden oluşuyor. Arka kapak yazısından: ‘’Sakin bir balıkçı köyünde genç bir kadının cinayete kurban gitmesiyle başlar her şey. Dünyadan elini eteğini çekmiş emekli inşaat mühendisiyle genç, güzel ve meraklı gazeteci kızın tanışmasına da bu cinayet vesile olur. Kurguyla gerçeğin karıştığı, duyguların en karanlık, en kuytu bölgelerine girildiği hikâye, daha doğrusu hikâye içinde hikâye de böylece başlar. Modern bir Binbir Gece Masalı’nın kapıları aralanır. Ancak bu kez Şehrazad erkektir.’’

21. Konstantiniyye Oteli (2015)


Konstantiniyye Oteli zengin şahıs kadrosu ve onlara dair panoramasıyla geçmiş ve bugünü ele alan bir kitap. Kitaba da adını veren otelin açılışı için bir araya gelen insanlar yüksek statü sahibi kimseler. Başkanlar, medya patronları, eski – yeni zenginler, siyasetçiler ve daha nicesi. Hatta İstanbul mezarlarında yatan ölüler dahi bu panoramada yerlerini alıyorlar. Tanıtım yazısından: ‘’Konstantiniyye Oteli, aslında binlerce yıllık koskoca bir şehir olarak çıkıyor karşımıza. Değişen, dönüşen, ama barındırdığı şiddet nedense aynı kalan bir şehir…’’

22. Gözüyle Kartal Avlayan Yazar Yaşar Kemal (2016)


2015’te kaybettiğimiz büyük yazar Yaşar Kemal’in ardından, eski dostu Livaneli’nin yazdığı önemli bir kitap. Halk edebiyatına hakim, o çevrede büyüyen ve gelişen Yaşar Kemal; yine aynı kültür dairesinde yetişmiş dostu Livaneli tarafından anlatılıyor. Edebiyata, türkülere, anılara dair bu çok kapsamlı sohbet Yaşar Kemal biyografisi için en elverişli kaynaklardan biri olsa gerek. Tanıtım bülteninden: “Yaşar Kemal’in çevresinde esen, sanki kişiliğinin ve bedeninin ayrılmaz parçası olan, gittiği her yere, girdiği her mekâna, sanki onunla doğmuş gibi farkında olmadan taşıdığı bir rüzgâr vardı. İster yabancı ister bizden, ister köylü ister kentli, ister kadın ister erkek, herkesi etkisi altına alan bir rüzgârdı bu. Unutulmaz roman kahramanlarından Yel Veli gibi sürekli koşarak ölümden kaçmak istediği için oluşmuyordu bu rüzgâr. Koca gövdesiyle onu da, yanındakileri de bazen lodos gibi sersemletiyor, bazen garbi yeli gibi ferahlatıyor, bazen şiddetlenip çevresinde ne varsa önüne katıp sürüklüyordu.”

23. Huzursuzluk (2017)


Büyük kent İstanbul’da yaşayan, arkadaşının ölüm haberi nedeniyle de kadim kent Mardin’e giden karakterin serüveni anlatılıyor. Yazarın en çok ses getiren kitaplarından biri Huzursuzluk. İçeriğe dair bir alıntı: ‘’İstanbul’un kargaşası içinde sıradan bir yaşam süren İbrahim, çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölüm haberi üzerine doğduğu kadim kent Mardin’e gider. Onun, önce sevdaya sonra ölüme yazılmış, Mardin’de başlayıp Amerika’da sona ermiş hayatını araştırmaya koyulur. Böylece âdeta bir girdabın içine çekilir, tutkuyla ve hırsla gizemli bir kadının peşine düşer.’’

24. Elia ile Yolculuk (2017)


İllüstrasyonlarla dolu olan kitapta dünyaca bilinen usta yönetmen ve yazar Elia Kazan, Livaneli anılarıyla karşımıza çıkıyor. Türkiye’yi çok seven, fırsat buldukça ülkeye gelmiş olan Elia bu süreçte yazarla da tanışıp dost olmuş ve yakınlık kurmuştur. Yazarın Elia ile yaşadıklarını kesitler halinde görebileceğiniz kitabın arkasından bir alıntı: ‘’Kadim Anadolu, bambaşka ilkelere sahip, farklı deneyimler yaşamış iki insanı, Zülfü Livaneli ve Elia Kazan’ı belki de tek ortak yolculuklarına çıkarmayı başardı. Livaneli’nin büyülü satırlarından okuyacağımız bu sıra dışı yolculuğu, M.K. Perker’in muhteşem çizgileriyle izleyeceğiz.’’

25. Arkadaşıma Veda (2018)


Filme de çekilen Arkadaşıma Veda, Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Salih Bozok tarafından anlatılan ulu önderi karşımıza çıkarıyor. Rafine bilgilerle dolu kitapta Atatürk’ün yanı sıra arkadaşlığın da ne demek olduğunu tekrar anlama şansı yakalıyoruz. Salih Bozok’un Atatürk hakkında evladına yazdığı ve kitabın da tanıtımında kullanılan duygusal bir alıntı: ‘’Canım yavrum, Ben hayatım boyunca Mustafa Kemal Atatürk’e sonsuz bir hayranlık duydum ve daima onun izinden yürüdüm. Ne mutlu bana ki halkın, dâhi liderine duyduğu derin sevgiye tanık oldum. Bu kitap, onu henüz altı yasındayken Selanik’te tanıdığım ilk günden, İstanbul’da öldüğü o acı güne kadar süren eşsiz dostluğumuzun hikâyesidir. Yüreği daima vatan sevgisiyle dolu iki arkadasın, hayallerini gerçekleştirme hikâyesidir.’’

İlber Ortaylı’dan Hayatı Anlamlı Kılmak İçin Altın Değerinde Tavsiyeler: Bir Ömür Nasıl Yaşanır?

$
0
0

İlber Ortaylı’nın hayat hakkındaki tecrübelerine diyeceğimiz yok. Çocukluğundan beri gezen, Doğu’yu da Batı’yı da bilen, evrensel ölçekte tanınan bir tarihçi. 1947 Avusturya doğumlu olan İlber Hoca çoğumuzun da bilip sevdiği, popüler bir isim. Özellikle gençlerle olan eğlenceli ilişkisi de onu daha çok sevmemizi sağlıyor. Yeni çıkan kitabı ‘’Bir Ömür Nasıl Yaşanır?’’ dil öğrenmekten meslek seçimine, kaliteli işler takip etmekten doğru kararları alabilmeye kadar çok farklı ve önemli konularda bir söyleşi tadında karşımıza çıkıyor. İşte hocadan hayatı anlamlı kılmaya dair tavsiyeler içeren kitaptan ayrıntılar!

’’Bir Ömür Nasıl Yaşanır?’’ Yenal Bilgici’nin sorup İlber Ortaylı’nın cevapladığı ve hayat hakkında doğru kararlar alabilmek için tavsiyelerde bulunan bir kitap

Sohbetin ortaya çıkardığı konulara göre başlıklara ayrılan kitapta şehirlerden müziklere, kültürlerden kitaplara kadar pek çok konu var

’’Kimden Ne Öğrenilir?’’ yahut da ‘’Ne İzlemeli?/ Ne Dinlemeli?/ Ne Okumalı?’’ gibi konular kitabın içeriğini oluşturan başlıklardan birkaçı

’’15, 25, 40 ve 55 yaşları neden birer eşiktir? Bir dil, en iyi nasıl ve ne zaman öğrenilir? İyi film, güzel müzik, doğru kitap nedir?’’ gibi can alıcı sorular Ortaylı’nın cevaplarıyla karşımıza çıkıyor

Ortaylı şöyle söylüyor: “Cesur olun. Kendinizi rahat hissettiğiniz alanın dışında pencereler açın. Farklı dünyalarla ancak böyle tanışırsınız’’

’’Ben hep yerimde dursaydım, dünyamı değiştirecek insanları aramasaydım, bugün tanıdığınız ben olmazdım’’

’’Bir insanın bittiği an, miskinliğe esir olduğu andır. İnsan, konforundan vazgeçmeyi göze almalıdır’’

’’Kendi dünyasını yerinden kendisi oynatmalıdır’’

21 Büyük Eserden: Yeni Yazarlara İlham Verecek Kitapların Son Cümleleri

$
0
0

Davetkâr ilk cümlelerden, göz kırpan son satırlara. Kimi romanlarla, kitaplarla olan iletişimimizde, uzun bir maratonun belki de sembolü, anahtar kelimeleri oluyor son cümleler. Sanki kapıya ulaşmak için uzunca bir yol yürüyoruz, son sayfayı çevirdiğimizde artık kapıya yaklaşıyoruz ve o son noktanın cümlesini okuduğumuzda da kapıyı açıp çıkıyoruz. Ama nereye? Her okuyucu için özel bir konu bu. 21 son cümle, bitiş cümlesi sıraladım, dünyadan ve bizden örneklerle. Spoiler içeren bir durum olabilir, şimdiden söyleyeyim. İşte önemli edebiyat eserlerindeki 21 son cümle!

1. ‘’Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç’’


Orhan Pamuk – Kara Kitap

2. ‘’Şirkette Raif efendinin boş masasına oturdum ve siyah kaplı defterini önüme koyarak bir kere daha okumaya başladım’’


Sabahattin Ali – Kürk Mantolu Madonna

3. ‘’cras amet qui numquam amavit quique amavit cras amet (Asla sevmeyen yarın sevecek/ seven de yarın sevecek)’’


John Fowles – Büyücü

4. ‘’Onların bize anlattıkları yalnız sonsuz bir huzur değildir, yalnız her şeye ilgisiz kalan tabiatın derin sakinliğini anlatmazlar; onlar aynı zamanda bize yüreklerin kavuştuğu o sonsuz barışı, o ölümsüz hayatı da anlatırlar’’


Turgenyev – Babalar ve Oğullar

5. ‘’Böylece akıntıya karşı kürek çekerek, durmaksızın geçmişe doğru sürükleniyoruz’’


F. Scott Fitzgerald – Muhteşem Gatsby

6. ‘’Aslında bütün hayatımız boyunca mutlu olabilirdik’’


Dostoyevski – Ezilenler

7. ‘’Ve son durağa gelince herkesten önce Grete ayağa kalkıp körpe bedeniyle gerindiğinde, yeni düşlerinin ve güzel planlarının gerçekleşeceğinden emindiler’’


Franz Kafka – Dönüşüm

8. ”Kısa bir süre şarkı söyledi, birasından içti, bir gözyaşı damlası süzüldü gözlerinden, rahatlattı kendini. Yaşam böyle işte”


Samuel Beckett – Aşksız İlişkiler

9. ‘’Yorgun argın fırçasını bırakarak, evet, diye düşündü, gördüm sonunda’’


Virginia Woolf – Deniz Feneri

10. ‘’Beraber, hep beraber, yaşarken ve ölürken’’


Halit Ziya Uşaklıgil – Aşk-ı Memnu

11. ‘’Şimdiye dek Anna için karanlıkta olan her şeyi aydınlattı. Sonra titredi, ışık, sönmeye başladı, söndü’’


Tolstoy – Anne Karenina

12. ‘’Bu kadınlardan pek azı benim şu söylediklerimi size söyleyecek kadar açık kalple hareket edecektir, onların pek azı bugün sadık dostunuz olduğunu söyleyen, şu kadının yaptığı gibi sizden ayrılırken hiçbir kin duymadan dostluğunu sunacak kadar iyi kalpli davranacaktır’’


Honoré de Balzac – Vadideki Zambak

13. ”Ah! Sırtlan çığlıkları atan bu iğrenç halk. Ondan asla kaçamayacağımı, kurtulamayacağımı, bağışlanmayacağımı kim söyleyebilir? Beni bağışlamamaları imkânsız! Ah! Alçaklar! Galiba merdiveni çıkıyorlar’’


Victor Hugo – Bir İdam Mahkumunun Son Günü

14. ‘’Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Çok şükür ki öyle’’


Albert Camus – Düşüş

15. ‘’Elveda, Deliliğin yüksek ve aziz dostları; beni alkışlayınız; size sağlık ve güzel eğlenceler dilerim’’


Erasmus –Deliliğe Övgü

16. ‘’Üstüm başım yırtılmıştı, tepeden ayağa kana belenmiştim, çevremde iki mayısböceği dolanıyordu, ve küçük beyaz kurtçuklar, kıvıl kıvıldı tenimde – ve bir ölünün ağırlığı, eziyordu göğsümü’’


Sâdık Hidâyet – Kör Baykuş

17. ‘’Ona nazik davranın! Beni de böylesine keder içinde bırakmayın: Küçük Prens’in geri döndüğünü hemen bana da yazın’’


Antoine de Saint-Exupery – Küçük Prens

18. ‘’Aşka inanabilsen, onun gereklerini yerine getirebilsen mükemmel olur. Yalnızca bir ahmak, katıksız bir aptal becerebilir bunu. Bir tek o özgürdür derinliklere inmeye ve göklerde fink atmaya. Masumiyeti, korumaya alır onu. Kendisi koruma isteğinde bulunmaz’’


Henry Miller – Uykusuzluk

19. ‘’Onun ışığında ilerlememiz, o ışığının bizi kavraması için yardım etsin. Bu ışık birbirimizi sevmemizdir, yürekten talofa (selam) diyebilmemizdir’’


Erich Scheurmann – Göğü Delen Adam

20. ‘’Ama her gölge, sonuçta bir ışığın çocuğudur. Aydınlık ile karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir’’


Stefan Zweig – Dünün Dünyası

21. ‘’Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı’’


Yusuf Atılgan – Aylak Adam

Dünyanın En Prestijli Edebiyat Ödüllerini Kazanan 9 Kitap

$
0
0

Bir edebiyat eserinin bizim için tek başarı kriteri tabii ki onun ödül almış olması değil. Hatta nice eser var ki aday dahi gösterilmemesine karşın zamana meydan okuyarak alır asıl ödülünü. Velhasıl birçok eserin de ödülü hak ederek aldığını teslim etmemiz gerekiyor. Nobel, Pulitzer, Hugo gibi başat ödülleri kazanan gerçekten de sayısız büyük yazar var. Peki bakalım geçmişten bugüne hangi eserler hangi edebiyat ödüllerini kazanmış? Tabii ki kimsenin kusursuz objektiflikte bir liste yapamayacağı bu içerikte yine de elimden geldiğinde ortak noktada buluşacağımız eserleri derlemeye çalıştım. İşte uluslararası düzeyde nitelikleri olan ödüllü kitaplar!

1. Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel García Márquez)


Gabriel García Márquez’in ilk kez 1967’de yayımlanan Yüzyıllık Yalnızlık’ı 1982 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibidir. Kolombiyalı yazarın kendi çocukluk anılarından uyarlayarak yazdığı eser fantastik bir kurguya sahiptir ve yazar da amacının ‘’çocukluk günlerini sanatsal bir dille ardında bırakmak’’ olduğunu açıklamıştır. Eser hakkında yazar şunları söyler: ‘’Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım.’’

2. Körlük (Jose Saramago)


Portekizli yazar Jose Saramago tarafından 1995’te yazılan Körlük 1998 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. Tüm kente bir salgın olarak yayılan körlüğün toplumdaki insanî değerleri nasıl yerle bir ettiği anlatılır. Bir metafor olarak kullanılan ‘’körlük’’e karşı ayakta kalabilen az sayıda insan da vardır. ‘’Asıl körlük, umudun tükendiği bu dünyada yaşamaktı.’’

3. Gazap Üzümleri (John Steinbeck)


Amerikalı yazar John Steinbeck ilk kez 1939’da yayımlanan Gazap Üzümleri ile Pulitzer Ödülü’nün sahibi olmuştur. 1930’lu yılların Amerika’sında açlık, yoksulluk, sefalete düşen işçileri anlatan eser yayımlandığı dönem büyük yankı uyandırmıştır. ” ‘Bir tek şeyi iyice öğreniyorum,’ dedi. ‘Her zaman, her gün, hep aynı şeyi öğreniyorum. Başın dertteyse, canın yanmışsa, bir şeye ihtiyacın varsa… fakir insanlara git. Sana ancak onlar yardım eder… yalnız onlar.’ ‘’

4. Sevilen (Toni Morrison)


Afroamerikan yazar Toni Morrison 1987’de yazdığı Sevilen ile Pulitzer Ödülü başta olmak üzere birden fazla ödülü kazanmıştır. Sevilen’de, Amerikan İç Savaşı’nı müteakip bir köle ailesinin acı dolu hayatı gözler önüne serilir. ‘’Kölelerin kendileri adına hoş, zevkli duygular tatmaları doğru değildi; bedenleri bu amaca değil, ona sahip olan kişiyi hoşnut etmek için, mümkün olduğunca çok çocuk doğurmaya hizmet etmeliydi.’’

5. Göremediğimiz Tüm Işıklar (Anthony Doeer)


Amerikan yazarı Anthony Doeer tarafından yazılan Göremediğimiz Tüm Işıklar da 2015’te Pulitzer’i kazanmıştır. Eserde İkinci Dünya Savaşı’ndaki Fransa’da kör bir kızla yetim bir çocuğun yollarının kesişme hikâyesi anlatılır. ‘’Savaş, diye düşündü Etienne dalgın bir şekilde, hayatların herhangi bir mal gibi satıldığı bir pazar yeri.’’

6. Mülksüzler (Ursula K. Le Guin)


Bilim kurgu yapıtlara verilen Hugo Ödülü’nü geçtiğimiz sene kaybettiğimiz Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’i de kazanmıştır. Eserde kabaca; ‘Anarres’ ve ‘Urras’ adlı bir ikili dünya vardır. Anarres dünyası anarşistlerinken, Urras kapitalistlerin dünyasıdır. Ütopik olarak kurgulanan eser yazarın da en bilinen eserlerinden biri olmuştur. ‘’Yirmi yaş dolaylarında öyle bir an vardır ki; yaşamın geri kalan kısmı boyunca ya herkes gibi olmayı, ya da farklılıklarını erdeme dönüştürmeyi seçmen gerekir.’’

7. Küçük Şeylerin Tanrısı (Arundhati Roy)


Hintli yazar Arundhati Roy tarafından yazılan Küçük Şeylerin Tanrısı 1997 Man Booker Ödülü’nü elde etmiştir. Varlıklı bir Hintli ailenin genç kızının, ailenin yanında çalışan bir işçiye olan aşkını anlatır. Alt sınıfta olan genç işçi adam ile zengin bir ailenin kızı arasındaki yasak aşk şiirsel bir dille ve kızın ağzından anlatılır. ‘’Belki de bu kuşak, atalarının burjuva kokuşmuşluğunun bedelini ödüyordur.’’

8. Geceyarısı Çocukları (Salman Rüşdi)


Hint asıllı yazar Salman Ruşdi tarafından kaleme alınan eser de Man Booker Ödülü’nü 1981’de kazanmıştır. Hindistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra yazılması nedeniyle ayrı bir yeri vardır. Roman Hindistan’ın bağımsızlığını nasıl elde ettiğini anlatır ve yazarın sıkça tercih ettiği büyülü gerçekçiliği de içerir. ‘’Kendinden kesinlikle emin olan adamlar, korkunç şeyler yaparlar.’’

9. Juan Goytisolo


1976’dan bu yana verilen Cervantes Ödülü 2014 yılında İspanyol yazar Juan Goytisolo’ya verilmiştir. 2017’de aramızdan ayrılan yazar İspanya İç Savaşı’nda yedi yaşındayken annesini kaybetmiş ve babasıyla da ömrü billah mesafeli bir ilişki sürdürmek durumunda kalmıştır. Belki bunun da etkisiyle adeta bir gezgin olmuş, hem Doğu hem Batı dünyasını inceleyip farklı ülkelerde yaşamıştır. Tüm bunlar onu o yaptığı gibi Cervantes Ödülü’nü de almasını sağlamıştır. Yazar ödülü “Kültürler arası diyaloğa verdiği katkı ve İspanyol diliyle ilgili çalışmalarından” ötürü almıştır. Ara Perde aslı eserinde şöyle söyler: ‘’Zamanı ölçmek ve hayatlarını saatin gülünç despotluğuna tutsak etmek gibi uğursuz bir fikir kimin aklına gelmişti acaba?’’


Miniklerin Yaratıcılıklarını Ortaya Çıkarabilecek Çocuk ve Gençlik Kitapları

$
0
0

Hayal gücünü besleme, yaratıcı ve sanatsal işlerle ilgilenme çocuk yaşta başlanınca daha verimli olan şeyler. Bir çocuk; kendi tabiatı neye meylediyor, neyle ilgileniyor, en iyi hangi alana yönlenebiliyor bunun işaretlerini küçüklükten vermeye başlar. Dikte etme değil ama bu alanlarda derinleşmesini sağlamak oldukça önemli. Kitap okumaksa bu konuda her yetenekten çocuk ve gence alıştırılması gerekilen bir davranış. Derlemede yaş gruplarını da belirtiyorum. İşte gündemdeki çocuk ve gençlik kitapları!

1. Ay’ı Kim Çaldı? (Helen Stratton Would)


1972 doğumlu olan yazarın ilk kitabıdır. 6 – 10 yaş arası kategoriye dahil olan kitabın başkarakteri yazarın kendi oğludur. Hayalperest ve uzay meraklısı Berk’in bir gün gökyüzünde Ay’ı görmemesi üzerine onu arama serüveni anlatılır. ‘’Berk, geceleri gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatan Ay’a hayrandır. Ay’a bakarak uykuya dalarken güzel hayaller kurar. En büyük hayali de astronot olmaktır. Ama bir gece, bir de bakar ki, gözkyüzü bomboş, Ay’ın yerinde yeller esiyor. Büyük bir üzüntüye kapılan Berk, Ay’ı birilerinin çaldığını düşünüp aramaya koyulur.’’

2. Kral Şakir – Dostum Bu Çok Havalı! (Varol Yaşaraoğlu)


Grafi2000 ile de birçoğumuzun tanıdığı Yaşaroğlu’nun şöyle bir felsefesi var: ‘’kendi yarattığımız hayal dünyasında her şeyi değiştirmek mümkün’’ Bu hayalperestliğin bir ürünü olarak tanıdığımız Şakir, yeni kitabıyla karşımıza çıkıyor. 6 – 10 yaş arası kategoridedir. ‘’Aslında normal günler yaşamaya çalışıyoruz ama garip olaylar peşimizi bırakmıyor. Her zaman, olmadık durumlara girip birazcık şans, birazcık zekâ ve çokça takım ruhuyla, hep iyi biten eğlenceli maceralarla havamıza hava katıyoruz. Siz de havalı olmak istemez misiniz? Haydi o zaman maceraya!’’

3. Mutlu Su Aygırı (Richard Edwards)


Yirmiden fazla çocuk kitabı yazan Richard Edwards 6 – 10 yaş kategorisindeki bu çok popüler eseriyle Türkçede de yer alıyor. Şirin bir su aygırı tıpkı diğer su aygırları gibi çamurda dönüp dolanmaktan sıkılır ve koşan çıtalara, zıplayan antiloplara özenir. Yeni şeyler denemek isteyen su aygırının macerası bu kitap.

“Suaygırı olmak istemiyorum. Yo! Yo! Yo!

Zebra ya da bufalo lo lo lo,

Ağaçta şarkı söyleyen maymuuun

Suaygırı yerine maymuuun olsaaam…”

4. Ekmek Parası (Muzaffer İzgü)


Gülmece ve çocuk kitapları alanında ülkemizdeki en kıymetli isimlerden Muzaffer İzgü’nün çocuklara hitap ederken sosyal gerçeklikten de kopmadığı kitabı. Meşakkatli bir süreçten gelip yazar olmuş olan İzgü 6 – 10 yaş kategorisine dahil edilen bu eserinde kendi çocukluk yıllarının öyküsünü anlatıyor. ‘’Bir ekmek parası kazanabilmek için çekilen sıkıntılar, katlanılan zorluklar, aç yatılan geceler, çıplak geçirilen kış günleri; ama ille de yaşama ve insanlara duyulan sevgi…’’

5. Utangaç Ayı Monti (Ali Berktay)


Sevimli, içe kapanık ama bir o kadar da meraklı bir ayı olan Monti’nin rengarenk çizimlerle süslenen öyküsüdür. 6 ay – 5 yaş arası çocuklara hitap eden kitapta hayal gücünü besleyecek pek çok çizim mevcut. ‘’Evvel zaman içinde bir ayı vardı Monti’ydi onun adı. Gözlerini dikip bakmaya, herkesi seyretmeye bayılırdı. Aslında Ayı Monti kabalık etmek istemiyordu, ama öyle meraklıydı ki kendini tutamıyordu… Ama hiç kimse sürekli üzerine dikilen bakışlardan hoşlanmaz, eh zaten Ayı Monti’nin başı da çok geçmeden derde girdi. Neyse ki patlak gözlü bir kurbağa, Monti’ye doğru yolu gösterecekti!’’

6. Masal Masal İçinde (Ahmet Ümit)


Polisiye edebiyatının kıymetli yazarlarından Ahmet Ümit’in çocuklara ve yetişkinlere bir arada hitap edebildiği eseridir. Okul öncesi 6 ay – 5 yaş arasına dahil edilen kitapta yer alan zengin masalları nasıl derlediğini şu cümlelerle aktarıyor: “Bu kitaptaki masalları annemden dinledim. Annem de küçükken bir masalcıdan dinlemiş. Dedem kızının gönlünü hoş tutmak için bir masalcı tutmaktan çekinmemiş anlaşılan. Annem daha pek çok masal dinlemişti ama hepsini anımsamıyordu. Bana da anlatmış, ben de anımsamıyordum. Aslına bakarsanız bu kitaptaki masalları da çoktan unutmuştum. Yıllar sonra Antep’e baba evine döndüğümde, biraz da rastlantı sonucu annem yeniden anlattı bu masalları.”

7. Küçük Kara Balık (Samed Behrengi)


Yine okul önce olarak bilinen bir kitap olsa da yetişkinlere de seslenmeyi başaran önemli bir kitap. İçinde yüzdüğü derenin nereye bağlı olduğunu merak eden bir balık, diğer balıklardan ayrılarak uzun ve keşif dolu bir yolculuğa çıkar. ” ‘Bu derenin ucunun nereye çıktığını gidip görmek istiyorum,’ demiş. ‘Başka yerlerde neler olup bittiğini gerçekten bilmek istiyorum… Böyle amaçsızca yüzmekten bıktım usandım.’ ”

8. Gündüz ve Gece (Imke Rudel)


Bilimin eğlenceli ve zengin görsellerle anlatıldığı çocuk kitapları da oldukça ilgi çekiyor. İleride daha derin araştırmalara girebilecek miniklerin bu sayede ilk merakları karşılanmış oluyor. Gece ve gündüze dair aslında hepimizin merak edebileceği sorular kitapta cevabını buluyor. Okul öncesi olarak tasnif edilen kitapta şöylesi sorular yer alıyor: ‘’Gece ve gündüz olmasının nedeni nedir? Neden bazen gündüzler daha uzundur? Sabah erken kalkmak neden daha eğlencelidir?’’

9. Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe (Paola Peretti)


Sırada 10 yaş ve üstü çocuklara hitap eden kitaplar var. Kendi hayatından esinlenerek kaleme aldığı kitapta küçük bir kızın görme yetisini kaybedeceğini bilmesi üzerine çevresinde onun ilgisini çeken şeyleri keşfetmesi anlatılıyor. ‘’Mafalda, dokuz yaşındaki bir kız çocuğu ve bildiği bir şey var: Gelecek altı ay içinde, görme yetisini tamamen kaybedecek. Mafalda, görünürdeki bu karanlık gelecekte yolunu bulabilecek, okula gidebilecek, futbol oynayabilecek ve kedisine bakabilecek mi? Ailesi ve arkadaşlarının yardımıyla Mafalda, kendisi için önemli olan şeyleri keşfetmeye çalışır. Görme yetisini kaybetse de yapabileceği şeylerin listesini çıkarır…’’

10. İçimdeki Müzik (Sharon M. Draper)


Bu alandaki en önemli eserlerden biridir İçimdeki Müzik. Gerçek bir hayattan uyarlanarak bize hüzünle umudu bir arada veriyor. Küçük bir kızın engelleri aşma ve kendini ispat etme gayretinden hem müteessir olabilir hem de ondan ilham alabilirsiniz. 10 yaş ve üzeri sınıfındaki eserin içeriğine dair bir alıntı: ‘’11 yaşındaki Melody’nin hastalığının adı Spastik ikili kuadripleji yani beyin felci. Yürüyemiyor, konuşamıyor, tekerlekli sandalyeye mahkum. Hiçbir uzvuna komut veremeyen bu küçük kızın beyni ise mükemmel işliyor. Hikâye Melody’nin öğretmenlerine, arkadaşlarına, komşularına kısaca dış dünyaya kendini kanıtlama çabasını anlatıyor. İncelikli, naif, akıcı, komik ve ilham verici bir eser.’’

11. Sınıftan Yükselen Sesler (Rob Buyea)


Yine 10 yaş ve üstü gençlik kitaplarından biri olan Sınıftan Yükselen Sesler yedi çocuğun dilinden ayrı ayrı anlatılan bir eser. Hepsinin farklı bakış açısı ortaya bir nevi zenginlik olarak çıkıyor. Tanıtım bülteninden bir parça: ‘’Snow Hill Okulunun yedi öğrencisi için 5. sınıf hiç de kolay başlamamıştır. Okulun yenisi, uyum sorunu yaşayan akıllı ve hoşgörülü Jessica… Dostunuz gibi görünüp arkanızdan iş çevirebilen baş belası Alexia… Sürekli hınzırlık peşinde koşan sınıfın en yaramazı Peter… Gözlerinden zekâ fışkıran Luke… Çekingen yapılı, en ufak şeyden kırılabilen Danielle… Ailesi nedeniyle arkadaşlarınca dışlanan utangaç Anna… Ve okuldan ölesiye nefret eden aksi yaradılışlı Jeffrey. Fakat yeni öğretmenleri Bay Terupt, “yaşa ve öğren” adını verdiği alışılmadık eğitim metoduyla, azarlamak yerine davranışlarının sonuçlarıyla yüzleşmelerini sağlayarak onlarla nasıl başa çıkacağını biliyor gibidir.’’

12. Dedemin Bakkalı (Şermin Yaşar)


Yine 10 yaş ve üstü kitaplardan biri, üstelik de yerli bir yazarın eseri. Şermin Yaşar 2000 yılında basılan ‘’Garip Bir Kuyruk’’la beraber toplam 6 çocuk kitabı kaleme almıştır. Dedemin Bakkalı, yazarın kendi hatıra ve yaşantılarından oluşan bir eser. ‘’Şermin Çarkacı’nın kendi hatıralarından ilhamla kaleme aldığı Dedemin Bakkalı, büyüklere çocukların gözünden kendilerini görme imkânı verirken; küçüklere ticaretin, yenilikçi düşünmenin, büyüklerin dünyasının ve insan ilişkilerine dair inceliklerin ipuçlarını veriyor. Epey güldürüyor, biraz hüzünlendiriyor, uzun uzun düşündürüyor.’’

Bize İstanbul’u Anlatan Nobel Ödüllü Romancımız Orhan Pamuk’un Tüm Kitapları

$
0
0

Orhan Pamuk bugün Türk edebiyatının en önde gelen romancılarından biri. Kent soylu bir ailenin çocuğu olarak, İstanbul’da dünyaya gelir ve eserlerinin birçoğunda da mekân İstanbul’u işaret eder. Bu bakımdan İstanbullu bir yazar olduğu yorumlarını kabul etmekle beraber ilave eder; özellikle bu kenti özellikle seçmiş değildir, burada doğar ve çevresi de burada oluşur. Büyük bir titizlikle, araştırmalar yaparak yazdığı romanları onu ödüllerden ödüllere götürür. Hatta öyle ki kimi romanlarını yazması yıllarını alır. Yazarın pek çok romanında Doğu – Batı arasında gidip gelmelerin karakterler üzerinden anlatıldığını da söylemek gerek. Buyurun derlemeye. Baştan sona Orhan Pamuk kitapları!

1. Cevdet Bey ve Oğulları (1982)


Yazarın ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları romancıya ilk şöhretini iki ayrı ödülle getirir. Orhan Kemal Roman Armağanı ve Milliyet Roman Ödülü’nü bu eseriyle kazanır. Otobiyografik yönler de bulabileceğiniz eserde Nişantaşılı bir ailenin 20. asırdan itibaren üç kuşak hikâyesi anlatılır. İçeriğe yönelik tanıtım bülteninden: ‘’Abdülhamit döneminin son yıllarında, İstanbul’un ilk Müslüman tüccarlarından küçük dükkân sahibi Cevdet Bey’in tutkusu, hem işlerini büyütmek, zenginleştirmektir hem de “Batılı anlamda” çağdaş, modern bir aile kurmak. Kökü taşraya uzanan geleneksel ailesini bir yana bırakarak bu isteklerini gerçekleştirmeye girişen Cevdet Bey’in ve oğullarının hikâyesi, bir anlamda modernleşme uğraşı içindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin özel hayatının da hikâyesidir.’’

2. Sessiz Ev (1983)


Yazarın ikinci romanı Sessiz Ev yine kendine sahne olarak İstanbul’u, daha özelde de Cennethisar adında bir kasabayı seçer. Eserde babaannelerini ziyaret etmek üzere söz konusu kasabaya giden üç kardeş görürüz. Bunlardan biri devrimci, biri tarihçi, biri de zengin olmayı amaçlar. Toplumun farklı kesimlerinden insanları bir memleket gerçeği olarak Sessiz Ev’de görebilirsiniz. Tanıtım yazısından bir alıntı: ‘’Her bölüm farklı karakterlerin gözünden anlatılmaktadır. Romandaki zamanın, 12 Eylül 1980’de yaşanan askerî darbeden kısa bir süre önce geçmesi nedeniyle darbeden önceki siyasî ve toplumsal gerginlikler romanda derinden hissedilmektedir.’’

3. Beyaz Kale (1985)


Beyaz Kale’de zaman olarak bu kez daha geriye gider Pamuk. Fakat Doğu – Batı arasındaki farklar, çeşitlilikler bu eserde de karşımıza çıkar. 17. yüzyılın İstanbul’unda geçen kurmaca Venedikli genç bir bilginin, Osmanlı denizcileri tarafından esir alınması, çalışkanlığı ve bilgisiyle paşanın ilgisini çekmesi, bu sebeple kendisine çok benzeyen ‘’Hoca’’ lakaplı kişiyle tanıştırılması ve ardından türlü entrikaların yaşanması şeklinde ilerler. Kurgunun devamını içeren bir alıntı: ‘’Hikayede Türkler tarafından esir edilen astronomi, matematik ve tıp konusunda engin bilgilere sahip olan romanın ana karakteri Venedikli; ülkesinde çok iyi eğitim almış, neredeyse bilimin her alanında bilgisi ve eserleri olan, kendini beğenmiş bir karakterdir. Romanın diğer karakteri Hoca; iyi bir eğitim almıştır, parlak zekalıdır, hırslıdır ve okumayı sever. Padişah; avlanmayı seven ve gözlemciliği ön plana çıkan bir karakterdir. Paşa ise sinsidir ve son derece hırslıdır. Manipülatif bir karakterdir. Kitapta yer alan ana temalar çok çeşitlidir. Bu temalardan biri efendi ve köle ilişkisidir. Bilginin gücü, kitapta kullanılan temalardan bir diğeridir. Osmanlı’nın modernleşmesi ve Batı ülkeleriyle rekabeti romanın ana temalarından birini oluşturur.’’

4. Kara Kitap (1990)


Seksenlerin sonundan itibaren Pamuk’un bir romancı olarak daha da ünlenmesini sağlayan eseridir. Özellikle de yazarın en zor okunan kitaplarının başında geldiği için bir ön araştırma yapılması salık verilir. Doğu anlatı geleneği ve o dünyanın iki ismi romanda bariz çağrışımlarla ortaya çıkar. Celal karakteri Mevlana Celâleddin Rumî, Galip karakteri ise açık ara Şeyh Galip’i bize hatırlatır. Yazar kendisi de ilk gençlik yılından itibaren Mevlana’dan etkilenmiş, onu okumuş biridir. Tanıtım bülteninden içeriğe dair: ‘’Romanın ana karakteri Galip, İstanbul’da yaşayan ve kimliğinden memnun olmayan bir avukattır. Bir gün karısı Rüya’nın küçük bir not bırakarak onu terk ettiğini öğrenir. Galip, eşini bulmak amacıyla sıra dışı bir eyleme kalkışır. Galip; eşi Rüya’nın, bir gazetede köşe yazarlığı yapan kardeşi Celal’e kaçtığını düşünür. Bu sıralarda Celal’in de kayıp olduğunu öğrenir. Galip, kardeşi ve eşinin izini bulmak için Celal gibi yaşamaya başlar, Celal’in kimliğini ele geçirir. Bunu yaparak Celal gibi düşünebileceğini ve dolayısıyla kardeşi ve eşinin nerede olduğunu bulabileceğine inanmaya başlar.’’

5. Gizli Yüz (1993)


Orhan Pamuk’un sinema filmine dönüştürülme amacıyla kaleme aldığı senaryodur. Ömer Kavur’un yönetmenliğini yaptığı filmin senaryosunu yazar bir önceki kitabında, Kara Kitap’taki ‘’Karlı Gecenin Aşk Hikâyeleri’’ adlı bölümden esinlenerek yazar. “Benim bütün kitaplarım, bir önceki kitabın içinden doğar” diyen yazar bu eseriyle de aslında bize bunu gösterir. Muhtevaya dair açıklama yazısından: “Kimlik, hatırlamak ve aşk konularındaki bu hikâyeyi kurarken, tıpkı bir romanı yazarken olduğu gibi, önceden hesapta olmayan bir yığın yan öğe, konucuk, tema, kişi, eşya, yer, ıvır zıvır kalemimin ucuna kendiliğinden geldiler: Unutulmuş kasabalar, çayhaneler, masalar, saat kuleleri, hayatta karşılaştığım tuhaf insanlar, kasaplar, ortalıkçı kadınlar, Şeyh Galip’ten mısralar, ağaçlar…’’

6. Yeni Hayat (1994)


Yazarın önceki eserleri için de ilan edilen ‘’postmodernist roman’’ anlayışı Yeni Hayat’la daha da belirginleşir. Esere dair akılda en kalan noktalardan biri onun ilk cümlesidir: ‘’Bir gün bir roman okudum ve hayatım değişti.’’ Ana karakterin okuduğu bir kitaptan aldığı ‘’çağrıyla’’ yeni hayatını aramak üzere yaptığı içsel ve somut yolculuklar anlatılır. İçeriğe dair aydınlatıcı bir alıntı: ‘’Okuduğu bir kitaptan sarsılarak etkilenen, sayfalardan neredeyse fışkıran ışığa bütün hayatını veren ve kitabın vaat ettiği yeni hayatın peşinden koşan genç bir kahramanın olağanüstü hikâyesi bu. Kitabın etkisiyle âşık oluyor, üniversite öğrenciliğinden uzaklaşıyor, İstanbul’dan ayrılıyor, bitip tükenmeyen otobüs yolculuklarına çıkıyor, taşra şehirlerine doğru savruluyor.’’

7. Benim Adım Kırmızı (1998)


Yazarın en çok ses getiren eserlerinin başını çeker. En prestijli ödüllerden biri olan Uluslararası IMPAC Dublin Ödülü’nü kazanır, Fransa’da birçok kere ‘’bestseller’’ olur. Tekrar İstanbul’da geçen roman 16. asrın sonunda yaşar. Hemen açıklama kısmından ne anlattığına bakabiliriz: ‘’İki küçük oğlu birbirleriyle sürekli çatışan güzel Şeküre, dört yıldır savaştan dönmeyen kocasının yerine kendine yeni bir koca, sevgili aramaya başlayınca, o sırada babasının tek tek eve çağırdığı saray nakkaşlarını saklandığı yerden seyreder. Eve gelen usta nakkaşlar, babasının denetimi altında Osmanlı Padişahı’nın gizlice yaptırttığı bir kitap için Frenk etkisi taşıyan tehlikeli resimler yapmaktadırlar. Aralarından biri öldürülünce, Şeküre’ye âşık, teyzesinin oğlu Kara devreye girer. İstanbul’da bir vaizin etrafında toplanmış, tekkelere karşı bir çevrenin baskıları, pahalılık ve korku hüküm sürerken, geceleri bir kahvede toplanan nakkaşlar ve hattatlar sivri dilli bir meddahın anlattığı hikâyelerle eğlenirler.’’

8. Öteki Renkler (1999)


Bu kez bir romana değil de de yazar Orhan Pamuk’un özeline giriyoruz. Yazarın o güne kadarki çeşitli deneme ve yazılarından bir derleme olan eser Pamuk’un kişisel hayatına dair çok renkli bilgiler sunuyor. Neler içerdiğine dair: ‘’Yirmi beş yıldır yazdığı düzyazılardan, tuttuğu defterlerden, yaptığı röportajlardan yapılan bu titiz seçmede Pamuk, zaman zaman eğlenceli, kışkırtıcı, çözümleyici olan bir dille kızı Rüya ile arkadaşlığını, bayram ziyaretlerini, sigarayı bırakışını, gençlik bunalımlarını, yazarın günlük hayatını, sinema zevkini, Boğaz’daki eski yangınları, bildiği İstanbul’u, yalnızlık ve mutluluk üzerine takıntılarını, toplumun ve kendisinin korkularını ve paranoyalarını anlatıyor.’’

9. Kar (2002)


Çalkantılı 90’lı yılların hemen ertesinde yayımlanan eserinde Pamuk Türkiye’nin siyasî atmosferini ele alır. Bu kez mekânımız Kars’tır ve Orhan Pamuk da bu nedenle romanı yazmadan önce Kars’a gidip bir müddet orada yaşar. Önemli bir sosyal gerçekliği işleyen romanın tanıtım yazısından bir alıntı: ‘’Kitapta geçen hikayede Ka adında bir şair ve köşe yazarının Kars ilinde gerçekleşen kadın intiharlarını çalıştığı gazetedeki köşesinde yazmak amacıyla soğuk bir kış ayında Kars iline araştırma yapmaya gitmesiyle başlamaktadır.’’ Evet böyle başlar, ancak olayın çok ciddi siyasî boyutları da gözler önüne serilir.

10. İstanbul: Hatıralar ve Şehir (2003)


Orhan Pamuk’un kendi hayatındaki ilk dönemleri; çocukluğundan bir romancı olmaya karar verdiği 22 yaşına kadar geçen süreyi, bu sürede yaşadığı İstanbul’un yüzünü anlattığı eseridir. ‘’Orhan Pamuk İstanbul’da, hayatının ilk yirmi iki senesini bir büyüme ve olgunlaşma romanına dönüştürüyor. Yazarın çocukluğu ve ilk gençliğinin hikâyesi ve aile tarihiyle İstanbul’un bir imparatorluk başkentinden 20. yüzyıl başlarında yıkıntılarla ve hüzünle dolu bir şehre dönüşmesinin hikayesi olan İstanbul – Hatıralar ve Şehir, yalnızca Pamuk’un bir İstanbul yazarı olarak ününü sağlamlaştıran kitabı değil, aynı zamanda tüm dünya edebiyatında bir şehrin ruhu hakkında yazılmış en derin kitaplardan biri.’’

11. Babamın Bavulu (2007)


Nobel Ödül Töreni’nde de yaptığı konuşmanın başlığı Babamın Bavulu’dur. Yazar bu metninde oldukça içten bir şekilde kendisini, resmi bırakıp yazarlığa soyunmasını, yetiştiği çevreyi anlatır ve bu metniyle de oldukça dikkat çekip ödüller kazanır. Yazarı tanımak için başvurabileceğiniz önemli bir metindir Babamın Bavulu. Açıklama yazısından: ‘’2006 yılının Aralık ayında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alırken sözlerine ‘Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, elyazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana.’ diye başlayan ve konuşmasını ‘bugün babam aramızda olsun çok isterdim.’ cümlesiyle tamamlayan Pamuk, ‘Babamın Bavulu’ adlı Nobel tarihinin en içten ve en iyi hazırlanmış konuşmalarından biriyle tüm dünyada büyük yankı bırakmıştı.’’

12. Masumiyet Müzesi (2008)


Bu romanın bir ayrıcalığı da şüphesiz, romandan uyarlanan bir müzenin de inşa edilmiş olmasıdır. Ona geleceğiz, evvela romanın bir aşk öyküsü olduğunu belirtelim. Zengin bir İstanbullu oğlanla onun yoksul akrabası olan bir kızın gönül hikayesidir bu eser. ‘’1975 yılında başlayan hikayede varlıklı bir ailenin oğlu olan Kemal’in uzak akrabası Fisun ile yaşadığı aşk anlatılmaktadır.’’ Romanın yayımlanmasından birkaç sene sonra Pamuk aynı adı taşıyan bir müze kurar Beyoğlu’nda. Müze, romandan uyarlanır ve eserdeki karakterlerin eşyaları gibi materyaller müzede sergilenir. Hemen her işiyle ödüller toplayan Pamuk bu müzesiyle de müze ödülü kazanır.

13. Saf ve Düşünceli Romancı (2010)


Pamuk bu kez karşımıza bir konferans konuşmacısı olarak çıkıyor. Hemen içeriğe dair açıklama yazısını alıntılayalım: ” ‘Roman okurken kafamızda neler olup biter?’ başlığı ve ‘Romanlar ikinci hayatlardır’ satırıyla açılan Saf ve Düşünceli Romancı, Orhan Pamuk’un 2009 sonbaharında Harvard Üniversitesi’nde, bin kişilik Sanders Tiyatrosu’nda verdiği ve büyük ilgi gören Charles Norton konferanslarını içeriyor.

14. Manzaradan Parçalar (2010)


Yazarın ‘’Öteki Renkler’’ adlı kitabının devamı vasfını taşır. Yine kendi hayatının belli başlı dönemleri bu kitapta yer alır. Hayata Pamuk’un gözleriyle bakabileceğiniz kitaptaki konular şöyle: ‘’Orhan Pamuk bu yeni kitabında, çocukluğundan başlayarak hayatından, yaşadıklarından bütün içtenliğiyle söz ediyor. Yazarın babasının ölümü, siyasi dertleri, futbol oynarken ya da romanlarını yazarken hissettikleri, tıpkı annesinin sigara böreği yapışı, yaz gecesi bir sivrisineğin hareketleri ve Boğaz gemileri hakkındaki gözlemleri gibi büyük bir manzaranın parçası olarak dikkatle işleniyor. Pamuk İstanbul’dan, Adalar’dan, New York’tan, Venedik ya da Kalküta’dan söz ederken yaptığı gibi, kendi suçluluk duygularından, rüyalarından, eski berberlerden ya da çocukluğunda sokaklarda atıştırdığı şeylerden de bütün dikkatiyle hikâyeler çıkarıyor.’’

15. Şeylerin Masumiyeti (2012)


Bir ‘’sergi kataloğu’’dur bu kitap. Masumiyet Müzesi’nde yer alan eşyalar üzerinden Pamuk kendi hayatı ve İstanbul’un yüzlerini anlatmaya devam eder. Peki bu İstanbul’da neler var? ‘’Eski İstanbul taksilerinden kalabalık aile fotoğraflarına, ev ev gezen terzilerden gazino-sinema çevrelerine, Boğaz ve yalı kültüründen çay içmeye ve kahvede oturup kâğıt oynama alışkanlıklarına uzanan kitap, aynı zamanda Pamuk’un on beş yılda kurduğu ilginç müzenin hem hikâyesi hem de kataloğu.’’

16. Ben Bir Ağacım (2013)


Okuyanlar bana katılırlar mı bilmem; Ben Bir Ağacım bir çeşit tanışma kitabı olabilir; çünkü Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı, Kar gibi eserlerinde yer alan metinlerden oluşuyor. Pamuk kitabı oluşturan romanlarından sade ve basit olan bölümleri alıp bu kitaba uyarlar: ‘’Orhan Pamuk, diğer kitaplarından bu parçaları kitaba alırken metinlere dokundu, eski yazılarını değiştirdi, cümleler, paragraflar ekledi, başlıklar koydu. Pamuk’un kırk yıllık yazarlık hayatının en güzel sayfalarından yapılan bu seçme hem onun yeni ve genç okurlarının, hem de yazarın eski takipçilerinin ilgisini çekecek.’’

17. Kafamda Bir Tuhaflık (2014)


Eski İstanbul’un canlı sembollerinden biri olan ‘’bozacılar’’ı göreceksiniz bu kitapta. Daha da özelinde; tek bir bozacının, Mevlut Karataş karakterinin hikayesini okuyacaksınız. Kitabı yazmazdan önce kentte hala tek tük kalmış olan bozacılarla da röportajlar yapar Pamuk. Değişen İstanbul çehresini bir bozacının gözünden görmek de oldukça ilgi çekici olsa gerek. Tanıtım bülteninden: ‘’Kafamda Bir Tuhaflık hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını hikâye ediyor. 1969 ile 2012 arasında, kırk yılı aşkın bir süre Mevlut, İstanbul sokaklarında yoğurtçuluk, pilavcılık, otopark bekçiliği gibi pek çok iş yapar. Bir yandan sokakların çeşit çeşit insanla dolmasını, şehrin büyük bölümünün yıkılıp yeniden inşa edilmesini, Anadolu’dan gelip zengin olanları izler; diğer yandan ülkenin içinden geçtiği dönüşümlere, siyasi çatışmalara, darbelere tanık olur. Onu başkalarından farklı kılan şeyin, kafasındaki tuhaflığın kaynağını hep merak eder. Ama kış akşamları boza satmaktan ve sevgilisinin aslında kim olduğunu düşünmekten hiç vazgeçmez.’’

18. Kırmızı Saçlı Kadın (2016)


Tehlike ve risklere gebe bir aşk hikayesidir Kırmızı Saçlı Kadın. Diğer eserlerine kıyasla daha sade yazdığı eserin içeriğine dair: ‘’Kitapta 1985 yılında geçen öykü, Cem isimli karakterin gözünden anlatılıyor. Kitap; Cem’in Kuyuculuk işi için gittiği kasabada ustasından gizli olarak bir çadır tiyatrosuna adını bile bilmediği ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ı görmeye gitmesini, ona aşık olmasını, ilk aşkı olan ‘Kırmızı Saçlı Kadın’la olan münasebetini konu edinir. Hikaye, Cem’in gençlik yıllarından orta yaş yıllarına kadar Cem’in gözünden anlatılmaktadır; ayrıca karakterlerin ağzından iki efsaneye (Kral Oidipus, Rüstem ve Sührab) de değinilip bir insanın hayatının eski eserlere nasıl dayanabileceğini göstermektedir. Dil açısından sade bir anlatım seçen Orhan Pamuk, son derece dikkat uyandıran bir roman sunmuştur.’’

19. Hatıraların Masumiyeti (2016)


Bir film eleştirisi kitabı olarak karşımıza çıkan Hatıraların Masumiyeti’nin gelişim ve meydana gelme süreçleri tanıtımında aydınlatıcı şekilde yer alıyor: ‘’Orhan Pamuk’un yeni kitabı “Hatıraların Masumiyeti”, bir film kitabı. Kitap Pamuk’un bu film için yazdığı metinleri, konuşmaları ve filmden seçilmiş kareleri içeriyor. 2012 yılında İngiliz yönetmen Grant Gee ile Orhan Pamuk, “Masumiyet Müzesi”, İstanbul ve Pamuk’un dünyasını kapsayan bir belgesel için çalışmaya karar verdiler. Sonuçta ortaya 72. Venedik Film Festivali’nde eleştirmenlerin yoğun övgüsüyle karşılanan bir belgesel film Hatıraların Masumiyeti çıktı. Pamuk, bu filmden yola çıkarak hazırladığı “Hatıraların Masumiyeti” kitabına senaryonun yanı sıra, yazar ve arkadaşı Emre Ayvaz’ın film için kendisiyle gerçekleştirdiği söyleşinin “Roman, Müze, Film” adlı özgün bir anlatıya dönüştürdüğü metnini de ekledi. Kitapta ayrıca Orhan Pamuk’un ve Grant Gee’nin (filmden) seçtiği görüntüler de yer alıyor.’’

20. Balkon (2019)


Yazarın kitaplaşan son işi de İstanbul’daki evinin balkonundan çektiği fotoğrafları oluşturan Balkon. İstanbul Boğazı, Haliç, Marmara Denizi gibi tarihî yarımadayı kapsayan kareler Pamuk’un kadrajında buluşuyor. Bitmedi; Yapı Kredi Kültür Sanat’ta düzenlenen ‘’Orhan Pamuk – Balkon Fotoğrafları’’ sergisi de kitapta yer almayan başka fotoğrafları da kapsıyor ve ziyaretçilerine 27 Nisan’a dek açık.

Siyahi Vatandaşların Güvenli Seyahat Etmesini Sağlayan “Green Book”un Hikayesi

$
0
0

1930’lu yıllarda ülkeyi gezmek isteyen motorcu gezginler genellikle uzun yolları tercih ediyordu. Siyahi vatandaşlar içinse durum pek iç açıcı değildi. Seyahatleri boyunca ırkçılığa ve ayrımcılığa maruz kalan siyahi vatandaşlar, yolculuk boyunca ekstra dikkatli olmak zorundaydı. 1936 yılında Victor Hugo Green’in yazdığı ”The Negro Motorist Green Book’’, Zenci Motorcuların Yeşil Kitabı, yaklaşık 30 yıl boyunca seyahat etmek isteyen siyahi insanlar için başucu kitabı olmuştu.

1930-1960 yılları arasında basımı yapılan kitap Afro-Amerikalılar’ın ırkçılığa maruz kalmadan seyahat edebileceği bir harita içeriyordu

1930’lu yıllarda Afro Amerikalılar sürekli ırkçı saldırılara maruz kalıyorlardı. Seyahat etmek isteyen siyahi vatandaşların yardımına ise bir yerel posta çalışanının yazdığı The Negro Motorist Green Book kitabı koştu. Kitapta konaklama, yemek yeme gibi temel ihtiyaçları ırkçı yaklaşımlara maruz kalmadan, güvenle karşılayabilecekleri yerlere dair bilgiler veriliyordu.

Tartışmalı bir Oscar Ödülü’ne de sahip olan Green Book, 1960 yıllarda siyahi müzisyen Don Shirley ve Tony Vallelonga için çekilen belgeselle tekrar ilgi odağı oldu

Victor Green’in kitabının ise bir filmden çok daha büyük bir hikayesi var. Yeşil Kitap yalnızca siyahi vatandaşların ırkçılık görmeden gezmesini sağlamıyordu. Kitapta aynı zamanda eğlence yerlerine ve seyahat duraklarına dair detaylı bilgiler vardı. Bu duraklar aynı zamanda bir toplanma noktası görevi de görüyordu.

Afro-Amerikalılar’ın beyazlarla aynı yerlere girme haklarının olmadığı bir dönemde yazılan Yeşil Kitap aynı zamanda ırkçılığın güneye özgü bir problem olmadığını da gösteriyordu

Amerika’nın kuzey ve batı bölgelerinde siyahların giremeyeceği ya da güvende olamayacağı birçok bölge vardı. Resmi ve gayri resmi ırkçılığın hat safhada olduğu bu dönemde yazılan kitap, Afro Amerikalılar için hayati önem taşıyordu. Aynı zamanda ırkçılığın yalnızca Amerika’nın güney bölümlerinde yapıldığı tezi de çürütülüyordu.

Yazar Victor, Yahudiler’in Catskills bölgesi için kullandığı kitabı görünce siyahiler için de benzer bir ihtiyaç olduğunu anlamış

Eşinin ailesinin Virginia’da oturması sebebiyle sık sık seyahat etmek durumdan kalan Victor, böyle bir kitabın eksikliğini fazlasıyla hissetmiş. Yahudi bir arkadaşının Catskills bölgesi için kullandığı kitabı görünce de The Green Book’u yazmaya karar vermiş.

Film yapımcısı Yoruba Richen, Afroamerikalılar’ın problemlerini bildiğini ama Yeşil Kitap’tan daha önce haberdar olmadığını söylüyor

The Green Book kitabını duyduktan sonra konunun çok ilgisini çektiğini belirten Richen, Afroamerikalılar’ın ırkçılığın yaygın olduğu dönemde maruz kaldığı problemlere bu açıdan bakmadığını söylüyor.

The Green Book, o dönemde yapılan ırkçılığa dair bir belge niteliği de taşıyor

Siyahi vatandaşların Amerika’nın kuzey bölgelerindeki birçok restorana, kafeye ve ticari işletmeye girmesi yasaktı. Tabelaların ve uyarı işaretlerinin yetersiz olması sebebiyle yasak olan bölgeye giren siyahi vatandaşlar, ciddi sonuçlara maruz kalabiliyordu. Rencide edilmek ya da ceza almak bunların yalnızca bir kısmı. The Green Book kitabı sayesinde Victor Green, dönemde yaşanan bu sorunları da kitabına taşıyarak tarihi bir belge de ortaya koymuş bulundu.

Kaynak: 1 2

Bir Fırsat Kaçtığında Söylediğimiz Atı Alan Üsküdar’ı Geçti Deyiminin Etkileyici Hikayesi

$
0
0

Az sözle çok şey, hatta önemli bir hayat dersi anlatmak. Halk kültüründe karşımıza sıklıkla çıkan, çoğu kez de tecrübeli bir bilginin, görmüş geçirmiş bir alimin dillendirdiği atasözleri ve deyimler Anadolu insanın keskin zekâsını gözler önüne serer. Yaşanmış ve tecrübe edilmiş bir olayın üzerine gerçek anlamda da söylenenleri olduğu gibi, günümüzde deyimleri tipik olarak mecaz anlamlarıyla kullanırız. Fırsatların kaçırıldığı ve artık yapacak bir şeyin olmadığını anlatan ‘’Atı alan Üsküdar’ı geçti’’ deyimi de bize böylesi bir anlayıştan miras. Peki ya hikâyesi?

’’Fırsatın kaçırılıp artık yapılacak bir şeyin kalmadığını anlatan bir söz’’ TDK bu deyimi böyle açıklıyor

Hikaye o ki; Bolu’da yaşamış ve Bolu Bey’ine de başkaldırmış olan Türk halk ozanı Köroğlu’nun bir gün atı çalınır

Pek sevdiği ve kıymet verdiği atını bulmak adına tebdil-i kıyafetle dört bir yanı dolaşır ve en son İstanbul’a gelir

Kendi atını, atların sergilenip satıldığı bir pazarda gören Köroğlu gerçek kimliğini gizleyerek satıcıya yanaşır

Satıcıya atın çok güzel göründüğünü fakat bir binip test etmesi gerektiğini belirtir

Satıcı da bu adamın meşhur Köroğlu olduğunu anlamadığından teklifi gönül rahatlığıyla kabul eder

Güzeller güzeli atsa üstündekinin esas sahibi Köroğlu olduğunu anlar ve dörtnala koşarak pazardan uzaklaşır

Köroğlu atıyla Sirkeci sahile vardığında paraya kıyıp bir sal kiralar ve Üsküdar’a doğru yol alır

Satıcı ise kandırıldığını fark edeli beri sürekli söylenip durur

Köroğlu’nu atıyla beraber bir salda gören satıcının dostlarından biri de onu teskin etmek için seslenir

’’Üzülmeyi bırak! Atı alan Üsküdar’ı geçti. O adam Köroğlu’nun kendisiydi’’

Murasaki Shikibu Adlı Bir Japon Kadın Tarafından Yazılan Dünyanın İlk Romanı Genji’nin Hikayesi

$
0
0

Yazma ihtiyacı, buna bağlı olarak bir etkileşim isteği insanın belki de sarsılmaz gerçeğidir. Yazılan metinlerin tasnifinden hareketle, roman dediğimiz zaman en kıymetli yazın türlerinden biri karşımıza çıkıyor. Her devirde ve ülkede toplumu, bireyi, bir fantazyayı ayrıntılarıyla anlatmada çok etkili olan romanla Türk edebiyatı Tanzimat devrinde ve ilk önce çevirilerle tanışmıştır. Peki bir tür olarak roman ne zaman icat edilmiştir? Fitili kim ateşlemiştir? İşte bunun için 11. asrın Japonya’sına gitmemiz gerekiyor. 17. yüzyılın başında, Cervantes tarafından yazılan ‘’Don Kişot’’ ilk roman unvanıyla daha çok bilinse de, ondan 600 yıl önce Heian dönemi Japonya’sındaki bir nedime, Murasaki Shikibu dünyanın ilk romanını yazar. Genji’nin Hikayesi adıyla tanınan romanın ve yazarın çeşitli özelliklerini aktarmaya çalıştım.

Önce dünyanın ilk romanını yazan bu Japon kadından bahsedelim. Murasaki Shikibu 978 – 1016 yılları arasında Heian
devri Japonya’sında (794-1185) yaşar

Esas adı bilinmeyen yazar ‘’Shikibu’’ unvanını babasının çalıştığı ve ‘’Shikibu – kyö’’ adı verilen resmî kurumdan alır. ‘’Murasaki’’yi ise Genji’nin Hikâyeleri’nde aynı adı taşıyan karakterden ötürü okuyucuları ona verir

O dönem kadınlara okuma – yazma ve yani Çince öğretilmediği için Murasaki erkek kardeşine öğretilen derslerden istifade ederek okuma – yazmayı öğrenir

Ayrıca edebiyat sevdalısı bir aileye mensuptur: büyük dedesi, dedesi ve babasının şairlik ettikleri söylenir

Michinaga Fujivara 1000 yılında, kızını İmparator İchijo ile evlendirince, kızına dostluk yapması adına Murasaki’yi de saraya görevli olarak aldırdığında yıl 1005’tir

Dünyanın ilk romanı Genji’nin Hikâyeleri’nin yanı sıra Murasaki Shikibu’nun Günlüğü adlı eserini de saraydaki nedimelik tecrübesinin ardından yazar

1008 – 1010 yılları arasında yazdığı günlüğünde Heian devrini, sarayın şatafatlı ve en güçlü yıllarını anlatır

Murasaki, saraya gelişinden yaklaşık 6 yıl sonra İmparator İchijo ölünce, İmparatoriçe ile beraber saraydan ayrılır ve Biwa Gölü yakınlarına yerleşir

Murasaki ayrıca yirmili yaşlarının ortalarında evlenir ve bu evliliğinden daha sonra bir şair olacak olan Daini no Sanmi (999 – 1082) adlı kızı dünyaya gelir

Bu önbilgilerden sonra tamamen Genji’nin Hikâyeleri’ne geçebiliriz. Murasaki dünyanın ilk romanı olarak kabul edilen bu eserini 1010 yıllarında tamamladığında eser 2000 sayfanın üzerindedir

54 bölümden oluşan roman Japonca ‘’Genji Monogatari’’ adıyla bilinir ve Monogatari o dönem öykü, hikaye, masal gibi türlerin ortak adıdır

Eser yaklaşık 400 karakterden oluşur ve Heian devrinde yaşayan ikinci prensin hayatını anlatır

Devrin imparatoru haremindeki soylu kabul edilmeyen kadınlardan birini hamile bırakır ve bu kadından sonra ‘’Genji’’ adı verilecek olan bir oğlan doğar

Doğum esnasında yaşamını yitiren kadının güzelliği, bu yeni doğan oğlan çocuğuna geçtiğinden imparator ona gözü gibi bakar

Tahtın varisi ise imparatorun büyük oğlu olduğundan, küçük kardeş Gen adlı bir klanın başına geçmeyi tercih eder ve Genji adını da bu klandan alır

Roman dönemin başkenti olan Kyoto’da, bugünkü adıyla Ishiyama-dera Temple tapınağının etrafında geçer

Genji 9 dokuz yaşına bastığında ilk defa aşık olur ve sevdiği kadın imparatorluğun güçlü ailelerinden Fujitsuboların prensesi Miya’dır

Genji 9 yaşından 12 yaşına kadar her gün Miya’ya hislerini anlatsa da, bu prenses imparatorun karısı olduğundan Genji’yi reddeder

Genji 12 yaşında geldiğinde ise tasarlanmış olarak Aoi no Ue adlı kadınla evlendirilir

Devrin evlilik yaşlarının bugünün buluğ çağlarına denk geldiğinin altını çizip devam edelim. Aoi, kendisinin imparatorun varisi ile evlendirileceğini düşündüğünden Genji’yi hiçbir zaman sevmez

Genji’yi seven bir başka kadınsa Aoi’yi öldürür ve bu kadın devrin en zeki, en güzel şiirlerini yazan kadınlarından biridir

Genji onu seven bir kadını bulmuş olmasına rağmen ilk aşkını unutamaz ve her şeyini de giderek kaybetmeye başlar

Eserin 17. yüzyıldaki baskısının tamamı 1933’te Arthur Waley ve 1976’da Edward G. Seidensticker tarafından İngilizceye çevrilince Genji’nin Hikayeleri popülerlik kazanır

Bugün Japonya edebiyatının en önemli eseri olarak kabul edilir ve lise müfredatında da temel eser olarak okutulur

Murasaki Shikibu’nun Günlüğü dilimize kazandırılmış olsa da dünyanın bilinen ilk romanı olan Genji’nin Hikâyeleri henüz Türkçede yok

Ancak film ve anime olarak uyarlanmış halini bulmak mümkün: 2009’da uyarlanan Genji Monogatari Sennenki adlı anime bunlardan biri

Bugün, romanın geçtiği Japonya, Kyoto’daki Uji Higashiuchi bölgesinde Murasaki Shikibu heykeli bulunuyor

Yazar ve Düşünürlerin Çok Özel Görüşlerini İçeren 15 Röportaj Kitabı

$
0
0

Yazarlar, romancılar kendi yarattıkları kurmaca dünyalarında örtülü olarak anlattıklarını bir röportajda daha somut biçimde ortaya koyabiliyorlar. Tabii bir şair, kendi şiirini ‘’şurada şunu demek istedim’’ cinsinden açıklamaya yeltenirse, kim bilir, işin büyüsü kaçar, üstelik bu durum ona da zul olabilir. Yine de ağır bir romanın, eserin yaratıcısı tarafından yapılan açıklamalar o eseri daha iyi idrak etmemizi sağlıyorsa bu başarılı bir sohbet olmuştur. Röportajlar da bu bakımdan önemli boşlukları doldurabilir. Yalnız eserlerle değil, sanatkâr ve düşünürlerin kendileriyle, yaşadıkları devirlerle ilgili de çok şey öğreniriz bu tür konuşmalardan. Tamam hadi! Edebiyattan siyasete, sinemadan eğitime kadar konular içeren 15 röportaj kitabı!

1. Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor – Alain Bosquet ile Görüşmeler (Yaşar Kemal)


Tabir caizse Anadolu’nun tam göbeğinden türlü imkansızlık ve zorluklarla gelip Nobel adaylığına kadar uzanan bir ömür onunki. Doğup büyüdüğü Çukurova, daha da genellersek taşra ve taşradaki sorunlar Yaşar Kemal romanlarında karşımıza çıkan temel unsurlardan biri. Kemal ayrıca, halk kültürüyle de iç içe büyümüş ve gençliğinde bir destan anlatıcısı olarak civar muhitinde unvan yapmıştır. 1980 sonrasında, 1984’te Alain Bosquet adlı arkadaşıyla yazışmalar şeklinde ilerleyen bu sohbet kitaplaşmış olarak da karşımızda. Tanıtım bülteninden: ‘’Alain Bosquet, Yaşar Kemal ile 1957’de bir Amerikan dergisi için söyleşi yapmak amacıyla tanışmıştı. Tanışmakla yetinmedi. Yaşar Kemal’i yakından tanıdı. 1984’e gelindiğinde, artık yakın dost olduğu Yaşar Kemal’in ‘kendini anlatması’ fikri gelişti aralarında. Yazışmalarla yürüyen bu büyük söyleşi I989’da tamamlandı. Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’ da Yaşar Kemal masalsı öğelerle bezenmiş çocukluğundan Anadolu topraklarının tarihine, demokrasisi kesintiye uğrayan bir ülkede yazar, birey, insan olmaktan kendi adlarına dek, kendini ülkesiyle, insanlarıyla, beslendiği kaynaklarla birlikte anlatıyor.’’

2. Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz? (Jacques Rancière)


Deleuze, Foucault gibi 20. asrın büyük feylesofları, düşünürlerinin de öğretim verdikleri Paris-VIII Üniversitesi’nde akademisyenlik yapmış olan Jacques Rancière yeni yüzyılımızda da gidişatı anlamak isteyenlerin sıkça başvurdukları bir isim. Kapital’i Okumak adlı kolektif eseriyle oldukça tanınan filozof bu söyleşmesinde ‘’nereye gittiğimizi’’ kendi bakış açısınca ortaya koymaya çalışıyor. Bizde 2018’de basılan kitabın açıklama kısmından içeriğe dair: ‘’Filozof Jacques Rancière ile yayıncı ve aktivist Eric Hazan demokrasiyi, temsili sistemin demokrasi olup olmadığını ve ‘popülizm’i tartışıyor, ‘sınıf mücadelesi’ ve ‘tahakküm’ gibi kavramlara dönüyorlar. Tahakküme karşı son on yıl içinde dünyanın pek çok yerinde patlak vermiş olan halk hareketlerini, ‘isyanlar’ı başarılı ve başarısız yönleriyle ele alırken ufuklarında hep başka bir dünyanın nasıl mümkün olabileceği var.’’

3. Tahkikat-ı Edebiye-İlk Edebiyat Anketi (Midhat Cemal Kutay)


‘’Üç İstanbul’’ adlı tarihî romanıyla da bilinen Midhat Cemal Kuntay’ın, eski devrin büyük şairleriyle yaptığı anketler var bu kitapta. Karısını yitirişinin ardından yazdığı ve büyük yankı da uyandıran Makber’in yazarı Abdülhak Hâmid, Servet-i Fünun devresinin öncülerinden Cenap Şahabettin gibi yazarlarla yapılan anketler özellikle Türk edebiyatının peşinde koşan meraklıların ilgisini çekebilir. Kuntay’ın 1909’da başladığı bu soru – cevap etkinliğini kitap olarak da bulabilmek oldukça önemli. Kitabın ayrıntılarıyla ilgili olarak: ‘’Midhat Cemal Kuntay, 1909’dan itibaren dönemin tanınmış yazarlarına edebî kimliklerini kendilerinden öğrenmek amacıyla birer anket formu gönderir. Ancak her nedense gelen cevapları yayımlamak için 1919’a kadar bekler. […] ‘Tahkikat-ı Edebiye Sütunları’na gönderilen cevaplar edebiyat tarihimiz için önemli bir belge niteliği taşımaktadır. Anketin asıl amacı da günün okurunun ilgisini çekecek bir dizi hazırlamak değil, geleceğin edebiyat tarihçileri adına birinci elden çeşitli bilgiler derlemektir.’’

4. Kazım Karakebekir’i Kızından Dinledim (Berk Sayar)


Atatürk döneminin büyük askerlerinden Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir belgelere dayalı olarak babasının dönemindeki gizli kalan noktaları aydınlatmaya çalışıyor. Kitapta öğrenebileceklerimize dair ipucu vermesi bakımından tanıtımdaki soruları aktarıyorum: ‘’Kazım Karabekir, Kurtuluş Savaşı’nda ne gibi kilit rolleri üstlendi? Kazım Karabekir, savaş sonrası Kars ve Ardahan’ı isteyen Ruslara ne dedi? İstanbul Hükümeti tarafından Atatürk’ü tutuklamakla görevlendirilen Kazım Karabekir’in tavrı ne oldu? Kazım Karabekir’in yetiştirdiği hangi çocuk daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı oldu? Paşa’nın kızı Timsal Karabekir çok partili hayata geçiş aşamaları ve o dönem hakkında ne dedi? Kazım Karabekir Paşa’ya ne için, ‘İsmet(İnönü) seni çaya çağırıyor’ denilerek yalan söylendi? Kazım Karabekir’in evinden neden 96 çimento torbası evrak toplatıldı? Atatürk’ün hasta yatağında söylediği hangi mesajı Kazım Karabekir’e ulaştırılmadı?’’

5. Kültür ve Direniş (Edward Said)


‘’Eski oryantalistlerden kim kaldı?’’ dersek, 2003’te kaybettiğimiz Edward Said herhalde akla gelen ilk isimlerden biri olur. Akademisyen, aktivist ve yazar olan Said’in kökenleri de oldukça zengindir: Amerikan vatandaşı Filistinli ve Hristiyan bir babası, Lübnanlı Hristiyan bir annesi vardır. Çağımızı anlamamız için başvuracağımız ilk isimlerden biri olan Said ne mutlu ki Türkçede de bulunuyor. Radyocu David Barsamian ile yaptığı sohbetlerden oluşan kitabın açıklama kısmında Said’in söyledikleri: ‘’Filistinlilere, Araplara ve Müslümanlara karşı iflah olmaz derecede ırkçı nefretle hareket eden bir dolu propagandacı olduğunu biliyorum. Oysa onların beni sürekli saldırılacak biri olarak görmeleri kendi payıma bir tür iltifattır. Hem bu sayede daha çok sayıda insanın dikkatini benim çalışmalarıma ve yazılarıma çekmiş oluyorlar. Bu yüzden onlara daha fazla üreterek karşılık vermeyi uygun bulurum. Onların istediği, benim sesimi kesmem. Ama ben ölüp gidene kadar böyle bir şeyi boşuna bekleyecekler…’’

6. Bilinç Üzerine Konuşmalar (Susan Blackmore)


Radyocu ve öğretim üyesi olan Blakcmore bilimcileri de alıp onlara bilinci ve dahasını soruyor bu kitabında. Psikanalize merak duyanların da ayrıca ilgilenebilecekleri bir kitap olabilir. İçeriğe dair açıklama yazısından: ‘’Bu kitap, Susan Blackmore’un, hayatlarının çoğunu bilinç sorununu anlamaya adamış zamanımızın 21 önemli bilim insanı ve filozofuyla gerçekleştirdiği derinlikli, kışkırtıcı ve bir o kadar da keyifli söyleşilerden oluşuyor. Söyleşiler boyunca bilinçli öznel deneyim, bilinç-beyin ilişkisi, benlik, beden, özgür irade, rüya, yapay zeka, etik ve ölüm-sonrası yaşam gibi insan doğasıyla alakalı başlıca meseleler, felsefeden nörobilime psikolojiden kuantum fiziğine kadar birbirinden farklı disiplinlerin ışığında ele alınarak tartışılıyor. Kitapta kendileriyle söyleşi yapılan isimler: Bernard Baars, Ned Block, David Chalmers, Patricia ve Paul Churchland, Francis Crick, Daniel Dennett, Susan Greenfield, Richard Gregory, Stuart Hameroff, Christof Koch, Stephen LaBerge, Thomas Metzinger, Kevin O’Regan, Roger Penrose, Vilayanur Ramachandran, John Searle, Petra Stoerig, Francisco Varela, Max Velmans, Daniel Wegner.’’

7. Karanlığa Karşı Yürüyen Adam Nâzım Hikmet (Dursun Özden)


Geçen yüzyılımızda Türk şiirinde köklü değişikler yapan ve sınırlar ötesine geçip tüm dünyaya adını duyurabilen büyük şair Nâzım Hikmet bu kitapta yakın çevresi tarafından anlatılıyor. Kitapta söyleşi yapılan isimler arasında Vera Tulyakova (son eşi) gibi şairin hayatındaki önemli isimler de, Ataol Behramoğlu gibi bizzat etki ettiği isimler de yer alıyor: ‘’Bu kitapta Dursun Özden’in Küba, Rusya ve Türkiye başta olmak üzere, yedi ülkede Nâzım Hikmet’in arkadaşları, dostları, sevdikleri ve onun üzerine araştırma yapan uzmanlarla yaptığı özel röportajlar, Azerbaycan Yazıcılar Birliği Başkanı Anar Rızayev’in ‘Şair ve İsyankar Nâzım’a Övgü’, Kübalı yazar, Alfredo Varela’nın ‘Nazım’ın Tutkusu ve Utkusu’ ve Vera Tulyakova’nın kaleme aldığı Nâzım Hikmet yazıları yer almaktadır. Hayati Asılyazıcı, Ataol Behramoğlu, Gün Benderli, Zeliha Berksoy, Aydın Boysan, Dr. Eva Csaki, Sudina Galina, Dr. Galina, Boyko Lambovsk, Mustafa Oktay, Fikret Otyam, Anar Rızayev, Prof. Dr. Janos Sipos, Bilal Şen, Edith Tasmadi, Hıfzı Topuz, Leyla Vekilli’yle yapılan röportajlardaki kimi bilgiler, bir döneme de ışık tutmaktadır.’’

8. Onur Ünlü: Bir Sürü Endişe (Alper Kırklar)


Özellikle yönetmen, senarist ve şair olarak bildiğimiz Onur Ünlü, birçoklarımızın da ayrıca merak ettiği bir isim. Felsefesi, edebiyatta ve sanatta sevdikleri gibi konuların açıldığı bu söyleşide daha nelerin olduğuna dair açıklama yazısından: ‘’Onur Ünlü’nün şiir, sinema ve televizyon prodüksiyonları vasıtasıyla dahil olduğumuz dünyasına bu kez uzun ve derin bir sohbetle konuk oluyoruz. Son sürat üretmeye devam eden, normal olanın sınırlarını zorlayan, ortalama ile derdi olan, anaakımla işi olmayan, çok okuyan, çok seyreden, çok dinleyen, türüne az rastlanır bir zihnin kıvılcımlı, sihirli, deli, bir o kadar endişeli arka odası burası… Alain Badiou’den Farabi’ye, Kurt Vonnegut’tan İbn-i Rüşd’e, şiirden felsefeye, edebiyattan siyasete, tasavvuftan sinemaya, bu dünyadan öteki dünyaya uzanıyor; insan olmanın türlü hali masaya yatırılıyor.’’

9. Bukowski ve Beat Kuşağı (Jean – François Duval)


Hala kalıp kalmadığı –bana göre– muamma olan yer altı dünyası hemen bir önceki asrımızda şaha kalkmış bir dünyaydı. Bunun Amerika’daki başat isimlerinden biri de sevelim sevmeyelim Bukowski’dir. Ayrıca diğer dönemdaşları da ‘’Beat kuşağı’’ dediğimiz atılımı gerçekleştirmişlerdir. Kitapta Bukowski ile beraber o dönemi, ‘’o’’ dönemin isimlerini göreceksiniz. Arka yazıdan: ‘’İsviçreli gazeteci yazar Duval; Beat edebiyatı sürecinin tarihsel ve tematik yapısını ele alırken, felsefi ve estetik farklılıklar ve aynılıklar açısından karşılaştırmalı bir edebiyat tarihini muazzam keyifli bir şekilde sunuyor. Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Allen Ginsberg ve William Burroughs başta olmak üzere birçok Beat edebiyatı yazar ve şairini; haklarında ilginç anekdotlar ve anlatılarla Bukowski ile harmanlıyor. En önemlisi bunu Charles Bukowski ile birlikte yapıyor. Ölümünden önce ve onunla birlikte! Eser bunun yanı sıra orijinal fotoğrafların kullanımı ve kitap için yapılmış özel Linda Lee ve Charles Bukowski röportajı ile de öne çıkıyor.’’

10. Paul Auster’la Konuşmalar (James M. Hutchisson)


‘’Brooklyn Çığlıkları’’, ‘’Yalnızlığın Keşfi’’ gibi kitaplarıyla bilinen Auster dünyayı titreten 68 kuşağının da önemli bir ismidir. Yazarın ‘’yazar olma’’ sürecini ele alan bu söyleşide şunlar var: ‘’Günümüz Amerikan edebiyatının en iyi romancılarından Paul Auster’la yapılan bu söyleşiler, yazarın edebi hayatına şiirle başlayışını, romanlarına dair görüşlerini, yazma alışkanlığı ve yöntemlerini, sonradan girdiği ve sevdiği sinema dünyasında yaşadıklarını anlatıyor…’’

11. Yılmaz Güney’in Bilinmeyenleri (Bediz Doğan)


Özellikle 1970’lerin çalkantılı Türkiye’sinde politik bir yönetmen, senarist ve yazar olarak yer alan Yılmaz Güney filmlerinde işlediği temalarla sosyal gerçekliği anlatan önemli sanatkârlardan biri olmuştur. Müşfik ve sert, merhametli ve gözü kara yanlarıyla bilinen Güney’in kendisine yapılanlara dair görüşleri yer alıyor kitapta. Tanıtım bülteninden: ‘’Yılmaz Güney bir cinayet olayından dolayı hapse girmişti. Hapiste bulunduğu yıllar ise senaryolarını en verimli yazdığı yıllardı. Ancak, güzel senaryolar yazması bir yana sürekli kontrol altında tutuluyor olması onun devrimci düşüncelerini tatbik etme ve hayata geçirme şansını tanımıyordu. Hapiste olmasına rağmen hakkında yeni suçlamalar olmasından dolayı sürekli davalar açılmaktaydı. Şahsına yapılanlarla ilgili Yılmaz Güney ne düşünüyordu. İşte bu sorulara açıklık getiren, ama tamamı olduğu gibi yayımlanamayan belgeyi bu kitapta bulacaksınız.’’

12. Tarık Buğra ile Söyleşi (Tarık Buğra)


‘’İbiş’in Rüyası’’, ‘’Yağmur Beklerken’’, ‘’Küçük Ağa’’ gibi önemli eserlerin yazarı Tarık Buğra’nın bu söyleşileri toplumumuzu anlamak açısından da oldukça mühim, çünkü Buğra aynı zamanda bir gazeteciydi ve çevresine o gözle de bakıyordu: ‘’Tarık Buğra’nın derlediğimiz söyleşileri, sanatsal ve toplumsal açıdan önemli metinlerdir. Çünkü bu metinler bize, sadece Buğra’nın sanatçı yönü, gazeteciliği, beşeri portresi hakkında bilgi vermekle kalmıyor aynı zamanda onun, zamana ve topluma dönük tanıklığını da veriyor. Soru/cevap yöntemiyle kotarılan metinlerin katkısıyla biz okurlar, Buğra’nın geldiği çevreyi, yetişme koşullarını, yazar olmaya karar verişini, bu uğurda hangi zorlu yollardan geçtiğini, gazetecilik mesleğine nasıl intisap ettiğini, hangi denemelerle edebiyat dünyasına adım attığını ve edebiyatçı olmak için verdiği mücadeleleri ayrıntılı olarak öğreniyoruz. Söyleşilerin bir önemli yanı da topluma dönük mesajlar, düşünceler, yorumlar içermesidir.’’

13. İsviçre’de Türkiyeli Göçmenler (Hüseyin Can)


Bu inceleme ve araştırma kitabında da farklı vasıf ve konumlardaki göçmenlerin halet-i ruhiyesini göreceksiniz. Burada direkt tanıtım yazısına geçelim: ‘’Hüseyin Can bu kitabında, İsviçre’de yaşayan ve çeşitli alanlarda çalışan 71 Türkiyeli kişi, kurum ve kuruluş temsilcileri ile konuşmuş, uzmanların bilgisine başvurarak, ülkemizden İsviçre’ye doğru olan göçü, göçmenleri ve mültecileri kapsamlı bir şekilde araştırmıştır. Çalışma aynı zamanda; İsviçre’de yaşayan Türkiyeli göçmenlerin, ruhî şekillenişini, toplumdaki yerini, yaşam biçimlerini ve mevcut sorunlarını, sayısını, politika ve ticaretteki performanslarını, istatistik verilerle sunmaktadır. Böylesi profesyonel bir çalışmanın, İsviçre’de yaşayan Türkiyeliler arasında bir ilk olması ve tek kaynak teşkil etmesinden dolayı, bu kitap referans veriler içermektedir. Yazarın bu çalışmasını anlamlı kılan, hem gurbetçilerimizi ayrıntılı araştırması ve konuşturması hem de milliyetini, cinsiyetini, dinîni, dilini, siyasal görüşünü gözetmeksizin, çok çeşitli alanlardaki göçmen ve mültecilerin ortak konularla ilgili görüşlerine başvurmasıdır.’’

14. Türkan Şoray ile Yüz Yüze (Feridun Andaç)


Türk sinemasının Sultan’ı Türkân Şoray uzun sanat ve sinema maratonunu aktarıyor bu kitapta. Söyleşi ve yazarın kendi anlattıklarının bir arada bulunduğu kitap Sultan’ı merak edenler için ilgi çekici bir çalışma olsa gerek: ‘’Sinemayı düşten gerçeğe dönüştüren bir bakışın kitabıdır Türkân Şoray ile Yüz Yüze. Bir sinema sanatçısının sinemadaki ömrünün tanıklığı kadar, onun sinemaya ve hayata bakışını yansıtıyor. Feridun Andaç Türkân Şoray’ın öyküsünü yeni baştan kurdu bu söyleşi-anlatı kitabında.’’

15. Kardelenler – Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları (Ayşe Kulin)


Çağdaş yazar ve gazetecilerimizden Ayşe Kulin kız çocuklarının eğitim almalarının ve ileride kendi ayakları üzerinde hür bir şekilde duracak kadınlar olmalarının önemini fark eden ilk kişi değil belki. Fakat bu konu hakkında bir kitap meydana getirerek dikkatleri bu noktaya çekmesi takdire şayan bir hareket: ‘’Onlar, ışıklı bir geleceğe ancak eğitimle ulaşabileceklerini bilen çocuklar! Kendi çevrelerinin de bu bilginin ışığıyla aydınlanacağına inanıyorlar.’’

Romanlarını Uyuşturucu Etkisi Altında Yazan 10 Yazar

$
0
0

Müzisyenlere, yönetmenlere ve kötü alışkanlıklara sahip aktörlere hiçbir şey yokmuş gibi tepki gösteririz. Ne de olsa yaratıcı insanlardır. Ancak konu yaratıcı yazarlara gelince bazı sebeplerden ötürü aynı alışkanlıklara sahip olmalarının uygun olup olmadığı konusunda emin olamayız ve aklımızda bir soru işareti kalır.

Yazarlara daha ciddi gözle baktığımızdan mıdır onlardan medet umduğumuzdan mıdır bilinmez kötü alışkanlıklara sahip olmalarını her zaman sindiremeyiz. Bir fikriniz var mı bilmiyoruz ancak hayranı olduğunuz bazı yazarların uyuşturucu madde etkisi altındayken kitap yazabilmiş olduklarını düşündünüz mü hiç? Ya da bunu sorun eder miydiniz?

Cevaplar sizde. Bizler, uyuşturucu bağımlısı oldukları dönemde kitaplar yazan bazı yazarları mercek altına alacağız sadece.

Gelin, klasikler arasına giren bu isimlere bir göz atalım!

1. Stephen King ve 80’leri

uyuşturucu etkisi

Stephen King… O, eserlerinin birçoğunu kokain etkisi altında yazdığını saklamaya gerek duymayan yazarlardan biri. Ki kitapları nasıl yazdığını hatırlamadığını da belirtmek isteriz. King, Rolling Stone röportajında 1978 – 1986 yılları arasında kokain kullandığını ve yaklaşık 10 roman yazdığını belirtmiş. Bu romanlardan bazıları arasında It, The Dark Tower, Pet Sematary ve The Stand yer alıyor. Okuyanların zihinlerinde bir ışık parladı mı? Tabii ya!

2. Ken Kesey ve LSD kulübü

guguk kuşu

Kesey, 1959’da bir hastanede psikiyatrist yardımcısı olarak çalışmış. Bu pozisyondaki deneyimlerine ait bazı hatıralar, -Jack Nicholson’ın harikalar yarattığı bir filmi de olan- “Guguk Kuşu” romanında kısmen kullanılmış. Onlar, LSD’nin insan vücudu üzerindeki etkisine yönelik araştırmanın bir parçasıymış. Kesey, 1964 yılında LSD’yi popüler hale getiren “Merry Pranksters” topluluğunu kurarak ABD’de gerçek bir saykodelik devrim yapanlardan biri. Bu topluluk, “Project X”tekinden daha büyük partiler düzenlemişlerdir. LSD’li geyik etleri bile varmış!

3. Jean-Paul Sartre ve diyeti

varoluşçuluk

Varoluşçuluğun ustası olan Sartre’ın biyografisini yazan Annie Cohen-Solal’a göre onun günlük diyeti; 2 paket sigara, birkaç tütün piposu, 1/4 şişe sert likör, 200 miligram amfetamin, 15 gram aspirin, bir barbitürat paketi ve yaklaşık 20 kordran -bir amfetamin ve aspirin karışımıdır- oluşuyordu. Yazar hayata veda ettiğinde 74 yaşındaydı.

4. NEP yıllarındaki yazarlar

İlginç bir gerçek var ki devrim sonrası Rusya’da kokain bulmak, bir şişe vokta bulmaktan daha kolaydı. Kullanımını yasaklayan herhangi bir düzenleme ya da yasa yoktu. Dahası marketlerde ve tekellerde satılmıştı. Bu durum, Vladimir Mayakovski’nin kokain ile şimdiye kadar ki en uzun romantizmi yaşadığı efsanesinin kökenini oluşturuyor. Tüm kaynaklar tarafından onaylanmayan bir bilgi olsa da kim tamamen uydurma olduğunu söyleyebilir ki?

5. Charles Dickens ve Viktorya dönemi

Dickens’ın uyuşturucu kullandığı zaman dilimi, Viktorya dönemine denk gelmektedir. Bu dönemde afyon ve kokain popüler olmasının yanında, fiyatı oldukça uygun ve doktorlar tarafından yasaklanmayan bir maddeydi. Bazen antidepresan olarak verildiği bile oluyordu. Dickens da uyuşturucu bağımlısıydı. Onun vizyonunu bilen ve garip davranışlarına tanıklık eden insanların anıları göz önüne alındığında “A Christmas Carol”ın dahi ürpertici olduğunu söylemeliyiz.

6. Lewis Carroll ve Viktorya dönemi

Viktorya döneminde yaşayan Carroll, tedavi olarak laudanum (alkollü afyon) kullanmıştır. Birçok insan “Alice in Wonderland”ın kullandığı bu ilaç yüzünden bu denli derin ve etkileyici olduğunu düşünmektedir. Kitabın bir uyuşturucu madde yolculuğunun bir yansıması olduğu teorileri de oldukça fazla. Siz ne düşünüyorsunuz?

7. Sigmund Freud ve kokain çalışmaları

Yıl 1884’tü ve Sigmund Freud yeni bir analjezikle ilgileniyordu: kokain. Takip eden üç yıl boyunca kokainin ne gibi etkiler yarattığına dair hayrete düşürecek birkaç bilimsel eser yayınlamıştı. Öyle ki gelinine reçete yazıyor ve arkadaşlarına tavsiyelerde bulunuyordu. Ancak 1887 yılının başlarında, bilim insanları kokainin düşünüldüğü kadar zararsız olmadığını fark etti ve Freud, uyuşturucu propagandası yapmaktan yargılandı. Yaptıklarından pişman olan Frued, 1900’e kadar uyuşturucu bağımlılığından kurtulmak için mücadele etti.

8. Charles Baudelaire ve The Club des Hashischins

Şair, 1844 – 1848 yılları arasında The Club des Hashischins’e katılmıştı. Kulübün diğer üyelerinin belirttiğine göre Baudelaire, bir deney için iki kez esrar denemişti. Bu mutluluk, onun için berbattı. Baudelaire, sonrasında kısa bir süre afyon bağımlılığı yaşamıştı ancak bunun üstesinden çabucak gelmişti. Şair, uyuştucu maddelerin insan üzerindeki etkisini harika bir şekilde tanımladı ve ona sembolik bir isim verdi: Yapay cennetler.

9. CBBC senaryo yazarları

Children’s BBC’nin eski çalışanlarından biri olan Bayan Graham, dizinin ilk bölümünden sonra yapımcının ve ev sahibinin kendisine biraz kokain önerdiğini belirtmiş. Bu durum daha sonra ortaya çıktığında CBBC yaratıcı ekibinin uyuşturucu kullanımı cezalandırılmadı ve hatta övüldü. Yöneticiler, kokainin yazarların yeni ve yaratıcı fikirler bulmasında yardımcı olduğunu düşünüyor. Teletabileri gözünüzün önüne getirdiniz mi?

10. Mihail Bulgakov ve efsane bozgunu

Çoğu kişi, Bulgakov’un romanlarının ne kadar güçlü olduğunu söylediğinde yazarın morfin kullanıyor olduğunu akıllarına getirirler. 1916-1917 yıllarında Bulgakov, taşra doktoru olarak çalışmış ve difteri kaynaklı, korkunç acıları dindirmek için ilk kez morfin kullanmıştır. Yazarın uyuşturucu bağımlılığını gizlemesi 5 yıl sürdü ve 1921’de başarılı olarak bağımlılıktan kurtuldu. Yazarın bu döneme ait tüm hatıraları 1927’de yazdığı Morfin’de anlatılmıştır. Evet, yazar uyuşturucu bağımlısıydı ancak uyuşturucu etkisindeyken asla roman yazmadı.

Uyarımızı da yapmak isteriz: Bunu sakın evinizde denemeyiniz! Bu yazarların hepsi kullandıkları maddeler ile değil kendi yetenekleri ile oldukları noktaya geldiler. Uyuşturucu maddeler onlar için bir yardımcıdan çok bir cezalandırma yöntemiydi.

Kaynak 1


Hayatı Anlamaya ve İdeal Olanı Anlatmaya Çalışan Filozofların Çok Önemli Felsefe Kitapları

$
0
0

‘’Felsefe yapma’’, ‘’Bilim felsefesine göre…’’, ‘’Felsefik olarak’’… Bugün çağrışımları ve atfedildiği alanları çeşitlilik gösteren felsefenin doğuşuna yönelik işaret edilen zaman ve mekân umumiyetle İ.Ö. 7. yüzyılda İyonya’dır. Daha önce de çeşitli düşünce sistemleri olmasına karşın tipik görüş felsefenin Antik Yunan’da cereyan ettiğini belirtir. Kelime olarak da ortaya atıldığı devre burasıdır. İlk kez ünlü Yunan matematikçi Pisagor’un (İ.Ö. 580 – İ.Ö. 500/ İ.Ö. 570 – İ.Ö. 495) kullandığı ‘’felsefe’’ kelimesi köken itibariyle Yunanca olup şöyle parçalarına ayrılabilir: ‘’phileo’’ kelimesi ‘’seviyorum, arıyorum’’ gibi bir manayı, ‘’sophia’’ ise ‘’bilgelik, bilgi’’ gibi bir anlamı karşılar. Neticede ‘’philosophia’’ olarak ortaya çıkan kelime; bilgi sevgisi, bilgelik sevgisi, hikmet sevgisidir. O halde filozof dediğimizde de bizi bekleyen esas anlam, ‘’bilgiyi seven, arayan kişi’’dir. Fikirleri ve felsefeleriyle çağını yerinden oynatmış ya da hala kaynak olarak kullanılan pek çok filozof vardır. Onların kitaplarını derlemeye çalıştım. İşte mühim felsefe kitapları!

1. Felsefenin Kısa Tarihi (Nigel Warburton)


İlk maddede genel ve özet bir şekilde felsefenin tarihini anlatan bir kitapla başlayalım. Sokrates, Platon, Engels, Nietzsche ve dahasını anlatan kitabında Warburton konuyu genel kitlenin anlayabileceği düzeyde anlatıyor. Batı’daki düşünce serüvenini anlamak için kolay okunabilen bu kitap iyi bir giriş niteliğinde olabilir. Arkasındaki yazıdan içeriğe dair: ‘’Felsefenin Kısa Tarihi, görünüş ve gerçek, benliğin doğası, tanrının varlığı ve hem birey hem de toplumun bir üyesi olarak nasıl yaşamamız gerektiği gibi felsefenin ana temalarına odaklanıyor. 2000 yıllık Batı felsefesini Sokrates’ten hayvan hakları hareketine kadar ana hatlarıyla sunuyor. Warburton çoğumuzun gözünü korkutan ve anlaşılmaz bulduğu felsefeyi herkesin anlayabileceği ve günlük hayatında kullanabileceği bir konu haline getiriyor. Batı felsefesinin büyük düşünürlerini kronolojik sırayla tanıyacağınız, zevkle okunacak mükemmel bir giriş kitabı.’’

2. Devlet (Platon)


Batı’nın düşünce dünyasını şekillendiren en önemli isimlerden biridir Platon. Öyle ki; Akademia’nın kurucusu olması nedeniyle, günümüz üniversite modellerinin de temellerini ortaya atan isimdir. İdeal toplum düzeni, olması gereken devlet yapısı Platon’un da kafası kurcalamış ve ortaya Devlet isimli büyük eseri ortaya çıkmıştır. Arka kapaktan: ‘’Sokrates’in Savunması (Apologia) ile birlikte diyaloglarının en tanınmışı olan Devlet (Politeia)’te ise Platon, ‘iyilik’, ‘eşitlik’, ‘güçlülük’ ve ‘haklılık’ gibi ‘insanlık durumları’nı irdeleyerek düşlediği en iyi devleti anlatmış, ve bu temel yapıt, ister yanında ister karşısında olsunlar, 2000 yılı aşkın süredir ortaya konan bütün devlet kuramı ya da toplum düzenlerinin başvuru kaynakları arasında yer almıştır.’’

3. Utopia (Thomas More)


Hemen belirtelim; ‘’ütopya’’ kelimesini ortaya atan ve bulan kişi, kitaba da adını verdiği üzere Thomas More’dur. Eski Yunancada ou- (yok) ve eu- (iyi) ön eklerinin ortalamasını alıp tapos (yer) kelimesiyle birleştiren More, 16. yüzyılda ortaya ‘’olmayan güzel ülke’’ gibi bir mana çıkarır. Bu eserini yazarken dostu Erasmus’a 1516’da gönderdiği bir mektubunda da şöyle söyler More: “Ütopya’da; her şeyin herkese ait olduğu bu yerde, insanlar, bütün ihtiyaçlarının karşılanacağından eminler. Orada zengin de yoktur fakir de. Kimsenin hiçbir şeyi yoktur, ancak herkes zengindir. Bundan daha büyük bir zenginlik olabilir mi?’’ Daha iyi bir hayat görüldüğü üzere Thomas More’un da kafasını kurcalayan önemli bir konu olmuştur. Kralla ters düşmesinin bedelini hayatıyla ödeyen ama ölümüne doğru giderken dahi müsterih ve rahat olan bu adam henüz roman türü bilinmiyorken bu eserini bir anlatı türü olarak ortaya koyar. Yazarın Ütopya’sı, Güney yarım kürede bir adadan ibarettir ve bu adada yaşayan bir gemicinin ada halkının kurduğu mükemmel düzene şahitlikleri şeklinde ilerler. Tanıtım bülteninden: ‘’Eşine az rastlanır üstün zekasıyla tanınmış, yenilmez İngiltere Kralı Sekizinci Henry ile değerli Kastilya prensi birkaç yıl önce ciddi şekilde bozuşmuşlardı. Bu işi görüşmek ve düzeltmek üzere o tarihte sözcü olarak Felemenk’e gitmiştim. Yanımda iş ve yol arkadaşı olarak eşsiz insan Cuthbert Tunstall vardı. Kral o sırada kendisine, herkesin alkışları arasında, Canterbury başpiskoposluğunu vermişti…’’

4. Toplum Sözleşmesi (Jean Jacques Rousseau)


18. yüzyılın önemli filozof ve yazarlarından Jean Jacques Rousseau’nun bu çalışması, kendi döneminin ruhuyla da paralel olarak ‘’eşitlik, özgürlük’’ gibi kavramları savunur. 1762’de Paris’te yayımlanan kitap 1789 Fransız Devrimi’ni de etkilemiştir: ‘’Jean-Jacques Rousseau (1712-1778): Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’den Emile’e, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı’ndan İtiraflar’a, insanlık tarihinde çığır açan Aydınlanma düşüncesinin en önemli Romantik düşünür-yazarıdır. Toplum Sözleşmesi’yse (1762) yayımlandığı günden bugüne toplumların bir arada yaşayışlarına ilişkin en temel düşünce yapıtlarından biri olma özelliğini sürdürmektedir.’’

5. Böyle Söyledi Zerdüşt (Friedrich Nietzsche)


‘’Böyle Buyurdu Zerdüşt’’ adıyla da bildiğimiz eser, 20. asrı en çok etkileyen filozoflardan biri olan Nietzsche (1844 – 1900) tarafından yazılmıştır. Metafizik bilgilere alenen saldırıya geçen filozof insanın kendi değerlerini yeniden yaratması gerektiğini, böylece özgürleşerek ‘’Üstinsan’’ evresine geçilebileceğini belirtmiştir. Nietzsche bu eseriyle ilgili olarak şunları da ifade eder: ‘’Yazılarımın içinde Zerdüşt’ün ayrı bir yeri vardır. Onunla insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi – insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır – hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinelerinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar.’’ Öngörüsü odur ki “Beni ancak geleceğin, bir yüzyıl sonrasının insanı anlayacaktır’’ der. Kitabın tanıtım bülteninden: ‘’Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900): Geleneksel din, ahlak ve felsefe anlayışlarını kendine özgü yoğun ve çarpıcı bir dille eleştiren en etkili çağdaş felsefecilerdendir. Bonn Üniversitesi’nde teoloji okumaya başlayan Nietzsche daha sonra filolojiye yöneldi. Leipzig Üniversitesi’nde öğrenimini sürdürdü, henüz öğrenci iken Basel Üniversitesi filoloji profesörlüğüne aday gösterildi. 1869’da sınav ve tez koşulu aranmadan, yalnızca yazılarına dayanarak doktor unvanı verilen Nietzsche profesörlüğü sırasında klasik filoloji çalışmalarından uzaklaştı ve felsefeyle uğraşmaya başladı. Tragedyanın Doğuşu, Zamana Aykırı Bakışlar, İnsanca Pek İnsanca, Tan Kızıllığı, Şen Bilim, Böyle Söyledi Zerdüşt, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Ahlakın Soykütüğü, Ecce Homo, Wagner Olayı, Dionysos Dithyrambosları, Putların Alacakaranlığı, Antichrist, Nietzsche Wagner’e Karşı başlıca büyük eserleri arasında yer almaktadır.’’

6. Denemeler (Montaigne)


Fransa’nın 16. asırdaki önemli yazar ve düşünürlerinden Montaigne’in düşünce dünyasında klasikleşen eseri Denemeler yazarın 107 denemesinden meydana gelir. Deneme türünün de en önemli örneklerinden biri olan kitapta Montaigne Avrupa insanına özgür düşünce gibi pek çok mefhumu açmaya çalışmıştır: ‘’Michel de Montaigne (1533-1592): ‘Kendini tanı’ ve ‘Ne biliyorum?’ gibi temel sorularla yola çıkarak bir insanda insanlığın bütün hallerini yoklayan ‘deneme’ türünün isim babasıdır. 1571’de kitaplarıyla birlikte çiftliğinin kulesine çekilmesiyle başlayan bu yaratıcı süreç, Montaigne’i önce okuduklarıyla ilgili notlar almaya itmiş, aynı notlar zamanla Denemeler’i (1580) oluşturmuş, ve bu kişisel yazılar ilk yayımlanıştan sonra da dallanıp budaklanmayı sürdürmüştür.’’

7. İdeal Devlet (Farabî)


Büyük İslam feylesofu Farabî evrensel düzeyde bilinen ve hürmet edilen önemli bir isim. 870 – 950 yılları arasında yaşamış olan bilgin mantıkla, müzikle ve gökbilimle de ilgilenmiştir. İslam’ın Altın Çağı olarak tavsif edilen dönemde yaşayan Farabî tabii ki Platon’u ve Aristo’yu inceler, bu iki filozofun eserleriyle İslamiyet’i bağdaştırmaya girişir ve İslam inancına da felsefi bir vasıf kazandırmayı başarır. Batı’da Alpharabius adıyla da bilinen Farabî Avrupa düşüncesini de etkilemiştir. Bu mühim kitabının içerdiklerine dair arka kapaktan: ‘’Felsefeye mantık ile başlayıp metafizik üzerinde durdu; felsefenin dil, siyaset, doğa, zihin ile ilgilenen dallarında eserler verdi; müzik aletleri geliştirdi, müzik ve psikoloji konularında yazdı. İslam felsefesinin gelişmesini ve korunmasını sağladı, İlkçağ Yunan-Latin eserlerinin Arapça tercümelerinden yararlanmak zorunda kalan ve kendisini Alpharabius ismiyle anan Batılı Orta Çağ düşüncesini etkiledi. İdeal Devlet bilinen 103 eserinden sonuncusudur ve Farabî’nin felsefesini tüm açılardan yansıtır. Eserde İlk Var Olan’ın nitelikleri, diğer varlıkların nasıl meydana geldiği, varlıkların dereceleri, bunun organlardaki karşılığı, bir beden gibi işleyen şehri/toplumu yönetecek kişinin nitelikleri, şehir/toplum türleri, her birinin güçlü ve zayıf yanları ele alınır.’’

8. Kendime Düşünceler (Marcus Aurelius)


Marcus Aurelius (121 – 180), İ.S. 161 ila 180 yılları arasında Roma İmparatoru olmuştur. Bir imparator olmasının yanı sıra önemli bir filozof, özellikle de Stoacıdır. Kafamızda canlanan haşin imparatorların aksine özelliklere sahiptir Marcus Aurelius. Hem kendisi hem de kitabının içeriğine dair açıklama yazısına bakalım: ‘’ ‘Stoacı İmparator’, ‘Filozof İmparator’ gibi sıfatlarla anılan Marcus Aurelius, barışçı bir insan olmasına rağmen hükümdarlığının çoğunu seferlerde geçirdi. MS 169 yılı sonlarında Germen kavimlerine karşı düzenlenen bir sefer esnasında yazmaya başladığı Kendime Düşünceler, Stoacılık özellikle de Roma Stoası açısından büyük bir öneme sahiptir. Sağlam bir eşitlik ve özgürlük inancına sahip olan Marcus Aurelius imparatorluğu boyunca doğayı bilip anlayarak yaşamaya çalışmış, her şeyin ortasına insanı koymuştur. Günlük olarak kaleme alınmış bir özdeyişler ve düşünceler derlemesi denebilecek Kendime Düşünceler eserinde kendinden önceki caesarları ve filozofları eleştirmekle kalmayıp, kendi kendini de sorguya çekerek bir vicdan muhasebesi de yapar. Sonraki kuşaklara, kilise düşünürlerine, Rönesans’a da temel olan Kendime Düşünceler, Stoa felsefesinin anlaşılması açısından günümüzde de çok değerli bir kaynaktır.’’

9. İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar (Epiktetos)


Stoadan ve Antik zamanlardan bahsetmişken Epiktetos’a da uğramamız lazımdır. Bu Yunan filozofu İ.S. 50 ila İ.S. 130 yılları arasında yaşamıştır. Gerçek adı bilinmeyen bu filozofa Epiktetos denmesinin yegâne sebebi ise bu kelimenin ‘’köle, uşak’’ manalarına gelmesidir. Bir köle olan ve efendisinin şiddeti nedeniyle de sakatlanan bu bilgin köleliği esnasında dahi okumak ve araştırmaktan geri durmaz. Bir şekilde özgür kaldıktan sonra ise görüp öğrendiklerini çevresine aktarma çabasına girişmiştir. Kitabın tanıtım bülteninden: ‘’Romalıların kölesi büyük filozof Epiktetos, bütün yaşamını mutluluk, doluluk ve sakinlik yolunda harcamıştır. Yetkinleşmek yerine gelişmeyi vurgular ve günden güne geliştirilen erdemli bir yaşamı savunur.’’

10. Çürümenin Kitabı (Emil Michel Cioran)


20. asrın Rumen filozofu Cioran, diğer çalışmalarıyla beraber en çok da Çürümenin Kitabı ile bilinir. Onun eserlerinde; yaşamın olumsuzlanması vardır, çürüme ve sapma vardır, bireyin yabancılaşması mefhumu vardır. Alenen hayran olduğu iki isim; Nietzsche ve Kierkegaard’ı şu sözleriyle över: “En sıradan dönemde çıkmış olsalar dahi ilhamları daha az titretici ya da daha az alevlendirici olmazdı.” Son derece huzursuz etmesi ile bilinen Çürümenin Kitabı, söylediğim nitelikle olumsuz bir anlam kazanmıyor. Bence aksine; bizi kötü etsin ya da etmesin, bir kitabın yapması gerekenin mutlaka okuyucuyu titretmek olduğunu kabul edersek, etkileyici bir kitap olarak varlığını koruyor. Kitabın tanıtım bülteninde, eserde geçen birkaç cümle var. Şöyle: ‘’NEREDE tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet-geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki? Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum olmayan hiçbir “yeni” hayat görmedim şimdiye kadar. Her insanın zaman içinde ilerleyip bunaltılı bir geviş getirmeyle kendini tecrit ettiğini, yenilenme niyetine de ümitlerinin beklenmedik yüz buruşturmasıyla karşılaşıp kendi içine düştüğünü gördüm…’’

11. Ethica (Spinoza)


Tarafsız yazmakta zorlanıyorum; zira Spinoza en çok hayranlık duyduğum filozoftur. Yine de sakince anlatayım; Spinoza (1632 – 1677) 17. asrın en önemli filozoflarından biridir ve kendi devrinin felsefesini de müthiş ölçüde etkilemiştir. Leibniz ve Descartes ile beraber yaşadığı asırda Spinoza iktidar nedir, güç nedir, aşk nedir gibi sorulara cevap arar ve bugün dahi oldukça etkileyici fikirler ortaya atmayı başarır. Bağlı olduğu Yahudi cemaatinden gençlik yıllarında aforoz edilen ama bunu pek de önemsemeyen Spinoza mistisizm ve rasyonalizm arasında bir senteze gider. Felsefe tarihinin en önemli ve tartışmalı kitaplarından biri olan Ethica da böylesi bir zihnin ürünüdür. Tanıtım yazısından aydınlatıcı bilgiler: ‘’Felsefe tarihinin şüphesiz en tartışmalı eserlerinden biri olan ve ilk defa özgün dilinden çevrilerek Türkçeye kazandırılan Ethica, daha gençliğinde bağlı olduğu Yahudi cemaatinden aforoz edilen, eserleri yasaklanan, yaşamını bin bir zorlukla kazanmak zorunda kalan çetin bir insanın; kendisine geometriyi kalkan yapıp klasik ve skolastik felsefe terimlerinin içeriğini yeni bir bakış açısıyla doldurmaya, metafizik konuları matematik düşünme yöntemiyle kanıtlamaya çalışan hummalı bir zihnin ürünüdür. Tanrı, doğa, insan, zihin, akıl, duygu, irade, özgürlük gibi en temel felsefi kavramları tanımlarla, açıklamalarla, önermelerle, önerme sonuçlarıyla, kanıtlamalarla ve notlarla örülü sıra dışı bir üslupla ele alıp irdeleyen ve nihai amacı insanı sonsuz mutluluğa götürecek yolu göstermek olan Ethica, bu yönüyle felsefe tarihinin temel tartışmalarına ışık tutan mükemmel bir başucu kitabıdır.’’

12. Das Kapital (Karl Marx)


Burada direkt Karl Marx’ı anlatan tanıtım yazısına bir bakalım: ‘’Karl Marx, 5 Mayıs 1818`de Almanya’nın Rhine Eyaleti’nin Trier kasabasında doğdu. Orta öğretimini Trier’de tamamladı. Bonn ve Berlin üniversitelerinde hukuk öğrenimi görürken tarih ve felsefeyle ilgilendi, Hegelci E. Gans`ın derslerini izledi. 1841’de ‘Demokritos’un ve Epikuros`un Doğa Felsefelerinin Farklılıkları’ adlı doktora tezinde, dinin maddecilik açısından eleştirisini yaptı. Sol Hegelcilere katılarak Bauer kardeşlerle dostluk kurarken, bir yandan da Feuerbach’ın etkisinde kalıp 1842’de, muhalefetteki radikal burjuvalar tarafından kurulan Rheinische Zeitung gazetesinin yazı işleri yöneticiliğini yaptı. Saint-Simon, Fourier, Proudhon gibi yazarları okuyarak Fransız sosyalizmini tanımaya çalıştı.’’ Marksizmin temel yapıtı olarak kabul edilen ve 3 ciltten meydana gelen Das Kapital’de ise Marx; sınıf mücadelesinin beslendiği kapitalizmi, meta ve para kavramlarını, değişim değerlerini ve daha nice sosyal mefhumları ele alır. Eser genellersek; kapitalist ekonominin oluşumunu, işleyişini ve kapitalizminin kendi sonunu nasıl getireceğini anlatır.

13. Zincire Vurulmuş Prometheus (Aiskhylos)


Antik Yunan devrinde yaşayan önemli yazar Aiskhylos en çok bu eseriyle bilinir. Kitaba adı veren Prometheus, insanların dostu olan bir titandır. Tanrılardan çaldığı ateşi insanlara götürerek onlara muazzam bir iyilik yapar. Ancak bu nedenle Kafkas Dağı’nın tepesinde, bir kartal her defasında onun yeniden oluşan karaciğerini kemirir ve Prometheus sonsuz döngülü bir acı yaşar. Buna rağmen bu insan dostu titan, insanlığın enerjisi, dinamizmi ve atılımlarını sembol etmesi bakımından önemlidir. Avrupa düşüncesinde, özellikle Rönesans için önemli bir isim haline gelen bu titan, yaratıcı insanlığa atıfta bulunduğumuzda başvuracağımız en önemli isimlerden biridir. Böylesi bir kahramanı anlatan kitabın arka kapaktaki yazısından: ‘’Aiskhylos (MÖ 525?-456): Eski Yunan’ın en önemli tragedya yazarlarındandır. Zincire Vurulmuş Prometheus’da da farklı kuşaklardan tanrılar arasındaki anlaşmazlığı ele almıştır. Tragedyanın kahramanı Olympos tanrılarına başkaldıran titan Prometheus ateşi tanrılardan çalmış ve insanlara vermiş, tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı geldiği için zincire vurulmuştur. Aiskhylos bu tragedyasında akıl gücünün kaba kuvvete üstünlüğünü, akla ve özgür düşünceye verilmesi gereken önemi vurgulamıştır.’’

14. Eğitim Üzerine (Immanuel Kant)


Bu kitaba dair direkt açıklama kısmına geçebiliriz: ‘’Aydınlanma düşünürü Immanuel Kant (1724-1804) eğitim felsefesinin klasiklerinden olan bu kitabında eğitimi ‘insanda gizli ve gelişmemiş halde bulunan nüvelerin geliştirilmesi’ şeklinde tanımlıyor. Kant bize eğitim meselesini James, Dewey ve Skinner gibi Amerikan pragmatistlerinin ortaya koydukları çerçeve dışında ele almak için sağlam bir zemin sunuyor. Yazılışının üzerinden iki asırdan fazla zaman geçtiği halde, içindeki önerilerin güncelliğini koruduğu bir eğitim manifestosu. Tüm ebeveyn ve eğitim camiasının okuması gereken bir klasik…’’

15. Metafizik (Aristoteles)


Felsefe tarihinde en çok başvurulan ve yazarının da kimi filozoflarca en büyük filozof olarak kabul edildiği Metafizik büyük Antik Yunan filozofu Aristoteles tarafından kaleme alınmıştır. Batı’nın düşünce macerasında adı en sık geçen isimlerin başını çeken Aristo bu çalışmasında; varlığın üzerine yoğun bir şekilde eğilir. Bunu şu açıklamalardan daha iyi anlayabiliriz: ‘’Metafizik, felsefe tarihinin en büyük filozoflarından biri olan, hatta kimilerine göre tartışmasız en büyüğü olan Aristoteles’in en önemli ve hem içeriği hem düzeni hem de edisyonları bakımından en çok tartışılmış metnidir. İlkeler, nedenler, varlık, var olan gibi felsefenin en temel meselelerini araştıran bu eser, klasik dönemden günümüze kadar, filozofların ve diğer araştırmacıların başvuru kaynakları arasında ilk sırada gelir. Bu yeni baskıda Yunanca ve Türkçe, çift dilli bir basımla sunulan Metafizik artık sadece filozoflar ya da felsefeciler için değil filologlar ya da dilbilimciler için de eşsiz bir referans çalışma.’’

Türkiye’de Dünyaya Açılan Mutlaka Okumanız Gereken 13 Türk Kadın Yazar

$
0
0

Kültür ve yazın dünyamızın mühim isimlerinden, başarılı yapıtlarıyla ülkemiz ve dünyada tanınan kadın yazarlarımızdan bahsedeceğim. Toplumsal cinsiyet rollerinin aleni şekilde biçildiği dönemlerde mesela; bir Tezer Özlü çıkmış ve bunu kalemiyle eleştirmiş. Bir Sevgi Soysal mesela; hür olmak istemiş ve bu kalıplara karşı feveran etmiş. Onlardan daha önce ve sonra da pek çok kadın yazarımız yetişmiş, yetişmeye devam ediyor. Bu yazarlarımızın eserlerini okumak, ele aldıkları problemleri irdelemek gerek okuyucu gerekse bir insan olarak mühim görevlerimizden biri. ‘’Kadın’’ konulu panellerde konuşmacıların erkekler olmadığı günler dilerim hepinize… İşte geçmişten günümüze 12 Türk kadın yazarımız.

1. Adalet Ağaoğlu (1929 – …)


Kim istemez kendini beğenerek ölmeyi? Kendimi doğrulamış olarak ölmeyi ben de isterim. Her şeyde haklı bularak kendimi. Bütün haksızlıkları da başkalarına yıkarak. (Ölmeye Yatmak)

20. asır Türk edebiyatındaki en önemli romancılarımızdan biri olan Adalet Ağaoğlu, 13 Ekim 1929’da Ankara’da dünyaya gelmiştir. Türkiye’nin; genç cumhuriyet, tek parti iktidarından sonraki yılları gibi önemli toplumsal dönemlerini romanlarında başarıyla işlemiştir. TRT kurulduktan sonra 1971’e kadar burada çalışan yazar dramaturg, çevirmen, program uzmanı gibi önemli işlerde yer almıştır. Eserleri Almanca, Hollandaca, Bulgarca gibi dillere çevrilen Ağaoğlu’nun yapıtlarında özellikle bireyin toplumsal kurum ve kuruluşların ikiyüzlülüğü karşısında yaşadığı psikolojik buhranlar, kadın – erkek ilişkileri, Doğu – Batı arasında kalmışlık, gençlik, aşk, başkaldırı gibi temaları görebilirsiniz. En meşhur eserlerinden biri Dar Zamanlar Üçlemesi’dir. Serinin ilk kitabı Ölmeye Yatmak; genç Cumhuriyet’in kadınlarının düştükleri durumları, cinsiyetlenmeleri ve çelişkileri anlatır. Devamı niteliğindeki ikinci kitap Bir Düğün Gecesi; 1970’li yılların Türkiye’sinin adeta bir panoramasıdır. 12 Mart 1971’deki askerî müdahale dönemini de içeren romanda daha çok kentli bireylerin toplumsal çözülüş karşısındaki umarsız ve yabancılaşan halleri anlatılır. Üçlemenin son kitabı ‘’Hayır’’da ise tüm kitapların ana karakterlerinden biri olan Aysel yine karşımızdadır ve 1980 ve sonrasının atmosferi romanın ana işleyiş mekanizmasıdır. Toplumu anlamak, hele bugünü kavramak açısından oldukça önemli olan bu üçlemenin dışında yazarın öykü, oyun ve şiirleri de vardır.

2. Sevgi Soysal (1936 – 1976)


Herkesler, her şeylerini çok şeylere harcıyorlar, tutsak kılıyor bu şeyler onları, hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında. (Tutkulu Perçem)

12 Mart’ın sillesini yiyen yazarlarımızdan biri de Sevgi Soysal’dır. Eylül 1936’da İstanbul’da doğan Soysal önce babasının, sonra da hukukçu olan eşi Mümtaz Soysal’ın işleri gereği yaşamının büyük bölümünü Ankara’da geçirmiştir. Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Arkeoloji okuduktan sonra bir süre de Almanya’da eğitimini sürdürmüştür. 12 Mart gerçekleştiğinde ise TRT’de program uzmanı olarak çalışan yazarın ilk romanı ‘’Yürümek’’ müstehcenlik barındırdığı gerekçesiyle Soysal’ın yargılanmasına neden olur. Somut bir gerekçe gösterilmeksizin o dönem kendisi de hapis yatan Soysal bu süre içerisinde roman, hikaye ve anı kitapları yazmıştır. Ardından bir başka kitabı nedeniyle de hüküm giyen, Adana’da 1 yıl sürgün hayatı yaşayan Soysal ilk öykülerini 1960 yılıyla beraber çeşitli dergilerde yayımlamaya başlamıştır. Romanlarında halkın ve aydın kesimin sosyal gerçeklikler karşısındaki tavırlarını, öğrenci ve gençlik hareketlerini, hapishane ve sürgün yaşamını anlatmıştır. Yargılandığı romanı Yürümek ile TRT 1970 Sanat Ödülleri Yarışması’nda Başarı Ödülü’nü kazanmıştır. ‘’Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’’, Almancaya çevrilen ‘’Tante Rosa’’, ‘’Tutkulu Perçem’’, ‘’Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri’’ gibi eserlerini sıralayabiliriz.

3. Leyla Erbil (1931 – 2013)


Dünyanın adaletli bir biçimde idare edilmesine kadar aşkımızı beklemek mi gerekecekti ? Siyaset bin kere değişebilir biz yaşarken. (Mektup Aşkları)

12 Ocak 1931’de İstanbul’da dünyaya gelen Leyla Erbil, öğrencilik yıllarında İskandinav Hava Yolları’nda çevirmen ve sekreter olarak çalışmıştır. Son sınıftayken öğrenimini yarıda bırakıp yüksek mühendis olan Mehmet Bey’le evlenmiş ve bunun üzerine 1955’te Ankara’ya yerleşmiştir. Yazın dünyasıyla tanışması da aslında bu yıllara rastlar; zira öykülerini yayımlatmaya bir türlü cesaret edemeyen Erbil, çok sevdiği bir öyküsünü dostu Metin Eloğlu’na okutmuş ve onun da desteğiyle öykü yayımlanmıştır. Sonraki yıllarda dergilerde öykülerinin yayımlanması devam etmiş ve Erbil ilk öykü kitabı Hallaç’ı 1960’ta çıkarmıştır. 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın da kurucularından olan yazarımız Tezer Özlü ile iyi bir dostluk kurmuş ve Özlü’nün vasiyeti üzerine mektuplaşmalarını ‘’Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar’’ adıyla kitaplaştırmıştır. Erbil ayrıca Türkiye PEN tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk kadın yazarımızdır. Erbil hikaye ve öykülerinde psikanalizden yararlanmış; aile, inanç, toplum, okul gibi kurumların yarattığı tabulara kalemiyle karşı çıkmıştır. Yerleşik değer yargılarını, evlilik gibi kurumları hicveden Erbil 1979’da Iowa Üniversitesi onur üyeliğine seçilmiş ve hakkında Almanca tez de yazılmıştır. ‘’Mektup Aşkları’’, ‘’Kalan’’, ‘’Cüce’’, ‘’Tuhaf Bir Erkek’’ sayabileceğimiz yapıtlarından yalnızca birkaçıdır.

4. Tomris Uyar (1941 – 2003)


Zorbalık, günün modası gereği, başı çekiyor. Kaşıkla göz oymaktan, ırza geçmeye, linçe kadar. (Gündökümü)

Daha çok öykü yazarı ve çevirmen olarak bildiğimiz Tomris Uyar; öyküleri İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça ve Lehçeye çevrilen isimlerimizden biridir. 15 Mart 1941 senesinde İstanbul’da dünyaya gelen Tomris İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nden mezundur. PEN Yazarları Derneği’nin bir üyesi olmuş olan yazarımız bilindiği üzere şair Turgut Uyarla evlenmiş ve ondan bir çocuğu dünyaya gelmiştir. Yazın dünyasına çevirileriyle 1965 yılında girmiş ve ardından öykü, deneme, günlük türlerinde de yazılarını dergilerde yayımlatmıştır. Uyar’ın bir yazar olarak savunduğu şey; bir eserin yoğunluk, içtenlik ve sahiciliğe sahip olması gerektiğidir. Küçük burjuva kökenli insanların kent içerisindeki yaşamlarını aktardığı öykülerle beraber, toplumun daha farklı katmanlarındaki insanların yaşantılarını da gözler önüne sermiştir. ‘’Uyuyan Güzel’’, ‘’Kırmızı Şapkalı Kız’’ gibi geleneksel ve evrensel masalları yeniden yorumlamış, masallardan yeni öyküler yaratarak bir hikaye yazmanın en ilginç yöntemlerinden birini keşfetmiştir. Tomris ayrıca yaptığı çevirilerle de oldukça bilinen bir isim; en popülerinden örneklersek ‘’Küçük Prens’’i Cemal Süreya ile beraber çevirmiştir. ‘’Sarmaşık Gülleri’’ adıyla televizyona da uyarlanan bir öyküye imza atmıştır. Tomris’in belli başları eserleri arasında: ‘’Gündökümü – Bir Uyumsuzun Notları’’, ‘’Yaza Yolculuk’’, ‘’İpek ve Bakır’’, ‘’Otuzların Kadını’’ sayılabilir. Son olarak; 1975 TDK Çeviri Ödülü, 1980 ve 1987 Sait Faik Hikaye Armağanı, 1987 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü de kazandığını belirtelim.

5. Buket Uzuner (1955 – …)


Eğer bu memlekette kadınlar günde beş erkek öldürseydi, çoğunluğu erkek olan parlamentomuzdan şimdiye kadar kadınlara karşı onlarca kanun çıkartılır, kadın islahevleri bile kurulur ve sorun çözülürdü. (Su)

Romancı ve gezi yazarı kimliğiyle ön planda olan Buket Uzuner aktivist kimliğiyle de bilinen mühim yazarımız. Hacettepe’den sonra Norveç’te ve Amerika’da biyoloji ve çevrebilim eğitimi alan yazarın romanları on dile çevrilmiştir. 1996 yılında Iowa Üniversitesi’nin de onur üyesi olmuş, 2004 yılında ODTÜ Senatosu tarafından takdir belgesiyle onurlandırılmıştır. Uzuner’in önemli bir diğer unvanı da; Türkiye Cumhuriyet’inin 75. kuruluş yılında üniversiteler, basın ve çeşitli meslek kuruluşlarının katıldığı bir jürinin oylarıyla ‘’Cumhuriyet’in 75 Başarılı Kadını’’ unvanıdır. 1977 yılında Dönemeç Dergisi’nde ilk kez yayımlanan öyküsüyle yazın hayatına adımını atan yazarımızın farklı türlerde pek çok eseri bulunmaktadır. Öykü dalında; ‘’Benim Adım Mayıs’’, ‘’Yolda’’, ‘’İstanbullular’’; roman türünde ‘’Balık İzlerinin Sesi’’, ‘’Uzun Beyaz Bulut’’; gezi türünde de ‘’Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları’’, ‘’New York Seyir Defteri’’ sayabileceklerimizden yalnızca birkaçıdır.

6. Tezer Özlü (1943 – 1986)


Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur. (Kalanlar)

‘’Türk edebiyatının gamlı prensesi’’ olarak nitelense de, bu yakıştırmayı ilk kim yapmıştır bilmiyorum ama pek doğru değil; zira Tezer Özlü böyle tavsif edildiğinde ortaya bir çeşit ‘’pamuk şeker’’ kıvamında bir şey çıkıyor. Oysa yazar haşindir, isyankârdır, arayıştadır. 10 Eylül 1943’te Kütahya’da dünyaya gelen Özlü, İstanbul’da Avusturya Kız Lisesi’ni bitirmeden Ankara’ya yerleşmiş, daha sonra dışarıdan sınavlarına girdiği İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirmiştir. Ankara’da çevirmen olarak çalışan Özlü 1968’de İstanbul’a döndüğünde burada çevirmenliğini sürdürmüştür. 1981 yılında 1 yıllık sanatçı bursuyla Berlin’e giden yazarımız burada Türk edebiyatı üzerine bir radyo programı hazırlamıştır. 1984’te Zürih’e yerleşmiş ve burada üçüncü eşi Kanadalı ressam Hans – Peter Marti’yi daha sonra kaybetmiştir. Yazın dünyasına 1963’te ilk öykülerinin yayımlanmasıyla giren Özlü hikâye ve çevirileriyle yer almayı sürdürmüştür. Öykülerinde genellikle çocukluk – gençlik, özgürleşme – yabancılaşma, yalnızlık – çaresizlik temalarını işlemiştir. Öyle ki çok sevdiği dostlarıyla, misal Leyla Erbil’le olan mektuplaşmalarına bakarsanız orada da aynı sorgulayıcı tavır, aynı mukayeseler, Türk edebiyatı ve aydınının durumu gibi hadiselerden söz etmiştir. Leyla Erbil onun öykücülüğü hakkında ‘’İlk öykülerinde başlayan yalnızlık, ihtiyarlık, intihar ve ölüm izlekleri ya da korkunun onu yaşamının sonuna kadar kovaladığını’’ yazmıştır. Kafka, Pavese ve Svevo’nun yaşadıkları yerlere gidip gözlemler yapmıştır. ‘’Bir İntiharın İzinde’’ adlı romanını Almanca yazmış ve Almanya’da ödül kazanmıştır. Adının bir anda duyulmasını sağlayan bu hadisenin üzerine Almanca romanını ‘’Yaşamın Ucuna Yolculuk’’ adıyla Türkçeye de kazandırmıştır. Eserleri Almanca, Hollandaca, Yunancaya çevrilmiştir. Özlü’nün eserleri arasında; ‘’Çocukluğun Soğuk Geceleri’’, ‘’Kalanlar’’, ‘’Yaşamın Ucuna Yolculuk’’, ”Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar’’ sayılabilir.

7. Pınar Kür (1943 – …)


Günün birinde alın teriyle yaşamımı kazanmam gerekeceğini düşünmüştüm belki, ama gövdemin teriyle kazanmak zorunda kalacağım hiç mi hiç aklıma gelmemişti. (Yarın Yarın)

Pınar Kür 15 Nisan 1943 yılında Bursa’da doğmuştur. Önemli bir yazar ve çevirmenimiz olan Kür, çocukluğunu Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirmiştir. Yine çocukluğunda Londra’ya gitmiş ve Amerika’da da beş yıl kalmıştır. Fransa’da kaldığı beş yıl içerisinde Sorbonne Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat okumuş ve burada ‘’Yirminci Yüzyıl Tiyatrosunda Gerçeklik ve Yanılsama’’ adlı doktorasını yapmıştır. Pınar Kür’ün ilk şiiri, 1949’da, henüz 6 yaşındayken yayımlanmış, hikayeleri ise 1971 yılında dergilerde yer almaya başlamıştır. ‘’Asılacak Kadın’’ ve ‘’Bitmeyen Aşk’’ romanları müstehcenlik gerekçesiyle yasaklanmış ve yazar iki yıl süren mahkeme sonunda aklanmıştır. 1984 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazanan yazarımız İngiliz ve Fransız edebiyatının nitelikli eserlerini de Türkçeye çevirmiştir. Eleştirmen ve yazar Nazan Aksoy onun yazarlığı hakkında şöyle demiştir: ‘’Hikâyelerin her biri okuru bekleyen ince eleştiriler, duygularla dolu, yazar hiçbir şeyi okurun gözüne sokmuyor, ama kimi yerde bir kelime, kimi yerde bir cümle başka bir düşünceyi daha getiriyor akla, gitgide zenginleşiyor, büyüyor metin.’’ Belli başlı eserleri arasında ‘’Bitmeyen Aşk’’, ‘’Bir Cinayet Romanı’’, ‘’Sadık Bey’’, ‘’Beşpeşe’’ ve ‘’Asılacak Kadın’’ sayılabilir.

8. Latife Tekin (1957 – …)


Seni sana satacaklar, beni bana satacaklar, paran yoksa alamayacaksın kendini. (Muinar)

Latife Tekin iki yüzyılda da önemli görülmüş bir romancı ve öykücümüzdür. 1957’de Kayseri’de dünyaya gelen Tekin 1976 – 1977 yılları arasında İstanbul Telefon Başmüdürlüğü’nde çalışmış, ardından yazarlıkla ilgilenerek çalışmalarını sürdürmüştür. 1983’te yayımlanın ilk romanı ‘’Sevgili Arsız Ölüm’’de köyden kente gelen bir ailenin hayatını masalımsı bir biçimde anlatmış ve roman oldukça ilgi görmüştür. Eserlerinde politik ve sosyal durumları, toplumun farklı kesimlerindeki insan yaşantılarını görebileceğimiz Tekin, mesela; Gece Dersleri adlı eserinde 1980 öncesi devrimci bir örgüt içerisindeki iletişimleri ele almış, Buzdan Kılıçlar’da yoksulluğu anlatmış, Unutma Bahçesi adlı eserinde de ‘’unutma – hatırlama’’ gibi çok temel iki kavramın üzerine ustaca eğilmiştir. İnsan ilişkilerindeki ikiyüzlülük ve göz korkutucu hırslar, iktidar ve güç kavramları yazarımızı ilgilendiren temel mefhumlardan birkaçıdır. Eserleri İngilizce, İtalyanca, Fransızca olarak da yayımlanan Tekin ‘’Unutma Bahçesi’’ ile Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2005 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü de kazanmıştır. ‘’Berci Kristin Çöp Masalları’’, ‘’Buzdan Kılıçlar’’, ‘’Ormanda Ölüm Yokmuş’’, ‘’Aşk İşaretleri’’ sayabileceğimiz eserlerinden birkaçıdır.

9. Mîna Urgan (1915 – 2000)


Televizyona karşı olduğumu sanmayın. Hiçbir makinaya, hiçbir elektronik cihaza karşı değilim. Yeter ki, onlar insanları değil, insanlar onları kullanabilsin. Doğru dürüst yayın yapan, iyi konserler, güzel filmler, ilginç belgeseller, aptalca olmayan siyasal konuşmalar ve tartışmalar sunan aklı başında bir televizyon ne kadar yararlı bir şey olurdu. (Bir Dinozorun Anıları)

1 Mayıs 1915’de dünyaya gelen Mîna Urgan Türk edebiyatının büyük yazarlarından biri olduğu gibi, çok önemli de bir çevirmenidir. Özellikle iki temel özelliği var ki; ‘’İngiliz Edebiyat Tarihi’’ adlı kitabı, öğrenciler için de akademisyenler için de çok önemlidir. Diğer özelliğiyse; Thomas Moore, Shakespeare, Virginia Woolf gibi yazarlar üstüne yaptığı inceleme ve araştırmalar oldukça kıymetli görülmüştür. Balzac, Aldous Huxley, William Golding, Shakespeare’in eserlerini de çevirerek dilimize kazandırmıştır. İstanbul Üniversitesi Fransız Filolojisi Bölümü’nü bitiren Urgan’ın geniş çevrelerce edebiyatımız için mahiyeti çok geç anlaşılmıştır: 1998 yılında uzun hayat tanıklıkları ve anılarını derlediği, Avrupa’dan Anadolu’ya gezdiği pek çok yeri aktardığı ‘’Bir Dinozorun Anıları’’ çok ilgi görünce durumun absürtlüğünü kitabın önsözünde şöyle açıklamıştır. ‘’… bu anılarımın ikinci bir baskısı bile yapmayacağını, kitabımı çok az kişinin okuyacağını; okuyanların da, günümüzde benimsenen bütün değerlere böylesine saldıran bir dinozoru yerin dibine batıracaklarını sanmıştım. Akıllara sığmayacak kadar şaşırtıcıdır bizim insanlarımız.’’ Her zaman politik bir yönü olan ve bunu da alenen yaşayan Urgan, 1993 yılında Altın Kitap, 1996 yılında da Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü’nü kazanmıştır. Adalet Ağaoğlu da yazarımız hakkında şöyle söylemiştir: ”Değerli Mîna Urgan, son konuşmalarımızdan birinde; ‘Artık yaşamak istemiyorum,’ demişti. Sanırım bunu, yakınındaki dostları gibi, ikinci defa kaldırıldığı hastanede, çok sevip saydığı, son yıllarında, her anlamında dayanışmasından huzurlar bulduğu doktoruna da söylemiş. Kendi kendine yetme özgürlüğüne, böyle bir kafa ve ruh karışıklığına sahip aydın bir kişinin fizyolojik ‘acze’ katlanmak istemeyişini çok iyi anlıyorum. Mîna Urgan’ın hep böyle haklı ve doğru isyanları, öfkeleri oldu.’’ Mutlaka okumamız gereken yazarlarımızdan biri olarak eserlerini şöyle sıralayabiliriz: ‘’Bir Dinozorun Anıları’’, ‘’Bir Dinozorun Gezileri’’, ‘’D. H. Lawrence’’, ‘’Virginia Woolf’’, ‘’Moby Dick – Beyaz Balina’’

10. Elif Şafak (1971 – …)


Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin… (Aşk)

Ekim 1971’de Fransa’da dünyaya gelen Elif Şafak çocukluk ve gençlik yıllarını Ankara, Madrid, Köln, İstanbul, Boston ve Arizona’da geçirmiştir. ODTÜ’de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitiren Şafak 2018’de Oxford Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Avrupa Edebiyatı Weidenfeld Kürsüsü’ne de misafir öğretim üyesi olarak gitmiştir. 1994’te ‘’Kem Gözlerle Anadolu’’ adlı ilk öykü kitabıyla yazın dünyasına adımını atan yazarımız, 1998 yılındaki ilk romanı ‘’Pinhan’’ ile de Mevlana Büyük Ödülü’nü kazanmıştır. İleriki yıllarda eserlerinin yüksek satış rakamlarına ulaşmasıyla da bildiğimiz Şafak Fransa’da Sanat ve Edebiyat Şövalyesi nişanına layık görülmüş ve eserleri de kırk sekiz ayrı dile çevrilmiştir. Eserlerini İngilizce ve Türkçe olarak yazan Şafak İstanbul – Londra arasında mekik dokuyarak yaşamaktadır. Oldukça hacimli bir ödül geçmişi olan yazar gerek yerel gerek uluslararası minvalde çok önemli bir yazar olarak tavsif edilmiştir. Başarılı bir yazarlık kariyerine sahip olan yazarımız bu anlamda ülkemizi de başarılı bir şekilde temsil etmiştir ve bunu da devam ettirmektedir. ‘’Aşk’’, ‘’Baba ve Piç’’, ‘’İskender’’, ”Havva’nın Üç Kızı’’, ‘’Ustam ve Ben’’, ‘’Siyah Süt’’ eserlerinden yalnızca birkaçıdır.

11. Azra Kohen (1979 – …)


Dışarıdan delilik olarak görülebilen şeyler, içine girildiğinde hak verilen durumlar haline gelebiliyordu bu hayatta. Sadece bakış açınızı değiştirmeniz yeterliydi. (Fi)

Popüler ve oldukça başarılı yazarlarımızdan biri sayılan Azra Kohen 1979’da İzmir’de dünyaya gelmiştir. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo – Televizyon ve Sinema Bölümü’nü bitiren Kohen daha sonra eğitim hayatına Kanada’da devam etmiştir. Organik tarım, evrenin matematiği ve bir yaratıcının varlığına inandığını belirten Kohen 2018 Elele Avon Yılın Yazarı Ödülü’nü kazanmıştır. Fi, Çi, Pi adlı üçlemesiyle büyük ilgi gören yazarımızın ilk kitabı Fi ayrıca diziye uyarlanmış ve büyük beğeniyle takip edilmiştir. Meşhur üçlemesinin ilki Fi’ye dair şöyle bir slogana sahiptir: ‘’Bu hikayenin sadece inanılamaz tarafları gerçektir.’’ Serinin ikinci kitabı Çi hakkında: ‘’İyi bir hikaye asıl bittiğinde başlar’’, üçüncü ve son kitabı Pi üzerineyse; ‘’Bu hikaye burada bitecek ve sen başlayacaksın’’ demiştir.

12. Müge İplikçi (1966 – …)


Sorun ayaklarımızın hiç yere basmaması değil, ayaklarımızdan betona kilitlenmiş olmamızdı. (Cemre)

Çağdaş Türk edebiyatının kıymetli yazarlarından biridir Müge İplikçi. 1966 yılında İstanbul’da dünyaya gelen yazarımızın eserlerinde temel mesele ve mefhumlar; toplumsal işleyiş içerisinde kadının rolleri, bu cinsiyetlenme ve koşullanma üzerine kadının içine düştüğü sıkıntılardır. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyat Bölümü’nü bitiren İplikçi Amerika’da Türkçe okutman olarak da görev yapmıştır. 1996 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü Öykü Birinciliği’ni, 1997’de Haldun Taner Öykü Ödülü Üçüncülüğü’nü kazanmıştır. Yazar ve araştırmacı Ayşe Durakbaşa, İplikçi hakkında şunları belirtmiştir: ‘’Müge İplikçi’nin öyküleri, kadınlar arasındaki ilişkileri, kadınlar için güçlenmenin önemli bir alanı olarak öne çıkarıyor. Kadınların kendi aralarındaki ‘şölen’lerde uzanabildikleri bir uzam, keşfedebilecekleri bir dil var; belki de kadınlık öncesi zamanın keşfi, gizli bahçelerin kaçamak ve dar zamanlarına geri dönüş, ordaki küçük kızların inadı ve korsanlıkları, yeni yolculukların da ateşleyicisi oluyor.’’ Yazarımızın ‘’Kül ve Yel’’, ‘’Cemre’’ adlı iki romanının yanı sıra ‘’Perende’’, ‘’Arkası Yarın’’, ‘’Transit Yolcular’’ gibi öykü kitapları da vardır.

13. İnci Aral (1944 – …)


Güzelliklerinden başka yatırımları olmayan kadınları düşünüyorum. Özellikle onlar için bu dönemin ne kadar dayanılmaz olabileceğini. Dış görünümünden başka hiçbir şeyleri olmadığını ve bu parlak kabuğun kuruyup dökülmekte olduğunu fark ettiklerinde hayatları nasıl da acıklı ve zor hale gelecek. (İçimden Kuşlar Göçüyor)

Türk edebiyatının yaşayanlar arasındaki en saygıdeğer yazarlarından biri olan İnci Aral Kasım 1944’te Denizli’de dünyaya gelmiştir. Bir hikayeci ve romancı olarak bilinen Aral Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Resim İş Bölümü’nden mezun olmuştur. Akademi Kitabevi Öykü Başarı Ödülü, Nevzat Üstün Hikâye Ödülü, 1992 Yunus Nadi Roman Ödülü, 2001 Yunus Nadi Öykü Ödülü VE 2004 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanmıştır. Yazar ve editör olan Nalan Barbarosoğlu, yazarımız hakkında şunları belirtmiştir: ‘’Daha ilk kitabında ustalık ve zengin bir dil evreni kuran İnci Aral’ın toplumsal değişimi ve bu değişimin bireyler üzerindeki etkisini konu edinen öykü anlayışı tüm kitaplarında sürdü. Bireyi yaşadığı çevresiyle kuşatan anlatımı, özellikle kadın ideolojisini kimi zaman serimleyen, kimi zaman sorgulayan edebiyat perspektifi değişmedi.’’ Aral’ın ‘’Kıran Resimleri’’ adlı yapıtı ayrıca Fransızcaya çevrilip Fransızcada da yayımlanmıştır. Öyküleri arasında ‘’Ağda Zamanı’’, ‘’Uykusuzlar’’, ‘’Gölgede Kırk Derece’’; romanları arasında ‘’Ölü Erkek Kuşlar’’, ‘’Yeni Yalan Zamanlar’’, ‘’Mor’’ son eseri ‘’Aşkın Güzelliği’’ sayılabilir.

30 Maddede Nazım Hikmet ve Aşkları, Ayrılıkları, Bitmeyen Çileleri Hakkında Her Şey

$
0
0

Nazım Hikmet RAN… Dünya şairi, romantik komünist, büyük aşık, gözü kara bir dava adamı. Kusurları ve güzellikleriyle baştan aşağı hayatı seven ve ‘’yaşamak güzel şey be kardeşim’’ diyen bir yazar. Neredeyse hayatının mucizelerle örülü olmadığı an yok buradan bakınca. Ona sorsak ne derdi? Aslında ölümünden iki yıl önce yazdığı ‘’Otobiyografi’’ şiirinde bunun cevabını veriyor: ‘’…bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da/ insanca yaşadım diyebilirim/ ve daha ne kadar yaşarım/ başımdan neler geçer daha kim bilir.’’ Önümde sayfalarca not, toparlanıp yazıya geçmek için bekliyor.

Nazım Hikmet, doğduğu dönem, aile kökenleri, aldığı eğitim, Milli Mücadele’ye gönüllü destek, Türk şiirine katkıları, aşkları, hapis yılları ve virgülle ayırarak bitiremeyeceğim sayısız macera daha. Her şey diyoruz ama Nâzım’ı, şair babayı ne kadar anlatsak aslında az.

1. İlk yıllar


Nâzım Hikmet 15 Ocak 1902’de Selanik’te dünyaya gelir. Yüksek bir aileye mensuptur; babası tarafından dedesi olan Mehmed Nâzım Paşa çeşitli yerlerde valilik yapan bir Mevlevî, babası Hikmet Bey Matbuat Müdürü, annesi Celile Hanım ise ilk kadın ressamlarımızdan biridir. Annesinin büyükbabası olan Mustafa Celaleddin Paşa ise İstanbul’a gelerek Müslümanlığı kabul eden ve ‘’Borjenski’’ soyadlı Polonyalı bir mühendis ve Türkologtur. Nâzım önemli görevlerde bulunan ve sanatla da yakinen ilgilenen böylesi bir ailede yetişir. Hatta mektepten önce, ilk eğitimlerini annesi ve kendisi de bir şair olan Mevlevî dedesi Mehmed Nâzım Paşa tarafından alır. İlave edelim ki Nâzım’ın 1905’te doğan kardeşi İbrahim Ali ertesi yıl kuşpalazından vefat eder. 1907’de ise kız kardeşi Samiye dünyaya gelir.

2. İlk şiir


Nâzım şairlikle 11 yaşında, 1913 senesinde tanışır. Belki şaşacaksınız ama ilk şiiri bir aşk şiiri değil, daha sonraları da fikirlerinin yeşereceği ‘’toplumsal’’ bir hadise üzerinedir. ‘’Feryad-ı Vatan’’ başlığını taşıyan bu şiir hakkında Asım Bezirci, Nâzım’ı anlattığı kitabında şöyle söylüyor: ‘’Defterindeki ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) tarihini taşır. ‘Feryâd-ı Vatan’ başlıklı bu şiiri Nâzım Hikmet on bir yaşında iken yazmıştır. Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenik düşmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar gelmesi üzerine kaleme alınan şiirde şairin bundan duyduğu derin üzüntü ile çok sevdiği yurdunu kurtarma istek ve umudu yansıtılmaktadır. Fakat, kendisinin açıklamasına göre, ilk yazdığı şiir ‘Yangın’dır. Bu şiiri, evlerinin karşısındaki bir binada çıkan yangın üzerine 6 Kânûn-ı evvel 1330 (19 Aralık 1914) tarihinde kaleme almıştır. Ölçüsüz, daha doğrusu, bozuk düzenli bir denemedir. Şairin deyimiyle, vezni, büyükbabasının yüksek sesle okuduğu aruzla yazılmış şiirlerin kulağında kalan ses taklitleriyle yapılmıştır.’’

Feryad-ı Vatan

Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit

3. Eğitim yılları


Nâzım’a ilk eğitimi evde ressam annesi Celile Hanım ve bir şair olan Mevlevî dedesi Mehmed Nâzım Paşa tarafından verilir. Celile Hanım zaten ilk Türk kadın ressamlarımızdan, şair Oktay Rıfat’ın teyzesi, eğitimci bir aileye mensuptur. Evde özel olarak yetiştirilir, resim dersleri alır. Evdeki bu ortamla ilgili olarak şunları aktarır şair: ‘’Büyük babam, Mevlevi Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde, babamın edebiyatla ilgisizliğine bakmaksızın, şiir başköşedeydi.’’ Arkadaşı Vâlâ Nurettin’le beraber ilkokulu (Taşmektep) bitirdikten sonra, bugünkü Galatasaray Lisesi’ne yazılır. Masraflı bir okul olması dolayısıyla bir yıl sonra buradan alınıp Nişantaşı Lisesi’ne verilir. Şair burada örnek bir öğrencidir ve öğretmenlerinden pek çok ‘’aferin’’ kanaati alır. Gerek aile içi gerekse gördüğü Fransızca eğitimler, onun dil konusunda da gelişimini sağlar. Ardından sıra Bahriye Mektebi’ne gelir.

4. Bahriyeli Nâzım


Şair Heybeliada Bahriye Mektebi’ne 15 yaşlarında, 1917’de girer. Nişantaşı Lisesi’nin son zamanlarında, zaten dedesi Nâzım Paşa’nın şairliğinden etkilenen Nâzım Hikmet bir aile toplantısına katılır ve denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini okur. Bunu dinleyenlerin arasında ise Bahriye Nazırı Cemal Paşa da vardır ve bu minik şairden etkilenerek onun Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girmesini ister. Böylece 1917’de Nâzım bir Bahriyeli olarak eğitimine devam eder. Nâzım’ın üvey oğlu yazar Memet Fuat’ın bu yıllara dair aktardıkları şöyledir: ‘’Nâzım Hikmet 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa’nın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.’’

5. Hocası Yahya Kemal Beyatlı


Nâzım Bahriye Mektebi’nde öğrenciyken tarih ve edebiyat derslerini dönemin ve Türk şiirinin önemli ismi Yahya Kemal Beyatlı’dan alır. Beyatlı Nâzımların ayrıca aile dostudur ve evlerine de gidip gelir. Hatta Beyatlı ile şairin annesi Celile Hanım arasında da o dönem bir aşk olduğu bilinir, ancak Nâzım’ın meşhur “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz” notu bu aşkı nihayete erdirir. Konumuza dönelim; hocasına o dönem büyük hayranlık besleyen Nâzım kendi yazdığı şiirlerini Beyatlı’ya gösterip onun görüşlerini alır. Bu alışverişle ilgili olarak şair şunları söyler: ‘’Sonra üçüncü şiirimi 16 yaşımda galiba yazdım. Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye mektebinde tarih öğretmenimdi şair. Kızkardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana; Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın, dedi.’’

6. Yayımlanan ilk şiirleri ve birincilik ödülü


Nâzım bu dönemde şair çevreleri tarafından yavaş yavaş bilinip sevilen, ‘’genç şair’’ olarak bilinen bir isimdir. 1920 senesinde ‘’Alemdar’’ gazetesinin açtığı bir yarışmaya katılır ve seçici kurulda önemli isimlerin olduğu bu yarışmayı birincilikle kazanır. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon şairden övgüyle söz etmeye başlar. Bu devreyle ilgili aktardıklarından: ‘’17 yaşımda galiba ilk şiirim basıldı. Yani «Serviliklerde», yani mezarlıklarda ağlayan hayatında sevmiş ölüler üstüneydi. Yahya Kemal düzeltmişti birçok yerini. Sonra kızlara tutuldum, şiir yazdım.’’

7. Milli Mücadele’ye destek


Kızlara tutulup yazdığı aşk şiirleri kısa sürer, çünkü memleketi Batı’nın ‘’Hasta adam’’ olarak addettiği Osmanlı’da önemli hadiseler cereyan eder. İstanbul işgal altındadır ve Nâzım da memleketini çok seven biri olarak Atatürk’ün önderliğindeki Milli Mücadele’ye katılmayı ister. 1 Ocak 1921’de Mustafa Kemal’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgüt sayesinde Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve çocukluk arkadaşı Vâlâ Nureddin ile beraber Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna biner. Amaçları Ankara’ya geçmek ve mücadelenin neferleri olmaktır. İnebolu’ya vardıklarında birkaç günlük bekleyişin ardından Ankara yalnızca Nâzımla Vâlâ Nureddin’e izin verir. İnebolu’dayken Almanya’dan tıpkı kendileri gibi gelen genç öğrencilerle tanışırlar. Nâzım’ın sosyalizm fikriyle tanıştığı ilk zamanlar da bu döneme rastlar, çünkü Almanya’dan gelen bu öğrenciler Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi anlatırlar. Nâzım öğrencilerin anlattıklarından son derece etkilenir, çünkü o, memleketindeki yoksulluğun bitmesini can-ı gönülden isteyen insanlardan biridir.

8. Atatürk’le Nâzım’ın karşılaşması


İnebolu’daki kısa süreli devrenin ardından Ankara’ya giden iki şaire kutsal bir görev verilir. Buna göre İstanbul’daki gençleri milli mücadeleye davet eden bir şiir yazmaları istenir. Mart 1921’de on bin adet bastırılıp dağıtılan bu şiirin yankısı çok büyük olur. Öyle ki İstanbullu gençlerin Ankara’ya akın ederlerse onlara nasıl iş bulunacağı tartışılmaya başlanır. Daha sonra genç şairler Atatürk’e takdim edilir. Nâzım’ın çocukluktan itibaren arkadaşı ve Ankara’da da yanında olan Vâlâ Nureddin ‘’Bu Dünyada Nâzım Geçti’’ kitabında olayı şöyle anlatır: “Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi: Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanma bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.’’

9. Moskova’ya gidiş


Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin Ankara’dan sonra Bolu’ya öğretmen olarak atanır ve burada kısa süreliğine öğretmenlik yaparlar. Ancak çevrenin oldukça tutucu olması, muhitteki insanların yeni gelen bu iki öğretmene hoş bakmaması sonucu ikisi de burada rahat edemeyeceklerini anlayıp bir karar alırlar. Bolu’da kendilerine Sovyetler Birliği’ni, Lenin’i anlatan Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gidip orada eğitim almaya karar verirler. Şairin üvey oğlu ve yazar Memet Fuat bu konuda şunları aktarır: ‘’1921 ağustosunda Bolu’dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak’tan Trabzon’a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921’de Batum’a vardılar. Böylece Sovyetler Birliği’ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldılar.’’

10. Yeni şiir anlayışı


Nâzım ta çocukluğundan itibaren aruzla şiir yazmaya zorlanır. Daha sonraları, yani Anadolu’ya geçtiği yıllarda memleket üzerine yazdığı şiirlerinde ise temiz bir dil ve hece ölçüsü görülür. Ancak dev şaire bu da yetmez, daha başka hal çareler arar. Bununla ilgili olarak şöyle söyler: ‘’Anadolu’ya geçtim. Millet sıska atlan, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu. Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti…’’ O gereken büyük sarsıntı Moskova’ya gidişi sırasında Batum’da karşısına çıkar. Batum’daki ‘’İzvestiya’’ gazetesinde gördüğü ve muhtemelen Mayakovski’ye ait olan, bir uzun bir kısa cümlelerden oluşan şiirin düzeninden oldukça etkilenir, Rusça bilmediği için içeriği anlayamasa da Türk şiirine yeni bir şiir anlayışını getirecek olan kapı da aralanır. Moskova’ya gittikleri sırada gördüğü açlık ve sefalet üzerine ‘’Açların Gözbebekleri’’ şiirini yazmaya koyulur ve tıpkı gazetede gördüğü şiir gibi serbest bir ölçüde yazar. Bu, Türk şiiri için yeni bir ölçüdür ve Cumhuriyetle beraber gelişen bu serbest şiirin öncüsü de böylelikle Nâzım Hikmet olur.

Açların Gözbebekleri

Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon

bizim!

Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!

Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!

11. Türkiye’ye dönüş ve Sovyetler’e kaçış


Nâzım Hikmet arkadaşı Vâlâ Nureddin ile gittiği Moskova’dan yeni fikirlerle, şiir sistemiyle ve Rusça öğrenerek döner. Üniversiteyi bitirince memlekete dönmek isteyen şair Ekim 1924’te gizlice Türkiye’ye gelir ve ‘’Aydınlık’’ dergisinde çalışmaya başlar. Ancak Nâzım için işler o kadar kolay değildir; polis tarafından izlenmeye başladığını anlayınca İzmir’e bir basımevi kurmak için gider. 1 Mayıs 1925’te ise Aydınlık dergisi kapatılır ve dergide çalışanların çoğu da tutuklanır. Bu devreyle ilgili yine Memet Fuat’ın derlediklerinden bir alıntı: ‘’Ankara’da istiklal Mahkemesindeki dava 12 Ağustos 1925’te sonuçlandığında Nâzım’ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü. Bunun üzerine Nâzım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir’den haziran ayı ortalarında İstanbul’a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler Birliği’ne gitti. Cezasının 1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliğine başvurdu. Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927’de İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi. Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik’ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928’de Bakû’da ilk şiir kitabı Güneşi içenlerin Türküsü’nü yayımlattı.’’

12. Zekeriya Sertel ve Resimli Ay dergisi


Yine aynı yıl, yani 1928’in Temmuz ayında kendini aklamak için gizlice memlekete dönen Nâzım Hopa’da yakalanır ve arkadaşı Laz İsmail ile beraber tutuklanır. 23 Aralık 1928’de sona eren dava sonucunda ise ikisi de serbest bırakılır ve Nâzım Hikmet hemen sonra Zekeriya Sertel’in çıkardığı ‘’Resimli Ay’’ dergisinin kadrosuna dahil olur. Burada edebiyat dünyasında sansasyon yaratacak yazılar kaleme alır. Şiirlerinin de yayımlandığı dergide ‘’Putları Yıkıyoruz’’ adlı yazı dizisi 1929 ortalarında başlar ve Abdülhak Hâmid, Mehmet Emin Yurdakul şairlere saldırır. Mayıs 1929’da yayımlanan ‘’835 Satır’’ adlı şiir kitabı, Nâzım’ın Moskova’da gördüğü ve o dönem Türk şiiri için yeni olan serbest ölçü ile yazılır ve özellikle bu sebeple büyük yankı uyandırır. Bu açıdan bakılınca Nâzım’ın avangart bir şair olduğu da ortadadır. 835 Satır kitabındaki bir şiiri:

Kalbimizin ensesinde kıvrılan
Yağlı uzun saçlarımız yok,
Güle, bülbüle, ruha, mehtaba, falan, filan
Karnımız tok.
Ve şimdilik
Gönül işlerine vermiyoruz metelik…
Sen bize hiç korkmadan
Emanet et karını.
Biz
Promete’nin çığlıklarını
Doldurup pipomuza
Kaba kıyım tütün gibi içiyoruz,
Yangın kulesiyle verip
Omuz omuza
Ufuklarda kızaran gözleri seçiyoruz…

13. Tekrar mahkemeye gidiş


Nâzım, ortaya koyduğu yeni şiir anlayışıyla beraber yalnızca edebiyat çevrelerinde değil, polisler nezdinde de yankı uyandırır. Temmuz 1930 olduğunda ‘’Salkımsöğüt’’ ve ‘’Bahri Hazer’’ şiirlerini bir plak firmasıyla anlaşarak seslendirir. Bu kayıtlar lokanta, kahvehane gibi umumî yerlerde de çalınmaya başlanınca polis duruma el koyar ve plağın ikinci baskısı yapılmaz. Ancak işler bununla bitecek değildir, buradan sonrasını yine Memet Fuat’ın aktardıklarıyla ve Nâzım’ın da kendini mahkeme karşısında savunduğu cümlelerle sürdürelim: ‘’6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15’te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde, Türk Ceza Yasası’nın 311 ile 312. maddelerine dayanılarak başlayan mahkemeye, Nâzım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı irfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu. Sorgulanmasının bir yerinde Nâzım Hikmet şöyle dedi: ‘iddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir.’ Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek, ‘Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim,’ dedi. Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye’nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını, ‘iddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz,’ diye bitirdi. Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi. Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.’’

14. Yeni şiir kitapları ve oyunlar


Nâzım fevkalade üretken bir şair olarak serbest ölçüyü sürdürür, ayrıca sosyal gerçeklikleri ele alarak muhtevada da dikkat çekici bir şiir inşa eder. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932) basıldıktan sonra Darülbedayi’de (İstanbul Şehir Tiyatrosu) de sahnelenir. Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitabının da 1933’te yayımlanmasıyla yine mahkemeler, davalar Nâzım’ın kaderiymişçesine karşısına çıkar. Karışık bir dava sürecinin ardından tekrar içeri düşer, sonra Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanır. Şimdi hayatının en önemli kadınlarından, ‘’kalbimin kızıl saçlı bacısı’’ dediği Piraye ile evlenme vaktidir.

15. Piraye ve Nâzım


‘’Büyük aşktı onlarınki…’’ diye girsek zevat bu iki isim olunca klişe kaçmaz. Ta 1930’da tanışan Nâzımla Piraye aslında 1931’de evleneceklerini tasarlarlar, ancak şairin mahkeme, dava derken bir türlü fırsat bulamamasından ötürü bu iş biraz ertelenir. Nihayet 31 Ocak 1935’te evlenirler. Bu evlilik aslında Nâzım’ın üçüncü, Piraye’nin de ikinci evliliğidir. Nâzım Sovyetler Birliği’ne gittiği zaman ‘’Mavi Gözlü Dev’’ şiirini yazdığı Nüzhet Hanımla evlenir, talihsizlikler nedeniyle boşanırlar. Diğer evliliğini ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile yapar. Piraye ise yönetmen ve oyuncu Vedat Örfi Bengü’den boşanmış bir kadındır, iki çocuğu vardır. Bu çocuklardan biri de, benim de burada alıntı yaparken adını sık sık geçirdiğim ve edebiyat dünyamız için önemli bir isim olan Memet Fuat’tır. Nâzım, bu dört kişilik ailenin geçimini sağlamak adına Akşam gazetesinde çalışmaya başlar. Burada ‘’Orhan Selim’’ takma adıyla fıkralar yazar, ayrıca İpek Film Stüdyosu’nda da senaristlik, film yönetmenliği gibi işlerde yer alır.

16. Uzun hapis dönemi


Baştan söyleyelim ki Nâzım Hikmet uzun hapis hayatı boyunca pek çok kişiyi eğitir. Aynı yerde içeride oldukları zamanda şiir yazmaya meraklı Orhan Kemal’i düzyazıya yönlendirir, kendisine ”şair baba” diyen Türk ressam İbrahim Balaban’a da resmi o öğretir. Birtakım provokasyonlara maruz kalan ve bunları da gayet iyi kavrayan şair tabir caizse kimseye malzeme vermez. Temkinli ve uyanıktır. Yine de uzun hapis yılları artık yakındır. 17 Ocak 1938 gecesi polis tarafından tutuklanır Nâzım. Ankara’daki Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne gönderilir. Beraat edeceğini umarken 29 Mart 1938’de, ‘’askeri üstlerine karşı isyana teşvik’’ suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkum edilir. Ardından İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne getirilir. 10 Ağustos 1938’de başlayan ikinci mahkeme ise şairin ‘’askeri isyana teşvik’’ ettiği suçlamasıyla neticelenir ve buradan da 20 yıl hapse mahkum olur. Toplam 35 yıllık mahkumiyet, çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirilir. 29 Aralık 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’ne, Şubat 1940’da da Çankırı Cezaevi’ne, Aralık ayında da Bursa Cezaevi’ne gönderilir. Bu süreç boyunca toplam 12 yıl hapis yatan şair cezaevinde sürekli olarak şiirler yazar. İçerideyken karısı Piraye’ye yazdığı bir şiir:

Bir tanem!
Son mektubunda:
‘Başım sızlıyor yüreğim sersem! ‘ diyorsun.
‘Seni asarlarsa seni kaybedersem;
diyorsun;
‘yaşayamam! ‘
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgilim;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!

17. Serbestlik talebi ve açlık grevi


Nâzım içerideyken İkinci Dünya Savaşı biter ve daha pek çok şey değişir. 1949’a doğru şairin ‘’adli bir hata’’ nedeniyle içeride yattığı fikri giderek yükselmeye başlar. Ankara ve İstanbul’da aydınlar, sanatçılar, avukatlar Nâzım’ın serbest bırakılması adına imza kampanyaları düzenlerler. Yurt dışında dahi sanatçı ve avukatlar aynı amaç uğruna gösteriler düzenlerler. Bunlardan sonuç alınamadığını gören Nâzım Hikmet, 12 yıllık hapis hayatının da ardından 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Buradan sonrasını yine Memet Fuat’ın bir gazete yazısıyla devam ettirelim: ‘’Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara’dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul’a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırıldı. Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru Ankara’ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk görüşmelerden sonra Nâzım Hikmet’e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim’le, iki kez Adalet Bakanı Fuat Sirmen’le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran’la konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını ertesi gün de Cumhurbaşkanı ismet İnönü’nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik ertelemesi gerektiğini bildiriyordu. Nâzım Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.’’ Fakat hiçbir netice alınmaz ve şairin avukatına da bir şey belirtilmez. Tüm bu muğlaklık Nâzım’ın tekrar açlık grevine girişmesine neden olur ve şair 2 Mayıs 1950’de hasta kalbine ve hapis hayatına aldırmaksızın tekrar açlık grevine başlar. Dördüncü günün sonunda iyice bitkin düştüğü gözlenen şair 9 Mayıs 1950’de hastaneye götürülür ve neticede tam teşekküllü bir hastanede tedavi edilmesine kanaat getirilir ve Cerrahpaşa Hastanesi’nde tek kişilik bir odaya yatırılması öngörülür. Şairin ‘’Hakkımın verilmesi için açlık grevi yapıyorum’’ deyip bunu reddetmesi ise tekrar cezaevine gönderilmesine neden olur. Tüm bunlar olurken ülke içi ve dışında gösteriler, protestolar düzenlenir ve şairin serbest bırakılması talep edilir.

18. Genel af yasası


Grevine kesin bir şekilde devam eden şair günden güne bitik hale gelir ve hastaneye yatırılır. Artık hayata devam etmesinin tıbbi müdahaleler sayesinde gerçekleştiği söylenir. Bu haber üzerine Nâzım’a gelen sayısız mektup, şairin grevi bırakması gerektiğine dair ricalar içerir. O da hem meclis tatile girdiği hem bedeni mahvolduğu hem de dostları ısrar ettiği için nihayet grevi bitirir. 14 Nisan 1950’de seçimleri kazanan Demokrat Parti’nin genel af yasası çıkarmasıyla da 15 Temmuz 1950’de hastanede yatarken serbest kaldığı kendisine bildirilir. Şimdi ise hayatına yeni yeni giren bir kadına aşık olur. Cezaevindeki son iki yılında onu ziyarete gelen, şairin dayı kızı olan Münevver Hanım Nâzım’ın yeni aşkıdır ve şair bu uğurda hapisten çıktıktan sonra Piraye’den ayrılır. Nâzımla Münevver önce Kadıköy’de şairin anne evinde, sonra da bir apartman dairesinde yaşamaya başlarlar. Çiftin 26 Mart 1951’de Mehmet adında bir çocukları dünyaya gelir. Karıştırmayalım, alıntı yaparken adını geçirdiğim Memet Fuat Piraye’nin önceki evliliğindendir ve Nâzım’ın da üvey evladıdır. Münevver Hanım’dan doğan Mehmet Nâzım ise şairin öz oğludur ve babası Nâzım’a duyduğu öfke, hayal kırıklığı daha sonraları çok konuşulacak bir olay olur. Oğluna yazdığı bir şiirden:

“Anası bir oğlancık doğurdu bana;
Kaşsız, sarı bir oğlan, masmavi kundağında yatan
bir nurtopu, üç kilo ağırlığında.”

19. Münevver Andaç


Biraz Münevver Hanım’dan bahsetmek isterim. Öncelikle belirtelim ki Piraye de, Münevver de, sonra anlatacağımız Galina ile Vera da Nâzım için büyük fedakârlıklar yaparlar. Yaparlar ama bunlardan çok da şikayetçi değillerdir, çünkü Nâzım’ın onlara duyduğu aşk ve yazdığı şiirler şairin kadınları mest eden bir özelliğidir. Piraye, uzun hapis hayatı boyunca eşi Nâzım’ı bekler, Münevver şairi cezaevindeyken daha çok ziyaret edebilmek adına işinden istifa eder, Galina onun hasta kalbine 7 yıl bakar, Vera şaire hayatının son zamanlarında büyük mutluluk verir. Peki Nâzım’ın tek öz oğlu olan Mehmet Nâzım’ın annesi Münevver Andaç kimdir? Her şeyden önce Münevver Hanım (1917 – 1998) önemli bir çevirmenimizdir. Şairin birçok eseri ve Yaşar Kemal’in neredeyse bütün yapıtlarını Fransızcaya ustalıkla çevirir. Öyle ki 1987’de Fransız Çevirmenler Derneği Çeviri Büyük Ödülü’nü Yaşar Kemal’den yaptığı ‘’İnce Memed 3’’ çevirisiyle kazanır. Nâzım Hikmet hapisten çıkmadan iki sene önce, 1948’de şairi pek çok kere ziyarete gider Münevver Hanım. Nâzım’ın dayı kızı olan Münevver Hanım’ın daha öncesinde ressam Nurullah Berk’le olan bir evliliği ve Renan adında bir kızı vardır. Nâzım Hikmet ve Münevver Andaç çifti, şairin hapisten çıkması ile yurtdışına kaçması arasında beraberdirler. Münevver Hanım Fransa’da 1998 yılında uzun bir kanser tedavisinin ardından aramızdan ayrılır. Nâzım’ın ‘’Karlı Kayın Ormanı’’ şiirindeki gonca gülü, Münevver Hanım’dan başkası değildir:

Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.

20. Askerlik baskısı


Nâzım tam hapisten çıkmış, hayatını iyi kötü kurmuş ve bir çocuk sahibiyken bu defa askerliğe çağrılır. 1951 yılında, yani şair 49 yaşındayken böylesi bir durum pek de iç açıcı değildir. Dahası, tıpkı buna benzer bir şekilde 1948’de öldürülen büyük yazarımız Sabahattin Ali’den ötürü de bu konuda şerbetlidir. (!) Hal böyleyken çok sevdiği memleketini ve insanlarını bir daha terk etmek zorunda kalan şair 17 Haziran 1951 yılında yakın dostu Refik Erduran’la beraber Karadeniz’e açılır, Bulgaristan’ın Varna limanına gitmeye niyetlenmişken Romanya bandıralı bir şileple Romanya’ya, oradan da Moskova’ya gider. Bu, şairin Türkiye’den son ayrılışıdır ve Münevver’i de İstanbul’da bırakmak zorunda kalır…

21. Nâzım’ın ileride “… 951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün…” diye bahsettiği Refik Erduran bu kaçış hikâyesini anlatıyor

22. Şairin askere alınma niyetinin bir suikast planıyla ilişkili olduğuna dair İlber Ortaylı’dan bir anekdot

23. Tekrar Moskova


Nâzım Hikmet’i Moskova’ya taşıyan uçak 29 Haziran 1951’de Moskova’ya iner. Havaalanında onu Sovyet yazarlar ellerinde çiçeklerle beklerler. 1921 ila 1924 yılları arasında burada öğrencilik yapan ve Lenin’in ülkesine hayran olan Nâzım yine aynı düzeni, güzellikleri bulacağını ümit eder. Lakin aradan geçen 30 yılın sonunda Nâzım hayal kırıklığına uğrar. Burada Stalin’in tamamen putlaştırıldığını söyleyen ve bundan rahatsızlık duyan şair bu görüşünü de ulu orta söylemekten geri durmaz. Öyle ki kendi adına verilen ve Sovyet yazarların bulunduğu etkinlikte Stalin’in oyunlar ve şiirlerde Güneş’e benzetilmesini komik bulduğunu söyler ve Stalin’in tabu olduğu o yıllarda bu yorumlar bir ölüm sessizliğine yol açar. 1944’te ise kendi ülkesinde iktidarı kazanan Bulgar Komünist Partisi tarafından Bulgaristan’a davet edilir. Nâzım buradaki Türklerin vaziyetlerini, buradan neden göç ettiklerini gözlemler. Devrin Bulgar Başbakanı’na sorunlar için çözüm önerilerinde bulunan Nâzım Hikmet kooperatifleşmeye vurgu yapar ve Bulgar Türklerine daha çok okul, öğretmen verilmesi gerektiğini söyler. Bu tavsiyelerin işe yaradığını ise uygulamaya geçilir geçilmez görürler. Sofya günlerinde, 1957’de Varna’da yazdığı şiirden bir parça:

Sofya’ya bir bahar günü girdim şekerim,
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Dünyayı sensiz dolaşıyorum
Böyleymiş kaderim, Elden ne gelir…
Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
Hele kavak, Neredeyse odaya girip,
Kırmızı kilime oturacak..

24. ”Seni Düşünüyorum” şiirinden


Seni düşünüyorum anne.
Büsbütün perde indi mi gözlerine?
Karanlıkta mısın?
Karıcığım, seni düşünüyorum.
Sütün kesildi mi büsbütün,

emziremiyor musun artık tosunumu

Memed’imi?
Ev kirasını bu ay verebildin mi?
Ben aklında mıyım?
Mavi bulutlar geçiyor altın kubbelerin üzerinden,
kırmızı bacaların,
beyaz kulelerin üzerinden mavi bulutlar geçiyor.
Bakıyorum Moskova’nın pencerelerinden birinden

seni düşünüyorum memleketim
memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum
zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan,
hasretin dayanılır gibi değil
Moskova’da yaşamanın saadeti olmasa,
burda herkes sormasa seni benden,
Sovyet insanlarından her gün mektup gelmese,
sevmese seni onlar
benim onları sevdiğim kadar.

25. Moskova’ya dönüş ve Galina


Nâzım Sofya’dan Moskova’ya döndüğü zaman sağlığı da iyiden iyide kötüleşir. Tedavi için şehrin dışındaki bir sanatoryuma gönderilir. Onu çok sevecek olan Galina Kolesnikova ile de burada tanışır. Galina Hanım hastanedeki doktorlardan biridir ve Nâzım da kendisine hekim olarak onu seçer. Galina şair hakkında şunları söyler: “Nâzım o kadar yakışıklı ve güzeldi ki, 16’lık kızlardan 80’lik kadınlara kadar herkes ona âşık oluyordu. Ben de âşık oldum. Ondan 17 yaş küçüktüm. Başkasına ait bir mutluluğu çalmak istemiyordum.” Ve yalnızca birkaç ay, o da hastanedeyken beraber vakit geçirecekleri beklenirken, Galina ve Nâzım tam 7 yıl boyunca beraber yaşarlar. Galina onun hem doktoru hem arkadaşı hem de sevgilisi olur. Nâzım’ın eşi Münevver ile oğlu Mehmet ise Türkiye’dedir ve uzun süre haberleşemezler. Şair oğluna duyduğu özlemi şu dizelerde dile getirir:

Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna’dan,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

26. Münevver Andaç’ın İstanbul’dan yazdığı mektup Nâzım Hikmet’in sesiyle

27. Nâzım’ın son aşkı: Vera Tulyakova


Vera Tulyakova (1932 – 2001), bir film stüdyosunda çalışır ve 1955 yılının sonunda da bir film çekimiyle ilgili olarak Nâzım’dan yardım ister. Şair ise Vera’yı görür görmez ona büyük bir aşk duyar. Nâzım’ınsa o dönem hayatında zaten iki kadın vardır: İstanbul’daki eşi Münevver ve yanındaki Galina. Üstelik kendisinden 30 yaş küçük olan Vera da evli ve bir çocuk sahibidir. Aradan geçen iki yılın ardından 1957’de Vera, üzerinde çalıştıkları bir senaryonun kabul edildiğini söylemek için Nâzım’ı arar, tekrar bir araya gelmek durumunda kalırlar. Vera medeni hali gereği Nâzım’la olan muhabbetini bitirmek ister. Öyle ki şairden uzaklaşmak adına Karadeniz’deki Osipovka köyüne eşiyle birlikte tatil yapmaya gider. Ancak körkütük aşık olan Nâzım 1958 sonbaharında çılgınlık yaparak Vera ve eşinin tatil yaptığı yere gider, üstelik yanında 7 yıldır beraber olduğu Galina da vardır. 1958 ila 1959 yılları arasında birlikte yazdıkları oyun onları yakınlaştırır ve artık Vera da Nâzım Hikmet’e aşıktır. Bunun sonucunda 18 Kasım 1960’ta evlenen çift, şairin hayatının son anına kadar dolu dolu yaşar. Gezilere katılır, konferanslara gider, pek çok şehir gezerler. Nâzım’ın ‘’saçları saman sarısı, kirpikleri mavi’’ dediği Vera şairle beraber onun ölümüne değin beraber olur.

28. Nâzım’ın kendi sesinden Vera’ya yazdığı ’’Saçları Saman Sarısı’’

29. 3 Haziran 1963


Nâzım ile Vera, şairin hayatının bu dönemlerini oldukça güzel ve renkli geçirirler. 3 Haziran 1963 sabahı Nâzım kapıdaki mektupları almak için eğildiğinde kalp krizi geçirir. Hastaneye gittikleri sırada Nâzım hayata veda eder. Vera, Nâzım’ın kimliğini almak adına cüzdanını açtığı zaman kendi fotoğrafını ve arkasında da şairin yazdığı şu dizeleri görür:

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”

30. Otobiyografi şiiri

Ve son olarak, şairin baştan sona kendi hayatını anlattığı ‘’Otobiyografi’’ şiiriyle hepinize veda ediyorum:

1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya
Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.

Kaynak: 1, 2, 3

Bildiğimiz Doğruların Yanlışlardan Doğduğunu Anlatan Galat-ı Meşhur

$
0
0

Doğrularla yaşanılan bir hayatın felsefi anlamına girip de konuyu ağırlaştırmanın gereği yok. Fakat doğru bilinen birçok yanlışın içinden meşruiyet kazanmış galat-ı meşhur örneklerinin hayatımızda yer aldığını bilmenin gerekliliğini vurgulamak bize düştü bu kez.

Galat-ı meşhur, doğru bilinen yanlışlara vurgu yapan bir söz grubu. Osmanlı toplumunda oldukça fazla kullanılan bu söz grubunun dilimizdeki karşılığı “yanlışların kullanılması ve bir süre sonra doğruların yerine geçmesi”. Galat sözcüğü “yanlış” demektir. Ayrıca  “yanılmak” anlamını korumaktadır.

Dile pelesenk olmuş sözcükler ve deyimlerin asıl halleri ile anlamlarını vereceğimiz bu yazımızdan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çünkü o sözcük veya deyimleri her kullandığınızda bu yazı aklınıza gelecek.

“Fukaralar sizi”

“Fakir fukara” ikilemesi de kanımca anlamsızdır ama konunun içeriği açısından bu noktadan başka bir kısma odaklanalım.

Duyulan sözcük ya da deyimler sorgulanmaksızın kullanılırsa ve bu konuda bir ısrar olursa dile, bu şekilde yanlış  yerleşir. Böylece doğru zannedilir, yanlışın kullanımında istikrar sürer.

Fukara sözcüğüne gelirsek, bu sözcük çoğul eki alamaz. Fukaralar olamaz yani. Çünkü sözcüğün kendisi çoğuldur. Dolayısıyla iki kez üst üste çoğul eki alması mümkün değildir.

3 vesait kullananlar artık vasıtaları kullansın

İşe giderken, okuldan dönerken yaşananların anlatılabilmesi için kullanılan bu sözcük de çoğulluğa örnektir ama büyük bir azimle yanlış kullanım devam etmektedir. Vasıta sözcüğünün çoğulu olan vesait sözcüğünün, “2, 3, 4” gibi 1 dışındaki herhangi bir rakam ya da sayıyla bir araya getirilmesi İlber Hoca’yı “cahiller” tartışmasında haklı çıkartır.

Evrakları teslim etmek isteyen boşuna uğraşmasın

Çünkü dosya, belge veya varak sözcüklerinin çoğul hali olarak bilinmesi gereken bir sözcüktür evrak. Şirketinin istediği herhangi bir belgeyi teslim etmek üzere resmi dairelerin yolunu tutanlar boşuna uğraşmasın. Dil bilgisinde sınıfta kaldılar.

Evlatlar

Çocuk sözcüğünün Arapçadaki karşılığı velet sözcüğüdür ve veledin çoğul hali evlattır. Evlatlar kullanıldığında çocuklar”lar” olur ki anlamsızlığı belirtmek için başka bir şey söylemeye gerek kalmaz.

Eşkıya

Evet, Şener Şen’in o meşhur ve bir o kadar da güzel olan filmin ismi de yanlıştır. Filmin karakterinin “Eşkıya” olarak bilinmesi “yanlıştır” tespitinin yapılmasını gerektiren sebep oluyor. Eşkıya sözcüğünün tekili şakidir.

Mesire yerinde piknik yapamazsınız

Mesire sözcüğü piknik yapılan alanı ifade eden bir sözcüktür. Dolayısıyla mesire yeri şeklinde bir kullanım doğru değildir.

Tüccarlar birliği kurmaya kalkmayın

Tacir, ticaretle uğraşan kişilerin mesleki durumunu açıklamaktadır.

O çoğul olan galat, “tüccarlar”dır.

Yeşilçam’ın unutulmaz isimlerinden Münir Özkul’a ait olan “Tüccar değilim, eğitimciyim…” repliği yanlış bir kullanıma örnektir.

Mahmut Hoca da bir insan sonuçta.

Evliyalar alemi hiç olmadı

Evliyalar ise velilerin çoğuludur. Bu nedenle evliya sözcüğünü kullanmak istediğinizde, aynı cümlede örnek veriyorsanız birden fazla velinin ismine yer vermeyi unutmayın lütfen.

Birleşik Krallık Sadece İngiltere’den ibaret değildir

Birleşik Krallık, dört ülkeden oluşur ve Galler’i, İngiltere’yi, İskoçya’yı, İrlanda’yı içine alır. Hal böyle olunca Birleşik Krallık’taki herhangi bir durumu anlatmak için ısrarla İngiltere’nin kullanılmasına gerek yok. Çünkü diğer üç ülke ile ilgili bir şey anlatılıyordur belki. Dikkatli olmakta fayda var.

Coğrafya bilgimizi de sınayan bu tip kullanımlar konusunda daha hassas olmak gerektiğini söylemek haddimize olmasa da biz yazalım.

Selvi Boylum Al Yazmalım

Servigillerden, Akdeniz bölgesinde çok yetişen, kışın yapraklarını dökmeyen, 25 metre boyunda, ince, uzun, piramit biçiminde, çok koyu yeşil yapraklı bir ağaç türü olan servi nasıl oluyorsa gel zaman git zaman “r” sesinin “l” sesine dönüşmesiyle selvi olmuş.

Başyapıt olan bir Yeşilçam filminin bu ismi alması, filmin isminin eleştirildiği anlamına gelmez çünkü özel isimlerdeki istisnailik durumu sanırız bu örnek için geçerli. Ancak günlük hayattaki kullanımlarda böyle bir istisna olamayacağından sözcüğün doğru halinin bilinmesi önemlidir.

Galat-ı meşhura örnek olan bu sözcük de doğru kullanılmayı hak ediyor. Duyurulur.

Nüansı kaçırmamak lazım

Kısaca “ince ayrım” anlamını taşıyan bu sözcüğün eş anlamlı karşılığı ayırtıdır. Ayırtıya “ince” getirmek görüldüğü üzere anlamsız hatta saçma bir durumdur.

İnce ayrımın anlamına bir ince daha eklemenin mantığını çözebilene aşk olsun.

“Malumun ilanı” hatalıdır

İlan sözcüğünün anlamı bilindiği üzere duyurmaktır. Ancak bu deyişteki ikinci sözcük ilamdır, anlamı da bildirmektir. Malumu (bilineni) duyuramazsınız, bildirirsiniz. Doğal olarak malumun ilamı olarak kullanabilirsiniz ki bu deyimi, konunun yeniden ele alınmasıyla galata örnek vermek durumunda kalmayalım.

“Kazın ayağı öyle değil” demek galat-ı meşhurdur

“İyi de o işler öyle olmuyor” olarak başka bir biçimde açıklanabilecek bu söz grubunun yanlış kullanıldığı için doğruymuş gibi kabul edilen sözcüğü  “kaz”dır.

Asıl hali “kaziye-i anha öyle değil” olan bu deyimi evirip çevirip kazın ayağına bağlamışız bir şekilde. Bu da yetmiyormuş gibi bir de doğru kabul etmişiz ama kaziye-i anha değil işte.

Kaziye sözcüğü; yargı ve  hüküm anlamını taşır.  Mantık biliminde de sıkça kullanılan önermenin Arapça karşılığıdır ve “sonuç itibariyle…” demek istediğiniz kısımlarda kullanabilirsiniz.

Ali kırana bir şey diyemeyiz ama dal kıran baş kesmiş sayılır

“Ali kıran baş keser” şeklinde tanımladığımız tipler hala var ama konumuz bu değil. Bir galat örneği olarak yazımıza konu oluyor bu deyim.

Ali kırılsa ne yazar? Ali ile kimsenin bir derdi yok. En azından bu deyim özelinde… Eskiden bu yana doğaya ve dolayısıyla yeşile düşkün bir geleneğe sahip Türkler bir dalın zarar görmesini dahi  yasaklamışlardı. Dal kıranın baş kesmiş kadar ciddi bir suç işlediğini ifade etmektedir.

Bu yazısız kanunla yeşil bir anlamda koruma altına alınmış oluyor. Bugünkü anlayışın aksine ciddiye alınan bir konu yeşillik alanlar.

Deyimin doğrusu; dal kıran baş keser…

Sıfırı tüketen soluksuz kalır

“Sıfırı tükettim” yakınmalarıyla kıvranan kişileri dertleriyle baş başa bırakmak iyi olabilir. Bu arkadaşlarımız  yalan söylemiyor olsa da bir yanlışın içine düşüyorlar her defasında. Doğrusunun; “zafiri tüketmek” olan bu deyimdeki ”zafir” sözcüğünün karşılığı “soluk”tur.

Görürsünüz Hanya’yı Konya’yı

21798709 – balos lagoon and gramvousa island, crete, greece

Hintçe’de “diğer” anlamına gelen “ anya” sözcüğü bir şekilde bizim dilimize pelesenk olmuş deyimlerimizden birinin içine girivermiş. Aslında bizim dilimizi yanlış kullanma sevdamız nedeniyle araya karışan bu sözcüğün aslı “Hanya”dır. Hanya ise  Orta Çağ ‘da Venedikliler döneminde Canea adını alan ve Girit ‘in ikinci büyük şehri olan bölgenin ismidir. Bize aşina olmasının sebebi, şehrin 1645 yılında Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girmiş olmasıdır.

Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz (mı?)

Bu deyim de galata örnektir zira deyimde yer alan ilk sözcük ana değil Ane’dir. Ane, bugün Irak’ın başkenti olan Bağdat’taki bir uçurumun (yar) adıdır ve nasıl oluyorsa ana sözcüğüne evrilmiş.

Zürafa değildir, zürefadır o

Zürefanın düşkünü, beyaz giyer kış günü. Zürefa, “kibarlar, nazikler” anlamına gelir. Deyim ise, daha önce iyi bir durumda olan kişinin bu konumunu kaybettiğinde uygun olmayan ve yersiz davranışlarda bulunduğunu ifade etmek için var edilmiştir.

Zürafaya düşkün olmak gibi bir durumun sorgulanmaması da ayrı bir abesle iştigal bir durumdur…

Kaynak: 1 2 3

 

 

 

 

 

Evren ve Yaratılış Üzerine Bilginizi Arttıracak Mitoloji Kitapları

$
0
0

Mitolojinin kaynağı üzerine müşterek bir görüş olmasa da en çok duyduğumuz dönem Yunan mitolojisidir. Kabaca; ilkel insanın var oluşu anlamlandırma çabası olarak anlatabileceğimiz mitolojiler her coğrafyada farklılıklar gösterdiği gibi komşu ülkelerin de birbirlerinden etkilendikleri olmuştur. Bugün birçok Avrupa dilinin kökeninde yatan Antik Yunancada ‘’Mitos’’; söylenen ya da duyulan söz anlamına geliyor. Sözlü kültürün bir ürünü olarak karşımıza çıkan mitoloji, modern dönemde de kültür ve sanata esin kaynağı olmuştur. Yunan, İskandinav, Roma mitolojisi olduğu gibi Türk mitolojisi de vardır ve öne çıkanları da saydığımız bu toplumların mitolojileridir. İşte raflarda görebileceğiniz mitoloji kitapları!

1. Mitoloji Kitabı


Seksenden fazla mitin, zengin görsellerle birlikte anlatıldığı kitapta mitlerin yaratıldığı kültürler için ne anlam ifade ettiğine de değiniliyor. Örnekse ‘’Şiirin bal likörü nedir ve onu içenlere nasıl bir marifet kazandırır?’’ kitabın ele aldığı mitlerden yalnızca biri. İçeriğe dair daha da kapsamlı tanıtım yazısından: ‘’Yetkin ve kapsamlı bir çalışma olan Mitoloji Kitabı, çarpıcı görsellerle ve ilginç hikâyelerle doludur. Mitlere ve bu mitlerin onları yaratan kültürler için ne anlam ifade ettiğine dair yeni bir yaklaşım getirmektedir. Loki ve Thor’dan Viracocha ve Cuhulainn’e, her bir başlık renkli karakterleri ve onların maceralarını ele almaktadır. İster konuya yeni ilgi duyun, ister geleneklerin ve mitlerin hevesli bir öğrencisi, ister sadece büyük hikâyelerden hoşlanan biri olun, bu kitapta sizi ilgilendirecek ve hayretler içinde bırakacak çok şey bulacaksınız.’’

2. Mitoloji 101 (Kathleen Sears)


Astroloji üzerine de dilimize çevrilen bir kitabıyla bildiğimiz yazar Mitoloji 101’de ilkokul sıralarında dahi duyduğumuz Truva Savaşları’ndan, bir çocuk dizisine konu olan Hades’ten, Freud’un bir tür komplekse adını verdiği Oedipus’tan söz açıyor. Eski Yunan ve Roma mitolojisi anlatan klasik yazarlara da şöyle bir değinen kitabın arkasından: ‘’Sizi tıpkı Odysseus gibi maceralarla dolu bir yolculuğa çıkaracak olan bu kitapta Truva Savaşı, Perseus’un Medusa’yı öldürüşü, Oedipus’un bir kehanetten kaçışı gibi en ilginç klasik mitoloji öykülerini bulacaksınız. Kendisinden bir şeyler istemek için gelen konuklarını “unutma sandalyelerine” oturtan Hades; yatağına uydurmak için yolcuların bacaklarını kesip boyunu kısaltan hancı Procrustes; bir açgözlüyü kendi etini yemeye mahkûm eden Demeter; söyledikleri şarkılarla denizcilerin aklını başından alıp gemilerin kayalıklara bindirmesine sebep olan Sirenler; sorduğu bilmecenin cevabını bulamayan yolcuları parçalayıp yiyen canavar Sfenks ise bu öykülerde karşılaşacağınız en tuhaf mitolojik karakterlerden yalnızca birkaçı olacak.’’

3. Yunan Mitolojisi (Karl Kerényi)


Baumgarten Prize ödüllü ve 1973’te dünyaya terk eden yazar mitoloji dedik mi çoğumuzun aklına ilk gelen devri, Yunan mitolojisini anlatıyor. İki cilt olarak da temin edebileceğiniz kitabın ilk parçasında Tanrılar, ikinci cildinde ise kahramanlara yer veriliyor. Anlattığı öykü ve içerikleri belgelerle de destekleyen kitabın tanıtımından: ‘’Yunan Mitolojisi Tethys ile Okeanos’un birleşmesiyle başlayıp Odysseus’un Penelope’ye kavuşmasıyla sona eren bir mitler, masallar, öyküler bütününü ayrıntılarıyla aktarıyor ve inceliyor. Yazar kitabın birinci cildini tanrılara, ikinci cildini de kahramanlara ayırıyor. Konuyla ilgili tüm bilgi, belge ve bulguları okurun görüşüne sunuyor. Bir mitin tek bir anlatımı ile yetinmeyip Yunanistan’ın farklı yörelerinde rastlanmış olan farklı anlatımlarına da yer veriyor.’’

4. Eski Türk Mitolojisi (Jean – Paul Roux)


Fransız asıllı oryantalist ve Türkolog yazar alanında oldukça bilinen yetkin bir isim. Kimisini belki masallar yoluyla duyduğunuz kimini ise bu kitapla beraber ilk kez öğreneceğiniz Eski Türklerin mitolojileri kitabın içeriğini oluşturuyor. Büyü ve Şamanizm gibi ögelere de yoğunlaşan kitabın açıklama yazısından: ‘’Eski Türk halklarının dinlerini ve mitolojilerini kesin ve güvenilir bir biçimde ana hatlarıyla betimlemek için vakit henüz çok erken. Dinleri, tek tanrı ya da en azından diğer tanrılardan daha üstün olan bir gök tanrı inancına dayanmaktadır. Fakat ayrıca insanüstü güçlere de inanmakta, hayvanlara ilgi duymakta ve şüphesiz totemizme meyletmekteydiler. Dinleri, dünyanın başlangıcı ve sonuna fazlaca eğilmezken, daha çok büyük şahsiyetlerin doğumunu ve boyların oluşumunu açıklamaya çalışmaktadır.’’

5. Viking Mitolojisi (Snorri Sturluson)


Bugün çeşitli film ve dizilere de konu olan Vikingler savaşçı özellikleriyle ön plana çıkarlar. Ortaçağ Avrupası ve İskandinav kültürünü tanımak için de başvurabileceğiniz kitaptan içeriğe dair alıntılar: ‘’Tarihten edebiyata birçok alanda, Ortaçağ’dan günümüze kadar etkisi devam eden Nesir Edda Viking mitolojisinin temellerini atmıştır. Nesir Edda’da Viking kozmogonisi, panteonu ve mitleri yüzyılları aşan bir edebi yetkinlikle aktarılmıştır. İskandinavya’nın coğrafyasıyla yoğrulan ve kadim bir bilgeliğin içsel derlemesi olan Nedir Edda, Viking mitolojisinin olduğu kadar kuzey edebiyatının da en önemli eseridir. Viking coğrafyasının en bilinmeyen köşelerini, Ortaçağ Avrupa’sını korkulara sürükleyen kuzeyin esrarengiz canlılarını ve her gittikleri yerde akıl almaz inançlarıyla tanınan Vikinglerin mitolojik öyküleri Nesir Edda ile tanınmıştır.’’

6. Yunan ve Roma Mitolojisi (William Hansen)


Kitabın oldukça hacimli bir içeriği var. Yunan’ın ardından duyup merak ettiğimiz Roma mitolojisi de kahramanları, öyküleri, yer ve olayları ekseninde ele alınıyor. Yunan ve Roma mitolojisi hakkında fazlaca bilgi sahibi olmak isteyenlerin elde edebilecekleri bir kitap. Biraz daha anlatmak için arka kapaktan: ‘’Yunan ve Roma Mitolojisi hem klasik mitolojiyi yeni okumaya başlayanlara hem de bu fantezi dünyasına ait öyküleri okumaya doyamayanlara yeni bakış açıları sunuyor. Mitlere konu olan olayların cereyan ettiği ortamları inceliyor, kozmosun oluşumundan Kahramanlık Çağı’nın bitişine dek tüm mitolojik süreci konu eden mitleri tek tek aktarıyor ve inceliyor. Tüm önemli karakterler, yerler, olaylar, nesneler ve kavramlar üzerinde ayrı ayrı duruyor.’’

7. Hayvan Mitosları (Deniz Gezgin)


Mitoloji kadar efsane, destan ve masallarda da sıkça içeriğe dahil olan hayvanların özel bir mitos alanı olmaz mı? ‘’Anka kuşu’’ bunların en popülerlerinden biri mesela. Mitolojideki olağanüstü güçlere sahip bazen de oldukça farklı şekillerde karşımıza çıkan hayvanlara değinen kitabın içeriğine yönelik daha tatminkâr olsun diye tanıtımından bir pare: ‘’Hayvanlar, mitolojinin en çok rol verdiği kahramanlardır. Mitoslarda hayvanlar bizler gibi konuşabilir, şekilden şekile girebilir, ağızlarından ateş çıkarabilir, büyük kahramanlara bakıcılık yapabilir hatta büyük ırkların atası olabilirler. Bu kitap, mitolojideki hayvanların renkli dünyasına inerek onları yakından tanımamızı ve doğadaki ortaklarımıza daha anlayışlı bir pencereden bakmamıza fırsat tanıyacaktır.’’

8. Mitlerin Kısa Tarihi (Karen Armstrong)


Daldan dala konarcasına bir kariyer çizgisine ulaşan Armstrong önce 7 sene Katolik bir rahibe olur, buradan ayrılınca da Oxford Üniversitesi’nden edebiyat mezunu olarak Londra Üniversitesi’nde modern edebiyat dersleri verir. Bu kıpkısa tanıtımın ardından dinler tarihçisi de olan yazarın kitabında içeriğe dair şunları alıntılayabiliriz: ‘’Karen Armstrong inanç sistemleri üzerine önde gelen bir düşünür olup, bu kısa ve özlü kitabında mitolojinin tarihini ve tezahürlerini ayrıntılarıyla ele alıyor. Armstrong, Paleolotik dönemden ve avcı mitlerinden başlayarak son beş yüzyıldaki ‘Büyük Batı Dönüşümü’ne, mitin bilim tarafından tahtından indirilmesine dek bize kılavuzluk yapıyor. Mitlerin tarihi insanlığın tarihidir. Bizim hikayelerimiz ve inançlarımız, merakımız ve dünyayı anlamaya yönelik çabamız bizi atalarımıza bağlıyor. Mitler evreni anlamlandırmamıza yardımcı oluyor.’’

9. Batı Mitolojisi (Joseph Campbell)


Bir mitoloji uzmanı, yazar ve okutman olan Campbell bu kitabında tarihe geçen mitosları nizam içerisinde aktarırken Nietzsche, Freud, Goethe gibi büyük isimlere de değinmeden edemiyor. Oldukça aydınlatıcı tanıtımından bir iktibas gerekirse: ‘’Batı Mitolojisi Doğu, İran düalizmi ve Batı’nın Orta Doğulu kökenlerini ortaya koyarak, anaerkil dönemden ataerkil döneme, kahramanlar çağından tanrılar çağına, büyük klasiklerden büyük dinlere ve Reformasyon’a ulaşır. Vecd ve ruhban, cennet ve cehennem, sinizm ve natüralizm karşı karşıya gelir…’’

10. Dinler Mitolojiler Sözlüğü (Yves Bonnefoy)


Fransız şair ve deneme yazarı Bonnefoy, bu büyük iki alanda meseleleri daha iyi kavramak açısından önemli bir çalışma gerçekleştirmiş görünüyor. Bir konu üzerine eğilirken o konuya özgü kelimeleri ayrıca anlamamız bize vakit ve anlama hızı kazandırabilir. Bu açıdan bu sözlüğün oldukça verimli okunabileceği kanaatindeyim. Arka yazısından: “Yalnızca mitler ve kutsal anlatılar hakkında bir kitap değil… Yalnızca bir sözlük ya da ansiklopedi de değil,” ama “bir grup mitoloji uzmanının mitoloji (ve mitoloji sistemleri, hatta mitoloji hakkında düşünce sistemleri) üzerine yazdığı özgün makalelerden oluşan alışılmadık bir kitap.”

11. İmgeler ve Simgeler (Mircea Eliade)


Romanya doğumlu filozof gençlik yıllarında biyoloji, botanik ve entomoloji ile de ilgilenmiştir. Modern diyerek kendi yaşadığımız çağı kesinkes çiziyor olsak da yazar bu kitabında o eski mitlerin bizim içimizde de nasıl yattığını anlatıyor. Bir roman edasıyla yazılmış arka kapağından derhal alıntılayalım: ‘’Eliade, bu zarif ve tutkulu olağanüstü kitabında, modern insan psikesinde simgelerin, mitlerin ve efsanevi konuların halen yaşamakta olduklarına dikkat çekerek, eski simgeciliğin ilk örneklerinin kendiliğinden keşfinin tüm insanlarda ortak bir olgu olduğunu göstererek, bunların sadece bir dinler tarihçisine değil, başta psikoloji ve edebiyat erbabı olmak üzere, uzman olmayan tüm okurlara da neler öğretebileceklerini ortaya koyuyor.’’

12. Yunanlar Kendi Mitlerine İnanmışlar Mıydı? (Paul Veyne)


Aslında kritik bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz. Arkeolog ve tarihçi Paul Veyne bizim şu anda ‘’Yunan mitolojisi’’ diyerek aslında bir yandan da gerçek olmadığını savladığımız bu mahsüllere Antik Yunan’ın kendisi inanıyor mu gibi önemli bir soru soruyor. Hemen arka yazıdan: ‘’Yunanlar mitlerine inanmışlar mıydı? Yunanların, bize aklı anlatan bu bilge ataların, titanlara, kikloplara, kahramanlara inanmaları mümkün mü? Varsayalım ki Minator’u şairlerin uydurması olarak düşündüler, peki Theseus’un varlığından da şüphe ettiler mi? Veyne, bu sorular çerçevesinde hakikatin konumuna dair etkileyici bir soruşturmaya girişiyor. Mitlerin doğasını, onların kabul ediliş şekillerini, doğru kabul edilmeleri için gereken ölçütleri inceliyor. Süregelen bu anlatıların tarihle olan bağlarını sorguluyor.’’

Viewing all 460 articles
Browse latest View live