Quantcast
Channel: Edebiyat | ListeList.com
Viewing all 457 articles
Browse latest View live

Yazarlara Daha Fazla Yakınlaşmamızı Sağlayan Edebiyat Mektupları

$
0
0

Başlıkta da belirttiğim üzere biyografi okumalarının dışında bir yazarı daha fazla tanımak istiyorsak onların mektupları çok iyi bir araç. Günün şiiri, edebiyatı hakkında ne düşünüyorlar, nasıl bir ruh hali içerisindeler, nelere özlem duyuyor, nelere öfke duyuyorlar gibi pek çok soruyu yanıtlıyor mektuplar. Mesela Nâzım Hikmet’in Tolstoy’un yanında Dostoyevski’yi ‘’hilebaz herif’’ olarak gördüğünü Kemal Tahir’e yazdığı mektupta görüyoruz. Çok çarpıcı değil mi? Buyurunuz daha fazlasına. İşte edebiyat mektupları!

1. Canım Aliye, Ruhum Filiz (Sabahattin Ali)


‘’Gözlerimi kapadığım zaman senin hayalini görüyorum’’ diyorsun. Ah Aliye, ben gözlerim açıkken bile hep seni görüyorum.

Türk edebiyatının büyük şehidi Sabahattin Ali, bugün de giderek daha fazla kıymetini anladığımız ve önem verdiğimiz bir yazar. Gerek Türk folklorunu gerek halk edebiyatını çok iyi bilen Ali sıkıntılı da bir hayat yaşamıştır. İşte öylesi zor günlerde ailesine yazdığı mektuplara bir kitap halinde ulaşmak mümkün. Kitabın tanıtımından: ‘’Sabahattin Ali’nin en sıkıntılı döneminde ailesine yazdığı mektuplardan oluşan bu derleme, okuyucuya yazara daha yakından bakma fırsatı tanıyor.’’

2. On Üç Günün Mektupları (Cemal Süreya)


Sensiz hiçbir şey olmuyor. Her tasarım, her projem seninle. Bir su akıyorsa, bir bulut geçiyorsa, hep seninle…

Aşk ve şiir dedik mi bizde akla en çok gelenlerden biri şüphesiz Cemal Süreya Bey. Eşi Zuhal Tekkanat’ın on üç gün süren hastane zamanında ona yolladığı mektuplar şairin özlemi, aşkı, tutkusunu apaçık ortaya koyuyor. İçeriğe yönelik arka yazıdan: ‘’Cemal Süreya, Temmuz 1972’de Okmeydanı SSK Hastanesi’ne yatan eşi Zuhal Tekkanat’a hastanede kaldığı on üç gün boyunca mektuplar yazmıştı. Zuhal’e ve oğulları Memo’ya olan sevgisini, hayallerini ve özlemlerini, mutluluk ve kaygılarını anlattığı, şiirinden tanıdığımız içtenlikle kaleme alınmış bu mektuplar, Süreya’nın ölümünün ardından Erdal Öz’ün sunumuyla kitaplaştırıldı. Kitabın ikinci kısmını oluşturan 1967-1978 tarihli mektuplarla birlikte On Üç Günün Mektupları, bir büyük aşkın ‘sevda sözleri’yle bezeli tanıklığı ve tarihçesi.’’

3. Yalnız Seni Arıyorum (Orhan Veli)


Ben senin hayranın, esirinim. Her şeyinin hayranı, her şeyinin esiri.

Garip’in öncü ismi Orhan Veli’nin ‘’Ben Orhan Veli’’ şiirinde şu dizeler vardır: ‘’Bir de sevgilim vardır, pek muteber; İsmini söyleyemem, Edebiyat tarihçisi bulsun.’’ Bugün artık biliyoruz ki o ‘’muteber’’ hanım bir öğretmen olan Nahit Hanım’dır. Nahit Hanım, Orhan Veli’nin yanı sıra devrinin pek çok edebiyatçısı ve edibi ile de dostluk kurmuş özel bir isimdir. Kitabın tanıtım yazısından: ‘’Şiirimizde çığır açmış ustanın aslında nasıl bir gönül ustası olduğunu kanıtlayan mektuplarını okuduğunuzda onu çok daha yakından tanıyacaksınız. ‘İstanbul Türküsü’ gibi pek çok şiirini daha iyi anlayacaksınız. 36 yıllık ömrüne neler sığdırdığını görecek, onu daha çok sevecek ama belki biraz da üzüleceksiniz. Nereden bakılsa, gizli saklı yaşanmış kırık bir aşk hikâyesine tanık olacaksınız.’’

4. Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar (Tezer Özlü)


Biz, kimse ile yaşayamıyorsak da, kendimizle yaşayan, kendi içimizde gece gündüz mücadele eden insanlarız. Ben de her zaman yaşamın kendisini yazı dünyasından daha önemli bulduğum için, bakmaya, algılamaya, insanlarla konuşmaya devam ediyorum…

İki harikulade, büyük kadın. Eserlerinden herhangi birini dahi alıp köşenize çekilince vaktin nasıl geçtiğini anlamanız güçleşir. Bu mektuplarsa Tezer Hanım’ın Erbil’e vasiyeti üzerine kitaplaşmıştır. Yani bir bakıma Leyla Hanım’ın Özlü’ye verdiği sözü tutmasıdır bu kitap. Kitapta Tezer’in kişisel ve toplumsal olarak üzerine düşündüğü meseleleri göreceksiniz. Tabii daha fazlasını da! Yalnızca bugünü anlamak açısından dahi okunabilecek bir kitap. Açıklama yazısından: ‘’Duyguların, doyumların, düşüncelerin dolaysız, sade, birebir aktarımıdır mektuplar. Hele de ‘en yakın’ arkadaşa, bir ‘can dostu’na yazılmışsa, yazılan Leylâ Erbil, yazan da Tezer Özlü’yse… Yazarının coşku dolu, yoğun bir sevgiyle, sevecenlikle yüklü, zaman zaman da ‘taşkın’ duyarlılığını yansıtan bu mektuplar, okuru bir başka boyuta taşıyacak, Tezer Özlü’nün Bütün Eserleri’nin ufkunu genişletecek…’’

5. İki Aykırının Mektupları (Fikret Mualla, Semiha Berksoy)


Böylesi iki isim mektuplaşmış ve biz de bunları okuyabiliyorsak belki de yalnızca hudutsuz bir merak ve heyecan hissederiz, ötesine pek gerek kalmaz. Peki neden aykırılar? Fikret Mualla 20. asrın önemli Türk ressamı evet, ama bir yandan da yaşam tarzıyla ilgileri üstüne toplamıştır Mualla. Bohemdir, ayrıksıdır, sanatındaki bu vasıfları hayatında da toplamıştır. Peki Semiha Hanım? Türkiye’nin ilk opera sanatçısı! O da ressam ve tabii ikisi de ‘’kafa tutan’’ tipler. Elbette yaşadıkları çağ da oldukça ilginç. İçeriğe dair tanıtıcı arka yazıdan: ‘’Cumhuriyetin ilk opera sanatçılarından Semiha Berksoy ve hayat hikâyesiyle Türk resim sanatının en ‘trajik’ adlarından Fikret Muallâ. 1930’ların İstanbul’unda başlayan ve âşıkları kıskandıracak yakınlıktaki dostluk, Fikret Muallâ’nın bir daha dönmemecesine gittiği Fransa’da samimiyetini ve yakınlığını hiç yitirmeden mektuplarla devam eder. Ta ki Muallâ’nın ölümüne kadar… Semiha Berksoy’un hayattayken bir araya getirdiği malzemelerden oluşan İki Aykırının Mektupları, bu iki çizgi dışı insanı mektuplarında buluşturuyor.’’

6. Sana Mektuplar (Özdemir Asaf)


Sözler, söylenildikleri an değil, inanıldıkları an kıymetli ve güzeldirler.

15 yıllık bir devrede, Asaf’ın hayatının belki de en büyük tutkusu olan eşine yazdığı mektuplardan oluşuyor kitap. Bununla beraber, şairin aile hayatı, acı ve sevinçlerini de görebiliyorsunuz. Arka yazıdan: ‘’Sana Mektuplar tam ismiyle Halit Özdemir Asaf Arun’un en tutkulu aşkını yaşadığı, ilham kaynağı olan karısı Sabahat Selma Tezakın’a yazdığı mektupların derlemesi. 1944 – 1959 yıllarını arasında yazılan bu mektuplar Özdemir Asaf’ın kızı Seda Arun tarafından bir araya getirildi.’’

7. Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar (Nâzım Hikmet)


Günün birinde öleceğimi bildiğim için hayatı seviyorum ve onun daha güzel olabileceğine ve olacağına inanıyorum biraz da.

Yazının girişinde Nâzım’ın Dostoyevski’yi düzenbaz gördüğünden bahsetmiştim ya; işte o, Kemal Tahir’e yazdığı mektuplardan birindedir. Hikmet’in 1938’den 1950’ye değin içeride yattığı dönemde yol arkadaşı, Türk romancısı Kemal Tahir’e mektupları şiirimize büyük yenilikler getiren Nâzım’ı bilmek açısından oldukça faydalı. Bir de Nâzım, şiirlerinden de biliriz ki açık sözlüdür, lafını esirgemez. O halde mektuplarından da aynı açıklığı görebileceğimizi söylemek yanlış olmaz. Arka kapaktan: ‘’Kemal Tahir’e Mahpushaneden Mektuplar, Nâzım Hikmet’in 1940-1950 yılları arasında Bursa cezaevinden Kemal Tahir’e yazmış olduğu mektuplardan oluşuyor. Mektuplar, aynı dünya görüşünü benimseyen iki mahpus arasındaki dostluğun yanı sıra, edebiyatımızın iki büyük isminin edebiyat ve sanat konusundaki tartışmalarını da içeriyor.’’

8. Namık Kemal’den Mektup Var (Ali Akyıldız – Azmi Özcan)


‘’Hürriyet Şairi’’ olarak bilinen, genellikle bir padişah ve dinî büyüğü övmek adına yazılan kaside türünde özgürlüğü övdüğü ‘’Hürriyet Kasidesi’’ ile bilinen Namık Kemal kalemiyle de hayatıyla da coşkulu bir isim olmuştur. Devrindeki yenilikçi fikirleri, hücum eden görüşleri halkı da etkilemiş, coşturmuştur. Öyle ki kurucu babamız Atatürk de Namık Kemal’in fikirlerinden etkilenmiştir. Bize uzaklardan seslendiği bu kitapta sesinin ne kadar güçlü yankılar yaratabildiğini görüyorsunuz. Ali ve Azmi Beyler sayesinde kitaplaşan çalışmanın tanıtımından: ‘’Bu eserde yayımlanan, Namık Kemal’in talebelerinden ve yetiştirmelerinden olan Hüseyin Hilmi Paşa’nın evrakı arasından çıkmış mektuplar, dönemin entelektüel yapısı, aydınların konumu, üzerlerindeki siyasî baskı ve devletle ve birbirleriyle olan ilişkileri gibi konulara ışık tutuyorlar. Namık Kemal’den Mektup Var’da günümüzde de yaşanan pek çok probleme, daha o zamandan dikkat çekildiği, Namık Kemal’in tarihin derinliklerinden hepimize seslendiği görülüyor…’’

9. Kemal’den Piraye’ye Mektuplar (Kemal Tahir)


Sevgili Yengeciğim, Sana bu gece upuzun bir mektup yazmak içimden geldi. Hani işim gücüm yok da gevezelik etmek ihtiyacındayım sanma. Bilakis yarısına kadar gelmiş pek kolay bir hikâye (aman beni bitir kardeş) diye gözümün içine bakıyor. Lakin üstümüze ancak sevgili bir dostla görüşmeye feda edilecek nefis tembelliklerin çöktüğü rahat zamanlar olur ya, işte onlardan bir tanesinin içindeyim…

Yukarıda iki yol arkadaşı olduğunu söylediğimiz Nâzım ile Kemal aynı zamanda tüm kısıtlılıklarına karşın birbirlerini kollarlardı. Nâzım’ın büyük aşklarından Piraye’ye Kemal Tahir tarafından yollanan bu mektuplarda her şeyden önce bu yüksek vasfı görüyorsunuz. Tanıtım bülteninden: ‘’Kemal Tahir’in 1940’larda Piraye’ye yazdığı 15 mektup, 1 kartpostal ve bir not ile Nâzım Hikmet’e yazdığı 1 kartpostal, 2 mektup ve 2 farklı mektubundan sayfalar, Naci Sadullah’a yazdığı 1 mektupla birlikte Piraye Koleksiyonu’ndan gün yüzüne çıkıyor.’’

10. Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen! (Erdal Öz)


İnsan başlangıçta bir anlam değildir. Oysa bir anlam olmak elimizde. Olamasak bile, buna çalışmak elimizde.

Bugün pek çoğumuzun istifade ettiği, bastıkları kitaplarla önemli bir boşluğu dolduran Can Yayınları’nın kurucusudur Erdal Öz. 1981’de kurduğu yayınevi bugün hala en önemli yayınevlerimizden biri olarak varlığını koruyor. Erdal Bey’in yaşantısı sanmayın ki yalnızca edebiyat ve sanatla geçmiştir. Öyle olsa yaşamayı neden bu kadar özlesin? 12 Mart’ın ceremesini çekenlerden biri de Erdal Öz olmuştur. Açıklama kısmından içeriğe dair: ‘’Bu kitapta, Erdal Öz’den Türkân İldeniz’e gönderilmiş mektupları okuyacaksınız. Dönemin önemli dergi ve gazetelerinde eleştiriler kaleme alan Erdal Öz, yalnızca coşku dolu sevgi satırları koymamış bu mektuplara, edebî değerlendirmeler de göndermiş şair sevgilisine.’’


Çevirilerden Nobel’e Kadar Uzanan İki Yüzyıllık Türk Romanı

$
0
0

Bugün birikimlerimiz ve günümüz yazarları ile beraber bir Türk romanından bahsedebiliyoruz. Ancak daha önceleri, yirminci yüzyılın başlarında mesela bundan bahsetmek pek mümkün değildi. Öyle ki A.H. Tanpınar henüz 29 yaşında genç bir delikanlıyken romanımızın nicelik olarak var olduğuna ancak nitelik bakımından bir Türk romanı olmadığına değinir. O devirde başka yazar ve edebiyatçılar da özgünlük anlamında aynı sonuca varırlar. Bugünse gelişen ve değişen sosyal, ekonomik, toplumsal durumlarla beraber kendi dönüşümünü yaşayan Türk romanı gerek içerik gerekse biçimleri bakımından pek çok döneme ayrılabilir. Batı’nın icat ettiği bir tür olan roman bize 1839 yılında Tanzimat’ın ilanıyla beraber ilk önce çevirilerle beraber giriyor. Ancak bundan çok önceleri de yeni bir dil ihtiyacı ve gazete çalışmaları başlayarak aslında Tanzimat’ın da zemini hazırlanıyor. Hani edebiyat derslerinde öğrenirdik ya; ilk gazete, ilk tarihî roman vs. o devri içeren Tanzimat edebiyatından başlayıp günümüze kadar gelmeye ve her dönemden de belli başlı romanları örnek vermeye çalışacağım. Tabii ki eksik bir listeleme olacağının farkındayım. Tamamı ya da büyük çoğunluğunu yazmak zaten olsa olsa bir kitapla yapılacak iş. Meraklısına fikir verebilir diyerekten yazıyorum. Belki merak eden olur; kaynak olarak Berna Moran, A. H. Tanpınar ve İnci Enginün’den faydalanıyorum. İşte geçmişten günümüze Türk romanı!

1. Tanzimat edebiyatı


Aslında her şey bu devirde başladı. 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile ilgili Tanpınar şöyle der: ‘’İlan edilen mal, can, ırz masumiyeti, ferdin haklarını en mutlak şekilde kabul etmekti. Böylelikle imparatorluk bir taraftan Fransız İhtilali’nin ana fikirlerini kabul ediyor, diğer taraftan da XVIII. asırdaki Avrupa hükümetlerini çok andıran iyi tanzim edilmiş bir mutlakıyet şekline giriyordu.’’ Özetle bu tarihte yüzümüzü Batı’ya dönüyoruz ve bu durum sanata, edebiyata da yansıyor. Tanzimat’ın ilk yazarlarıysa halkçı insanlar olduklarından romanı eğitici bir araç olarak görüyorlar ve kendi ideolojilerine göre de mesajlarını romanlarda veriyorlar.
Ahmet Midhat Efendi (1844 – 1912), meşhur ‘’Felâtun Bey ile Rakım Efendi’’ eserini bu anlayışla verir. Yazar Batı’nın tüm değerlerini almamak, içlerinden bazılarını ayıklamamız gerektiğini söyler ve bu görüşünü de romanında gösterir. Kendine göre ideal tip olan Rakım Efendi ile batı özentisi, züppe Felâtun Bey’i karşı karşıya getirir ve bu karşılaşmada kazanan Rakım Efendi olur. Bu karakter biraz da yazarın kendisidir. Türk edebiyatında uzun yıllar kullanılan züppe tipinin ilk örneğini de böylece Ahmet Midhat Efendi vermiş olur. Namık Kemal (1840 – 1888), romanı da tiyatro gibi ‘’faydalı eğlenceler’’den sayar ve bu türle insanları eğitmeyi, onlara ders vermeyi amaçlar. En bilinen romanı İntibah’ın konusu şudur: düşük bir kadına âşık olan bir delikanlı, en sonunda bu kadından ayrılır. Bunun üzerine kadın da türlü entrikalarla genç adamın hayatını mahveder. Eserin verdiği ders ise şudur: ‘’Son pişmanlık fayda etmez.’’ Bugün kurgularını basit görmek hatasına düşebiliyoruz, ancak unutmayın ki o devirde roman Türk edebiyatında oldukça yenidir ve bunlar ilk denemelerdir. İlk romancılarımız ayrıca eski hikâyelerimizdeki doğaüstü güçleri eserlerinden çıkarmışlardır. Bu dönemde edebiyatımız için en önemli noktalardan biri bu olmuştur. Bu dönem romanında şeklen batılılaşma, israf, ahlakî düşkünlük gibi sosyal konular görülür.

2. Servet-i Fünun


Diğer adı Edebiyat-ı Cedide olan topluluk, adını oluşturduğu Servet-i Fünun dergisinden alır. Bu dönemin edebiyatı da zaten bu dergi etrafında şekillenir. İki örnek verdiğim Tanzimat romancıları genel olarak siyasetle içli dışlı, imparatorluğun derdine çare arayan insanlardı. Servet-i Fünun yazarları ise Abdülhamid’in istibdat döneminin de etkisiyle siyasete küserler ve toplum sorunlarından da koparlar. Kötümserlik bu dönem romanının ortak tavırlarından biridir. Kendi çevrelerini nitelik olarak beğenmeyen bu yazarlar sanatkârane üsluba eğilmiş, şiirde de nesirde de bunu denemişlerdir. Onlar halkı eğitmeyi amaçlamaz, böyle bir fayda gütmezler. Bu dönemin en önemli ismi ise şüphesiz Halit Ziya Uşaklıgil’dir (1868 – 1945). Halit Ziya Batı romanı ile erken yaşta tanışır ve Fransız yazarlarından da çeviriler yapar. Romancılığımızı Batı romancılığının çizgisine ulaştıran isim odur. Bir diğer özelliği ise romanlarındaki kadın karakterlerin Tanzimat romanının aksine, sosyal seviye bakımından erkeğe yaklaşmış olmalarıdır. En bilinen eseri Aşk-ı Memnu’nın konusu yaşlı ve zengin bir adamla genç bir kadının evlenmesi ve evdeki genç çapkınla yaşanan yasak aşktır. Bu bilinen bir konudur. Eserin asıl özelliği ise kişileri oldukça iyi işlemesinde, oldukça etkili tasvir ve tahliller yapmasındadır.
Servet-i Fünun’un Halit Ziya’dan sonraki en bilinen ismi Mehmet Rauf’tur (1875 – 1931). Meşhur eseri Eylül’ü ise Halit Ziya’ya ‘’İlk eserim son üstadıma’’ diyerek ithaf eder. Eylül romanı eşi tarafından ilgi görmeyen bir kadın ile genç bir akrabanın ortak zevkleri olan müzikle birbirlerine yakınlaşmalarını ve ortaya çıkan saf aşkı anlatır. Servet-i Fünuncuların boşluk, intihar, yabancılaşma gibi hisleri bu romanda da görülür. Nitekim Mehmet Rauf’un vaktiyle intihara teşebbüs edip kendisini kurtarması için Hüseyin Cahit’i aradığı bilinir. Romana adını veren ‘’eylül’’ ayı ise yazın bitişini, kasvetli günlerin gelişini ifade eder.

3. II. Meşrutiyet ve Sonrası


Bu sıralama genellikle Fecr-i Ati, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet dönemi edebiyatı şeklinde ilerliyor. Ancak bunların hepsini II. Meşrutiyet’in ilanı ve sonrası olarak toplamak da mümkün. Bunun sebebi Meşrutiyet’in ilanından sonra pek çok fikir akımının ortaya çıkması ve birbirine etki etmesi. Mesela bir romancı olmasa da yaptığı hicivlerle ünlenen şair Eşref hiciv edebiyatımızın en büyük isimlerinden biri olmuştur. Küçük hikâye türünü başarıyla uygulayan Ömer Seyfettin de Meşrutiyet’ten sonra dilde sadeleşme, gerçekçilik gibi görüşleri savunmuştur. Tüm bu görüşler edebiyatı da şekillendirmiştir.

4. Fecr-i Ati


II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber nispeten hissedilen özgürlük ortamı pek çok insanı olduğu gibi şair ve yazarları da coşturmuştur. Tevfik Fikret başta olmak üzere pek çok şair bu ortamdan etkilenmiş ve coşkulu şiirler yazmıştır. Edebî anlayışlar da değişmiş, eserlerde çoğunlukla sosyal meselelere ve halka değinilmiştir. Böylesi bir dönemde çıkan Fecr-i Ati topluluğu da 1909’da kurulmuştur. Bu dönemin en meşhur yazarlarından biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889 – 1974) sonradan çizgisini değiştirmiş olsa da bu topluluktan etkilenmiştir. Kiralık Konak adlı romanı Tanzimat’tan sonra ortaya çıkan değerler kargaşasını, kuşaklar arası farkları, şeklen Batılılaşmanın getirdiği yozlaşmayı ele alır. Bunu anlatmak için de konakta yaşayan bir ailenin üç neslini anlatır. Romana adını veren konaksa yıkılmakta olan Osmanlı’nın sembolüdür. Kiralık Konak’ta kahramanlar üç ayrı devri temsil ederler, bu farklılıklar giyim kuşamla da anlatılmıştır. Fecr-i Ati’nin en genç üyesi olan Refik Halit Karay (1888 – 1965) ise roman değil ama bir hikâye kitabı olan Memleket Hikâyeleri ile unutulmazlar arasına girmiştir. Sürgün hayatında yazdığı Memleket Hikâyeleri Anadolu halkının bıkkın, yabanıl, keyifçi ve yalnız hallerini anlatması bakımından önemlidir. Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan biri olarak keskin gözlem gücü ve mizahî bir dile sahiptir ve bu özelliklerini söz konusu hikâye kitabında da görebiliriz.

5. Milli Edebiyat


II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber görece bir özgürlük ortamı olduğunu ve bu ortamda çeşitli fikirlerin filizlendiğini söylemiştim. Milli Edebiyat da bu filizlenmelerden biridir ve ulusçuluk anlayışıyla karşımıza çıkar. Amaçsa Türk kültürüne, millî konulara yönelmek ve dili de bu amaçla sadeleştirmektir. Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler dergisinde çıkan 1911 tarihli ‘’Yeni Lisan’’ makalesi de dilde sadeleşmeyi etkileyen en önemli unsurlardan biri olmuştur. Bu makalede Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarının Türkçeden çıkarılması, İstanbul konuşmasının esas alınması gibi görüşler beyan edilmiştir. Yakup Kadri ve Refik Halit’in isimleri yine bu dönemde de geçebilir. Türkçeyi en güzel kullanan yazarlarımızdan biri olarak Reşat Nuri Güntekin (1889 – 1956) de bu dönemin bir yazarıdır. Güntekin uzun yıllar öğretmen ve müfettişlik görevlerinde bulunmuştur. Çalıkuşu, Anadolu Notları, Yaprak Dökümü gibi meşhur eserlerinin yanı sıra ilk roman tecrübesi olan Gizli El I. Dünya Savaşı ve sonrasını anlatır. Bu dönemde ortaya çıkan vurgunculuk, istismar, harp zenginleri gibi kişi ve kavramlar romanda anlatılır. Ancak yazar romanında idarî mekanizmayı eleştirmek istemiş olsa da önsözde belirttiğine göre sansüre uğramış ve eserin özünü aile geçim sorunlarına indirgemek zorunda kalmıştır. Yine de dönemin devlet sistemiyle ilgili pek çok şey öğrenmek mümkündür. İşgal altındaki Türkiye’nin politika ve memur çevrelerinin durumu sansüre rağmen romanda görülebiliyor.
İsmini saymadan geçemeyeceğimiz bir diğer romancımızsa Halide Edip Adıvar’dır (1884 – 1964). Yazar Kurtuluş Savaşı’nda da cephelerde bulunmuş, hastabakıcılık yapmıştır. Tabii bu saydığımız isimler tarih ve roman özellikleri bakımından Cumhuriyet döneminde de adı geçen yazarlar, onu da bilelim. Kadın hakları konusunda da üretken bir rol üstlenen Halide Edip’in ikinci romanı Vurun Kahpeye millî mücadele yıllarını içeren bir eserdir. Bununla beraber İstiklal Savaşı’nın bağnazlık ve yobazlığı ortadan kaldıramadıkça kesin bir zafer olamayacağını savunur. Romandaki iki temel karakterden biri eğitimci olarak cehalet ve yobazlıkla mücadele eder, diğeri de asker olarak düşmanla harp eder.

6. Cumhuriyet dönemi


1923’ten günümüze uzanan bu uzun dönem de aslında kendi içinde pek çok kategoriye ayrılıyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yukarıda adını saydığımız romancılarımızdan Yakup Kadri, Halide Edip ve Reşat Nuri üretmeye devam etmişlerdir. Bu isimlerle beraber diğer Cumhuriyet dönemi yazarları ortalama 1940’larda yetişmeye başladıkları için 1923 – 1940 arası bir tasnif yapılıyor. Bu 17 yıllık süreçte, genç Cumhuriyet’te verilen birkaç esere bakabiliriz.

7. 1923 – 1940


İlk yıllarda yazarlar daha çok toplumsal ve sosyal meselelere eğilmişlerdir. Yakup Kadri Yaban romanında Millî Mücadele yıllarındaki Anadolu’yu anlatır. Eskişehir, Kütahya bölgeleri romanın mekanlarıdır, ayrıca Cumhuriyet Ankara’sı da gözler önüne serilerek bir kalkınma anlatılır. Anadolu’ya açılmanın bir devri olan bu yıllarda Reşat Nuri Güntekin de özellikle Çalıkuşu ile önemli bir yer tutar. Romanın başkahramanı Feride Anadolu’da öğretmenlik yapmaya karar verir, ancak kendisi köy ve kasaba hayatını tam olarak bilmez. Böylece burada Anadolu insanının sorunlarıyla yüz yüze gelmiştir. Romanın en ilgi çekici bölümü de Feride’nin köy köy, kasaba kasaba dolaşırken başına gelen olaylardır. Öyle ki romanın yayımlanmasından sonra birçok Kız Öğretmen Okulu mezunu hanım da kendine Feride’yi örnek almıştır.

8. 1940’lar ve 1950’ler


Akla ilk gelen yazarlardan biri Sabahattin Ali’dir (1906 – 1948). Cumhuriyet’in ilk yıllarında gözleme dayalı gerçekliğin bu dönemle beraber toplumsal gerçekçiliğe doğru kaydığını görürüz. Sabahattin Ali de bu görüşün en önemli ürünlerini veren yazarlardan biri olmuştur. Roman türündeki ilk eseri diyebileceğimiz Kuyucaklı Yusuf bir kasaba halkının yapısını aşk öyküsüyle harmanlayarak verir. Asıl olayları Edremit’te geçen romanın dokusunda yazarın çocukluk yıllarında tanıklık ettiği manzaralar da görülür.
Roman yazma yönteminde ilk değişiklikleri yapmaya başlayan yazarımızsa Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Zamana çok önem veren yazar çoğu romanında zamanı Tanzimat’la başlatır ve Cumhuriyet’e kadar gelir. Öğretmen, bilgin ve edebiyat tarihçisi gibi roller de üstlenen Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne bakalım. Doğu ile Batı, yani iki uygarlık arasında bocalayan toplumumuzun absürt hallerini, yanlış tutumlarını eleştiren ve alaya alan bir romandır. Başkarakterin çocukluğu Abdülhamit döneminde geçer ve devamında Meşrutiyet ve Cumhuriyet’te de yaşamayı sürdürür. Tanpınar’ın ana meselesi olarak görülen bu Doğu Batı arasında kalmışlık, bu ikilem romanda yer yer keskin yer yer dolaylı mizahlarla anlatılıyor. Yani Tanzimat’la beraber Batı’ya yönelmeye başlamışızdır ama ne eskiyi bırakabilmiş ne de yeniyi doğru bir şekilde alabilmişizdir.

9. Köy romanları


Yine 1950’li yıllarla beraber köy ve kasabalarda yetişmiş yazarları ve romanlarında işledikleri köy hayatını görüyoruz. Tabii akla gelen ilk isimlerden biri Yaşar Kemal (1923 – 2015) oluyor. Daha ilk romanı Teneke ile doğup yetiştiği Çukurova’yı anlatmaya başlamıştır Kemal. Büyük eseri İnce Memed serisinde de alışılmış eşkıya tipini değiştirmiş, Çukurova’nın doğası ve insanını anlatmıştır. Bu yıllardaki köy romanlarında sıklıkla görülebileceği üzere ezen – ezilen ilişkisi; toprak ağası ve köylü ekseninde verilmiştir. Bununla beraber Anadolu hayatının sefaleti, ağaların sömürüsü, bunlara karşı verilen mücadeleler de anlatılmıştır.
Yine bir diğer romancımız Orhan Kemal (1914 – 1970) hemen tüm eserlerinde sosyal gerçekliği ilke edinmiş, insan hayatının esas meselesinin ekmek kavgası, ekonomi olduğunu anlatmıştır. Kısaca; küçük adamın talihsizliklerini anlatan Kemal büyük romanı Bereketli Topraklar Üzerinde’de Orta Anadolu’daki köylerinden Çukurova’ya giden üç gurbetçiyi anlatır. Bu gurbetçiler bilmedikleri, tanımadıkları kaos dolu bir iş dünyasına ayak uydurmaya çalışırlar. Ağır çalışma şartları, gurbetçilerin büyük fabrika makineleri karşısında nasıl şaşakaldıkları romanın ele aldığı temel meselelerden birkaçıdır. Fakir Baykurt (1929 – 1999) ise Yılanların Öcü romanıyla ünlenmiştir. Köylü – muhtar arasındaki çarpık ilişkinin ele alındığı roman genel olarak köylü ile idareciler arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.

10. 1960’lar


Toplumcu gerçekçiliğin bir on yıl öncesinde edebiyatın içine iyice işlediğini söyleyebiliriz. Özellikle de Anadolu halkı ile idareci ve toprak ağaları arasındaki çatışma sıklıkla görülür. 1960’larda ise konular çeşitlenmeye, roman yazma yöntemlerinde de değişiklikler başlar. Hababam Sınıfı’nın yazarı Rıfat Ilgaz (1911 – 1993) Hababam Sınıfı da dahil olmak üzere ilk üç romanında kendi çevresini anlatır. Toplumcu gerçekçi romanlarından Karartma Geceleri II. Dünya Savaşı’nın ülkemizdeki etki ve yansımalarını anlatır. Savaşa girmemeye niyetli olan Türkiye’de her şeye rağmen ekmek, şeker gibi gıdalar karneye bağlanmış, ani baskınları önlemek gerekçesiyle geceleri her yerde karartma uygulamaları başlamıştır. Aydınlar da tabii bu baskıdan paylarını alırlar. Karartma Geceleri böylesi bir atmosferi ele alan bir romandır.
Hasan İzzettin Dinamo’nun (1909 – 1989) meşhur eseri Kutsal İsyan Birinci Dünya Savaşı’ndan başlar ve Kurtuluş Savaşı’nı ele alır. Sekiz ciltlik bu eserin diğer yedi cildi ise Kutsal Barış’tır. Bu eser ise düşman kuvvetlerinin İzmir’den denize dökülmeleri ile başlar ve Atatürk’ün ölümüne değin gelir.

11. 1970’ler ve 1980’ler


Bu yıllarda romancı sayımızda ciddi bir artış yaşanır. Nicelikteki bu artış eserlerin içeriği konusunda da görülür ve roman konuları oldukça zenginleşir. Köy ve kasaba sorunlarını içeren romanlar devam ederken 27 Mayıs ve 12 Mart sıkıntıları da romanın konusu olur. Belgelere dayalı tarihsel romanlar görülür, Türkiye’den Almanya’ya göç eden ailelerin dil sorunları, iş bulmadaki güçlükler, yurt özlemi, Alman topluluğuna uyumda yaşanan sıkıntılar bu süreçte görebileceğimiz temalardır. Muzaffer İzgü, Selim İleri, Erdal Öz, Vedat Türkali, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu gibi yazarlar sayabileceklerimizden birkaçıdır.
Oğuz Atay (1934 – 1977) Tutunamayanlar adlı başyapıtıyla bugün de çok ilgi gören bir romancımız. Genellikle küçük burjuva ve çevrelerinin yaşam tarzları ve hayat anlayışlarının eleştirildiği, alaya alındığı bir romandır Tutunamayanlar. Farklı tarzda bir psikolojik roman olması Atay’ın bu eseriyle bir atılım gerçekleştirmesini sağlar. Sevgi Soysal (1936 – 1976) 12 Mart’tan payını alan yazarlarımızdan biri olmuştur. En ünlü eserlerinden Yürümek bir kadın ve erkekten hareketle ülkedeki kadın olmak sorunlarını ele alır. Bir diğer romanı Şafak ise 12 Mart’ı ve ülkeyi bu sürece getiren olayları ele alır.
Adalet Ağaoğlu (1929 – …) ise özellikle Dar Zamanlar üçlemesi ile bilinir. Serinin ilk kitabı Ölmeye Yatmak Cumhuriyet’in içerisindeki aydınların, kentli tiplerin yaşadıkları sorunları ele alır. 1938 – 1968 yılları arasında geçen roman karakterlerden hareketle devrin toplumsal, siyasi, sosyal hayatını ele alır. Kültürel bocalamalar, iki uygarlık arasında bir yerde kalış bu eserde de görülen meselelerden biridir. 1980’lere geldiğimizde ise en çok dikkat çeken romancılarımızın başında Orhan Pamuk geliyor. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları ile 1980’lerde tüm dikkati üzerine çeken Pamuk bildiğimiz üzere bugün de önemli romancılarımızdan biri. Cevdet Bey ve Oğulları ise aslında yazarın da içinde yetiştiği bir çevreyi anlatır. 1900’lerden başlattığı zamanı bir aileden hareketle anlatır ve yetmiş yıllık süreçte üç farklı kuşağı, bunların dönüşümlerini ele alır.
Mehmet Eroğlu (1948 – …) Issızlığın Ortası adlı eserinde 12 Mart 1971 öncesinde ortaya çıkan aktivist gençlik üzerine eğilir ve yetmişlerdeki gençlerin başarısızlığa sürüklenme nedenleri üzerinde durur. Türk toplumundaki sosyal ve tarihsel dönüşümleri anlatan bir diğer romancı ise Ayla Kutlu’dur (1938 – …). Kaçış adlı romanıyla kadını anlatır. Kadınların yanlış ve eksik algıladıklarını anlatmayı amaçlayan Kutlu bu temayı Kaçış’ta da işler.

12. 1990’lar


Gelelim sonlara doğru. Bu yılların en ilgi çeken yazarları Nedim Gürsel, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk, Hıfzı Topuz olmuştur. Pamuk dışında üç ismin de belgelerle anıları bir arada işleyip roman yazdıkları görülür. Nedim Gürsel (1951 – …) Boğazkesen’de Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethedişini ele alır, ancak padişahlığının yanı sıra Fatih’i özel yanlarıyla da anlatır. Hıfzı Topuz (1923 – …) ise Meyyale’de Pertevniyal Valide Sultan’ın anılarından hareketle Abdülaziz ve Abdülmecit dönemlerini, saraya yakın çevreleri anlatır. 1980’lerde ve biraz öncesine dair ayrıca bir genelleme yaparsak romancılar bireyden hareketle topluma yönelirler. Teknik açıdan simgesel anlatım da bu yıllarla beraber görülerek bir yeniliğin daha önü açılır. 12 Eylül 1980’in etkilerinin kaçınılmaz olduğunu da söylemeliyiz. Edebiyat da bundan etkilenmiştir. Bunun sonucunda ideolojik ağırlıklı romanların 12 Eylül ile beraber azaldığını görüyoruz. Günümüzde ise tüm bu gelişimleri görebilmek mümkün. Bireysel konular da sosyal meseleler de farklı teknik ve yöntemle yazılmaya devam ediyor. Özellikle başarılı yapıtlarımızın da yabancı dillere çevrilmesi Türk romanı ve edebiyatının daha da tanınması ve bilinmesini sağlıyor.

Toplumsal Cinsiyet Üzerine Kafa Yoran Kadın İçerikli Kitaplar

$
0
0

Gerek roman gerek araştırma – inceleme kitapları kulvarında kadın temasını binbir şekilde işleyen ürünler var. Kadın olmak, kadının doğası, toplumsal düzen içerisinde kadının yeri ve rolü hepimizin bildiği belli başlı konular. Kendini tarihsel olarak bilgilendirmek isteyen ya da etkileyici bir eserle empati duygularını yükseltmek isteyenler okuyabilirler. Tabii bu bir kısıtlama değil, potansiyel okuyucu profilini tariftir. Buyurunuz!

1. Kurtlarla Koşan Kadınlar (Clarissa P. Estes)


Dilimize çevrilen tek kitabı olmasına rağmen çok rağbet gören eseri Kurtlarla Koşan Kadınlar, efsane ve mitlere dayanan öykülerle kadın ve kurt arasında bir bağlantı olduğunu öneriyor. Doğayla arasındaki iletişimi yok etmeyen ve duygularıyla yaşayan kadınları temel alıyor. Kapitalist sistemin içerisinde yaşadığımız çağda kadınlara bir çıkış noktası da öneren eserin tanıtım bülteninden: ‘’Clarissa P. Estés, Kurtlarla Koşan Kadınlar’da gerçekten farklı bir önermede bulunuyor; kadınlar için yalın, uygulanabilir ve doğal çözümler öneriyor. 19. yüzyılla birlikte insanlığın doğadan kopuşu ve duygulara yer vermeyen kapitalist bir endüstri çarkının içinde kayboluşundan yola çıkarak, kadınların yapması gereken ilk şeyin içlerindeki doğal sesi keşfetmek olduğunu söylüyor ve kadınların içlerinde yatan sınırsız güç ve yaratıcılığın, kurtların doğal yabanıllığında yattığı savını ileri sürüyor. Kadınların çoğu zaman farkında olmadan içselleştirmek zorunda bırakıldıkları eziklik ve yetersizlik duygusuna, bastırılmış cinsel güdülerine çok değişik bir malzemeden yaklaşıyor: masallar!’’

2. Cinsiyet Belası (Judith Butler)


Amerikalı filozof Judith Butler feminist felsefe, queer teori, siyaset felsefesi gibi alanlarda önemli çalışmalara imza atmıştır. Özellikle toplumsal cinsiyetin de sıkça konuşulduğu, cinsiyetlere biçilen rollerin gırla gittiği bir dünyada Cinsiyet Belası bir başka pencereden bakma imkanı sağlayabilir. Arka yazıdan: ‘’Judith Butler’ın cinsiyetin ne ölçüde ‘doğal’ olduğunu sorgulayarak cinsiyetin performatif yapısına dair kışkırtıcı savını ilk kez ortaya koyduğu bu metin, birbiriyle bağlantılı pek çok tartışmayı birden barındırıyor.’’

3. Kadın Beyni (Louann Brizendine)


Harvard, Kaliforniya ve Yale Üniversitesi’nde eğitim alan bilimci Louann Brizendine oldukça ilgi çekici, belki de çoğumuzun bilmediği bir soruya yanıtlar arıyor. Her insanın hayatına kadın beyniyle başladığını, hamileliğin 8. haftasından itibarense testosteronun ortaya çıkmasıyla kadın beyninin erkek beynine dönüşmesini anlatıyor. Eğer testosteron salgılanmazsa kadın beyni olduğu gibi kalıyor ve gelişiyor. Kitap, bu farklılaşmanın etkilerini araştırıyor. Araştırmalara dair açıklama kısmından: ‘’Kadınlar günde 20.000, erkeklerse 7.000 kelimeyle konuşur. Seks düşüncesi bir kadının beynine günaşırı uğrarken erkeklerin neredeyse hiç aklından çıkmaz. Kadınlar, erkeklerin hiç hatırlamadığı kavgaları asla unutmaz. Bir erkek, karşısındaki insan ağlamadıkça ya da çok üzgün görünmedikçe onun neler hissettiğini anlayamazken, bir kadın ufacık bir mimik ya da bakıştan karşısındakinin ruh halini çözebilir.’’

4. Tarihe Yön Veren 100 Kadın


Tarihin seyrini değiştirmek denen olayı gerçekleştiren yüz kadını okumak da ilham verici olabilir. Hepsi de ortak özellik olarak ‘’dirayet’’ ve ‘’yüreklilik’’te buluşuyor. Bambaşka çağlar, kültürler ve koşullardan yüz kadın olması da çeşitlilik sunuyor. Tanıtımdan: ‘’Osmanlı Sarayı’nda; Harem’den Macar Kralı’na mektup yazan Hürrem Sultan gibi, İsa’nın annesi Meryem gibi, savaş pilotu Sabiha Gökçen gibi, moda dünyasında fırtınalar estiren Coco Chanel gibi, eline balta alıp düşmana saldıran Nene Hatun gibi onlarca kadın topluma yol göstermiş, onları yönlendirmiş ve cesaretlendirmişler… Bu kadınlar bize, topluma yön verecek işler yapmak için; belirli bir alandan, çevreden veya statüden olmanın gerekli olmadığını gösteriyor.’’

5. Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (Mary Wollstonecraft)


Mary Wollstonecraft kadın hakları savunuculuğu ve filozofluk hünerlerini yazarlığıyla birleştiren bir isim. Hasan Âli Yücel Klasikleri olarak da ayrı bir yeri olan çalışmanın bir diğer özelliği de ataerkil düzene karşı çıkan ilk savunmalardan biri olmasıdır. Ayrıca Mary Wollstonecraft kendi döneminde daha çok erkeklerin alanı olarak görülen yazı yazmaya adım atarak kendi pratiğinde de birtakım öncü görevler üstlenmiştir. Arka yazıdan: ‘’Mary Wollstonecraft (1759 – 1797) : 38 yıl süren kısa ömrüne karşın, erkek egemenliğindeki felsefe alanında yazdıklarıyla, kendinden sonraki yüzyılları kadın hakları konusunda derinden etkileyen bir 18.Yüzyıl düşünürüdür. Dilimize ilk kez çevrilen ve günümüzden 215 yıl önce yayımlanan Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi (1792) ise, bundan beş yıl sonra, geleceğin Frankenstein’ınıyazacak kızı Mary’nin doğumundan 11 gün sonra ölen Wollstonecraft’ın en temel yapıtıdır.’’

6. Kadın Bakış Açısından 1980’ler Türkiye’sinde Kadınlar (Şirin Tekeli)


İkinci dalga kadın hareketlerinin başat isimlerinden Şirin Tekeli’nin bu kitabında kadının yakın tarihimizdeki yerini anlattığı kitabında önemli sorular ve gerçeği bulmak üzere verilen cevaplar yer alıyor. Hemen arka kapaktan içeriğe dair önemli bir alıntı aktarayım: ‘’Elinizdeki kitapta, ortak yanları kadınların 1980`ler Türkiye`sindeki çelişkili varoluşuna “kadın bakış açısından” bakmak olan yirmi kadın araştırmacı kendilerine bu soruyu sordular ve cevap bulmaya çalıştılar. Kadın Bakış Açısından Kadınlar`da, Nora Şeni, Feride Acar, Yeşim Arat, F. Yıldız Ecevit, Ferhunde Özbay, Günseli Berik, Fatma Gök, Yakın Ertürk, Ayşe Saktanber, Hale Bolak, Nükhet Sirman, Lale Yalçın Heckmann, Ayşe Güneş Ayata, Fatmagül Berktay, Nilüfer Çağatay, Yasemin Nuhoğlu Soysal, Şahika Yüksel, Arşalus Kayır, Deniz Kandiyoti ve kitabı yayına hazırlayan Şirin Tekeli`nin yazıları yer alıyor.’’

7. Aramızda Kalmasın (Dilara Gürcü)


Yazar Dilara Gürcü tarafından kaleme alınan kitap kadınların kendi aralarında konuştukları ama gün yüzüne çıkmayan konuları içeriyor. Belki bir kadın olarak yalnızca kendinizin bu tür konuları konuştuğunu düşünüyorsanız ya da bir erkek olarak kadınların neler konuştuklarını, meselelerini merak ediyorsanız okunabilecek bir çalışma. Arka yazıdan: ‘’Altın günlerinde, kuaför salonlarında, kız arkadaşlara yatılı kalmaya gidilen gecelerde, kahve sohbetlerinde, kız kıza çıkılan gecelerde, WhatsApp gruplarında konuşulan konuları; kulaktan kulağa fısıldanan bilgileri yazdım. Bir feministin göz kararıyla bir tutam teori, bolca mahrem deneyimle birlikte pişti, oldu sizlere: Aramızda Kalmasın.’’

8. Hayatımı Yaşarken (Emma Goldman)


20. asrın anarşist ismi olarak öne çıkan Emma Goldman iki ciltten oluşan serinin bu ilk kitabında kendinden parçalar aktarıyor. Meşhur ‘’Dans edemediğim devrim, devrim değildir’’ sözü de ondan çıkmıştır. Kendi hayatından anlar ve anıların yer aldığı kitap hakkında bilgi vermek için aslında yazarın hayatına şöyle bir bakmamız yeter. Çalkantılı bir hayat yaşamıştır Goldman. Kitabın arka kapağında da bunun güzel bir özeti yer alıyor: ‘’20 yaşında Amerika’da Anarşist harekete katıldı; Herkesin adını dehşetle andığı ‘Kızıl Emma’ydı o; Ömrü boyunca devletin her türüne karşı çıktı; I. Dünya savaşı sırasında savaş muhalifliği yaptı. Milliyetçiliğe karşıydı. Hapis yattı; sürgün edildi;1919’da devrim coşkusuyla Sovyetler Birliği’ne gitti; Lenin’le tartıştı; Hayal kırıklığı büyük oldu; Fransa, Britanya, Almanya, İsveç, Hollanda ve Kanada’da yaşadı. Freud’un derslerine katıldı. İspanya İç Savaşı’nda Anarşistler’in yanındaydı; Tanrıtanımazlığı, özgür aşkı savundu; Doğum kontrolü için, eşcinsellerin özgürlüğü için savaştı. O bir Anarşistti, göçmendi, Yahudiydi, kadındı. Yoldaşlarına ‘Dansedemeyeceksem, devriminiz sizin olsun’ dedi;71 yaşında öldüğünde yıllardan henüz 1940’tı.’’

9. Gölgenin Kadınları (Berat Günçıkan)


Gazeteci – yazar Berat Günçıkan tam da kitabın isminin işaret ettiği gibi ‘’gölgede’’ kalan kadınları ele alıyor. Dikkat ederseniz karanlık dahi demiyor; gölge olması için bir başka kişi ya da varlığın olması gerekir. Peki nedir bu? Kişi. Her zaman da erkekler. Tanıtımda bunu daha iyi açıklayan şöyle cümleler yer alıyor: ‘’Meral Çelen, Selçuk Uraz, Selçuk Baran, Magdelena Rufer, Şayeste Ayanoğlu, Saynur Güzelson, Elif Sorgun, Nilüfer Saygun, Tolga Tiğin, Nasip İyem, Suat Derviş… Yazar, şair, ressam, müzisyen, oyuncu… Toplumsal zora kulak asmayan, kendilerini gerçekleştirmek adına sert ve hızlı adımlar atan bu kadınları durduran hep bir erkek oldu. Kendi yaratıcılıklarını âşık oldukları erkeklerin daha kolay ve rahat üretebilmeleri için bir daha kullanmamak üzere terk ettiler. Çoğu pişman olmadı, ama zamanı geri alabilmek mümkün olsaydı hemen hepsi başka bir yoldan yürümeye hazırdı…’’

10. Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar (Rebecca Solnit)


Kitap ve sanat adına 5 prestijli ödülün sahibi Rebecca Solnit kitabın adından da anlaşılabileceği üzere her şeyi en iyi kendilerinin bildiklerini iddia eden adamlardan söz açıyor. Ama bunu karamsar bir ruhla değil özgürlüğe atıf yaparak gerçekleştiriyor. Virginia Wolf’un yazılarından, Pandora mitinden kuvvet aldığı gibi gerçek kadın hikayelerinin de ilham vericiliğine kendini açıyor. Arka yazıdan: ‘’Kadının adı sessizlik. Erkeğinki iktidar. Kadının adı fakirlik. Erkeğinki zenginlik. Kadın ve erkekten bahsederken Onun diyoruz, ama kadına baktığımızda, Onun olan bir şey var mı gerçekten? Erkeğin adı Onun, ve o her şeyin kendisine ait olduğunu iddia ediyor, kadın da dahil. İzin almadan ve bir bedel ödemek zorunda kalmadan kadına sahip olabileceğine inanıyor.’’

11. Kendine Ait Bir Oda (Virgina Woolf)


Kadın hakları savunucusu yazarlardan çağımızı belki de en çok etkileyen yazarlardan biridir Virginia Woolf. Eleştirmen, feminist, romancı kimliğiyle de bütünleşen bu yanı onu böylesi önemli bir konuda üretmeye itmiştir. Hemen arka yazıdan içeriğe ve önemine dair: ‘’Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf’un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üniversitesi’ndeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşması üzerine şekillenmiştir. İngiltere’de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerinden bir yıl sonra yayımlanan kitap o tarihten günümüze feminizm tartışmalarının locus classicus’u olageldi.’’

12. Feminist Bir Yaşam Sürmek (Sara Ahmed)


Dilimizde yer alan bu tek kitabının dışında queer teori gibi kavramlarla ilgili de kitaplar yazan Sara Ahmed günümüzde önemli bir görüşü değiştirmiştir. ‘’Kişisel olan politiktir’’ görüşünün karşısına ‘’Kişisel olan teoriktir’’ gibi bir anlayışla çıkmıştır. Savunulan fikir ve değerleri hayat pratiğine uyarlayabilmek üzerine önemli bir kitap. Arka yazıdan: ‘’Feminizme tutunmak, onun çatısı altında mücadele etmek, sesinin yankısında kendini duymak; işyerinde, aile sofrasında, akademide, ikili ilişkilerde kazanılan her tecrübeyi eleştirel düşünceyle buluşturmak… Feminist bir yaşam sürdürmenin her şeyi sorgulanabilir kılmakla mümkün olduğunu vurgulayan Ahmed, öğrenmenin, deneyimlemenin, yaşam ile düşünce arasındaki çatışmalı sürecin hiçbir zaman sonlanmayacağını belirtirken sorgulamayan, kendi sınırlarını inşa eden her hareketin iflas etmeye mahkûm olduğunun da altını çiziyor.’’

13. Kadınlar Da Vardır (Erendiz Atasü)


Türk akademisyen ve yazar Erendiz Atasü’nün, birbirinden farklı kültür ve koşullardaki kadınları öyküleştirdiği eserdir. Bu eserde eğitimli ve işini eline alan bir kadını da görebilirsiniz, daha düşük eğitim seviyesine sahip bir kadını da. Ancak özellikleri fark etmeksizin hepsinin yaşadığı ortak bir durum var: ataerkil düzenin çarpıklığı. Tanıtım bülteninden: ”Kadınlar da Vardır, Erendiz Atasü’nün yayımlandığı günden beri değerini kaybetmeyen yapıtlarından biri. 1982 yılında dönemin en önemli öykü ödüllerinden Akademi Kitabevi Öykü Ödülü’nü kazanan bu eser, Türkçe edebiyatın kadını anlatışına yepyeni bir boyut kazandırıyor. Sekiz kadın hikâyesinden yola çıkarak yazılan bu öyküler, farklı geçmişler ve farklı donanımlara sahip kadınları tek bir ortak nokta üzerinden seslendiriyor: Böyle örgütlenmiş bir dünyada her şeye rağmen ayakta kalabilmek.”

İşte Büyük Şair Nazım Hikmet’in Yazdığı Mektuplar

$
0
0

Dünyanın en büyük şairlerinden olan Nazım Hikmet 61 yıllık ömrünün 30 yılını cezaevlerinde ve sürgün geçirdi… Uzun süre cezaevinde kalan -af kanunuyla cezaevinden çıkan- ve aldığı cezaların ardından 1951 yılında memleketinden kaçmak zorunda kalan şair Nazım Hikmet bu dönemlerde yakın çevresine sık sık mektuplar yazdı. Zaman zaman Piraye’ye zaman zaman oğlu Memed’e, Kemal Tahir’e ve daha pek çok isme yazdığı mektuplarda bulunduğu şartları, hislerini bazen yazdığı yeni şiirleri aktaran Nazım Hikmet’in Mektupları’ndan bazılarına seçtik.

İşte büyük şair Nazım Hikmet’in mektuplarından küçük bir derleme:

1. Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:

“Seninle beraber daha çok yerlere bakacağız nişanlım, yıldızla­ra, dost yüzlerine, Memedimizin gözlerine, güzel günlere, beraber yan yana bakacağız… Önümüzde dinç, kuvvetli, dolgun ve manalı bir hayat var daha. Gönlün kocalmasın nişanlım. Bak ben topal bacaklı, ihtiyar bir çınar ağacına benzeyen gövdemin içinde, her dem taze, her dem kuvvetli ve her dem senin ateşinle dolu, aşınmamış, pırıl pırıl bir yürek taşıyorum. Seni düşünürken ben gençleşiyorum. Bacağımın sızısı duruyor. Sen de beni düşünürken genç ol, kuvvetli ol!”

2. Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:

“Sen meğerse nasıl her şeyimmişsin benim…Seni sevmek benim içimde, toprağı, suyu, güneşi, hayatı ve fikri sevmekle birbirine karıştı. Sen ciğerlerimdeki nefes, gözlerimdeki ışık, kalbimdeki çarpıntı ve beynimdeki düşünce gibisin. Neyi düşünürsem seni düşünüyorum. Neyi görsem seni görüyorum.” (7 Mart 1934)

3.Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:

“Güneşte
denizin sonunda mavi bir duman gibi
gözümde tütüyorsun
Yeşil bir erik dalı yüreğim
sen altın tüylü bir yemiş
sallanıyorsun
Fakat ben seni böyle bir yemiş ve bir duman gibi görmenin yerine
sahiden görmek istiyorum çıplak ayaklarını
sahiden dokunmak istiyorum uzun parmaklı ellerine” (1938)

4. Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:

Sana yine Aragon’dan dört satır çevireyim:
“Yalnız seninim, yalnız seninim, ayaklarının izlerine ve gömüldüğün yere ve kaybolan terliklerine, yahut mendiline tapınıyorum. Hadi uyu, uyu benim çekingen çocuğum, ben başucunda bekleyeceğim, vaadediyorum.”

Karar verdim, şu Manzaralar bitince, romana başlamadan önce, en aşağı kırk şiirden ibaret ve sırf seni anlatan, seni nasıl sevdiğimi anlatan bir kitap yazacağım ve dünyaya nasıl sevilirmiş ve bu sevgi nasıl yazılırmış göstereceğim. İsmini de “Kırklar” koyacağım.

5. Nazım Hikmet’ten Kemal Tahir’e:

“Kemal’ciğim, Mektubunu aldım. Kısaydı. Ama mükemmeldi. Benimki de kısa olacak. Fakat mükemmel olacağını zannetmiyorum. Tevazu değil, bilakis. Gurur. Mükemmel ve kısa mektup yazamayacak kadar, hatta sana ve hatta Piraye’ye, kendimi ikinizin yanında ve ikinize de söylenecek tek sözü olmayan adam halinde hissediyorum. Yan yana olsaydık. Ne konuşacaktık? Hangimiz ağzımızı açarsak ötekimiz ne söyleyeceğini bilecekti. Aynı şeyi düşünmek insanları sükuti yapıyor. Hey anam hey, hay canına! İçimden birdenbire böyle bir nara atmak geldi. En aşağı yüz bin ağızdan söylenen çok kalın sesli bir şarkı söyleseler de ben de bağıra bağıra katılsam aralarına. Bir zamanki şiirlerimin hayalleri, imajları farkına varmadan kalemin ucuna geliyor, yani aklıma geliyor. 19 yaşındayım. 19 yaşım… Sana bu hafta beş lira yolluyorum. Mecmua filan da göndereceğim. Şiirleri, daha doğrusu uzun yazıdan ilk kısımları şöyle bir müsait zamanda ince ince temize çekip sana gönderirim. Piraye için yazdığın cümle bir ihtilal avazı gibi harikuladeydi. Bugünlerde Piraye yengen gelecek. Ne tuhaf, farkına varmadan yeni harflere dökmüşüm işi. Sağ ol. Başkaca yazacak sözüm yok. Herkesin selamları.” (1941)

6.Nazım Hikmet’ten Kemal Tahir’e:

“Kardeşim Kemal Tahir, Memleketini ve memleketinin çalışan insanlarını sevmeyen insan, dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevemez ve dünyayı ve dünyanın çalışan insanlarını sevmeyen insan kendi memleketini ve kendi memleketinin çalışan insanlarını sevemez. Sevmeyen insan da edebiyat, resim, mimarlık filan yapamaz. Bizim yüksek mi, derin mi, bilmem, fakat halis edebiyat yapabilmemiz bu sevgiyi yüreğimizin başında duyabilmemizdendir. Bunu ne diye yazdım ben de pek bilmiyorum, fakat mektubuna, çok güzel mektuplarından birine cevap verirken söze böyle başlamak geldi içimden. Mühim ve edilmemiş bir laf etmedim, ama doğru bir laf ettim ve doğru laf orijinal laftan daha değerlidir. Ah, Kemal’ciğim, senin bu daima harekete, fiile geçmeye hazır ümidine ve nikbinliğine bazen bayılırım. Son mektubunda hemen sanki yarın – burdaki yarın en kısa manasıyladır, yani bugünden sonra gelen gün – çıkacakmışız gibi bir hazırlık telaşı vardı. Mektuplarını tasnif ederken dikkat ettim, bu hazırlık telaşını birkaç kere geçirmişsin. Hatta bak bir seferinde ne yazmışsın.

Bizin halimiz “İstiklal Marşı”ndaki en güzel mısraa uygun düşmektedir

Dışarda kuşlar ötüyor.
Dağlar kırmızı ve çıplaktırlar.
Kavakların kılçıkları sarımtırak yaprakların altında kaldı.
Deminden beri kocaman bir leylek sabırlı ve hamarat,
önümüzdeki viranelikten çer-çöp topluyor yuvası için.
Burdan bakılınca şehir: terkedilmiş gibi bomboş görünmektedir.
Uzaktaki saat on biri çaldı.
Bütün nikbinliğim, şu bitmez tükenmez nevi şahsına münhasır hazinem dolup dolup taşıyor. Pek yakında kurtulacağız, diyorum, inadediyorum.
Kestim mektubu.
Saatler geçti.
Avluya indim.
Nefis bir güneş var.
Ah, gözünü sevdiğimin bozkırı,
zerre zerre sıhhat topladığını duyuyor adam.
Arkadaşlarla hep seni konuştuk.
Şu anda dünya
iyi insanlarla ağzına kadar dolu gibi geliyor bana.
Pek rahat, hatta mesudum biraz.
Akşam oluyor, ne yapalım olsun…

Sinop’takilerden çoktandır mektup alamıyordum, meğerse onlar da benden mektup alamadıkları için meraktaymışlar. Bugün sıhhatini bildir diye bir telgraf geldi ve beni merak etmeleri pek hoşuma gitti. Orda otuz liraya bulunan ipliğin numarası kaçtır? Bana bunu bildir de ona göre sipariş vereyim. Sonra sucuğun, pastırmanın, kayısı kurusunun, pestilin kilosu kaç para, bana bunları da bildir. İşlerimizden numuneler yollayacağım. Esasen sana gönderecek olduğum yorgan çarşafı bir numune sayılır. Kaldı ki bunun en pratik tarafı orda harcıalem geçen şey ne ise sen ondan bir numune yolla ve toptan ve kaç tane istediklerini ve ne fiyattan aldıklarını bildir, biz de uygun düşerse hemen yapıp gönderelim.
Muhakkak çıkacağız, Kemal’im, ama sahici manasıyla yarın, ama sembolik manasıyla yarın. Bizin halimiz “İstiklal Marşı”ndaki en güzel mısraa uygun düşmektedir: “Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Seni kucaklar, kara gözlerinden öperim. Sorup sual edenlere ferade ferade selamlar.”

7.Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:

Piraye;
Gel. Sana muhtacım…

8.Nazım Hikmet’ten Piraye’ye:

Canını karıcığım,
Ne acı, ama acılıklarıyla bana ne kadar yakın, beni ne kadar seven mektuplar yazıyorsun. Hani ağlarken güleceğim, sevincimden, bahtiyarlığımdan kahkahalarla gülesim, gülerken ağlayasım geliyor, senin yanı başında dertlerine, kederlerine bıçakla keser gibi son veremediğimden ötürü ağlayasım, hiddetten, gazaptan, gözyaşlarımı belli etmeden ağlayasım geliyor. Biz birbirimizi ne güzel, ne derin, ne kadar bahtiyar, ne kadar bedbaht, ne kadar mutlu seviyoruz. Yepyeni ve çok güzel bir dünyanın insanları gibi sevişmesini bildiğimiz kadar, bugünkü bedbaht dünyanın insanları gibi de sevişmesini biliyoruz. Senden ve kendimden dehşetli memnunum, seninle ve kendimle övünüyorum. (…)
Sevmek seni karıcığım, daha çok daha çok sevmek, sevmek seni yine sevmek, yine sevmek! Ah bir tanem, ah sevgilim, ah Hatçem. Çocuklarımı kucaklarım, kaynanamın ellerinden öperim. Senin dudaklarını öperim karıcığım.

9.Nazım Hikmet’ten Vera’ya:

“Lanet olsun, ne muazzam şey seni sevmek! Sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. Canım, bir tanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuşum. Bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden…”

10. Nazım Hikmet’den Orhan Kemal’e

Râşid evlâdım,
Mektubunu aldım. Bundan önce de gönderdiğin hikâye kitabını ve dergileri almıştım. O hikâyeler dergisinin başka bir sayısı daha elime geçmişti. Sana sevinilecek iki şey söyliyeyim mi? Bazı teknik kusurlarına rağmen o kitaplardaki hikâyelerin hemen hemen hepsi güzeldi, vaadediciydi. Bugünkü hikâyeciliğimiz ana hattında gayet doğru bir yol tutmuş. Bu bir. İkincisine gelince, içlerinde en güzeli, en kusursuzu, hele bir tanesi küçük bir şaheser, senin hikâyelerdi. Ellerin ve gönlün nur olsun Raşid. Beğendiğin fotoğrafa gelince, iki üç yıl önce çekilmiş bir resimdi. Nerden ve nasıl ellerine geçmiş bilmiyorum. Zaten yalnız fotoğraf değil bana söylediklerin bir çoğu için de aynı şaşkınlık içindeyim. şaşkınlık ve öfke. Her ne hal ise. Sabır ve tahammül gerek. Çıkmak bahsine gelince hiç ummuyorum. Buna da her ne hal ise.

Torunlarımı, gelinimi ve seni hasretle kucaklar beni mektupsuz bırakmamanı reca ederim canım kardeşim. 27-10-949)

11. Nazım Hikmet’ten oğlu Memet’e:

Memet, oğlum, Annenin mektubunu aldım. Cevabını verdim. Buraya gelmesini rica ediyorum. Bu son ricamdır. Bu, hepinizden son ricamdır. Kendisine bundan önce yazdığımı tekrar edeyim: gelmezse, beni sen de, Suzan da, annen de yalnız manen değil – sizin için manen değil – maddeten de ölmüş bilin. Bir daha hiçbirinizin başını ağrıtmam, rahat edersiniz. Çünkü ya ben derdimi anlatamıyorum, yahut siz, annen, sen, Suzan anlamıyorsunuz. Emin olun ki başkaca imkanım olsaydı bunları dahi yazıp kıymetli zamanlarınızı benim için harcamanızı isteyecek kadar küstahlık etmezdim. Hazırladığın imtihan tezlerine gelince, geçen mektubumda da yazdığım gibi, sen onların tercümelerini yolla, yani aslından yaptığın tercümeleri, ben onları artık düzeltebilirim. Fransızcası istemez, bu kadarını görmek kafi geliyor. İşte böyle. (Bu mektup Memet’in adına, ama Çamlıca’ya, Piraye’nin adresine gönderilmiştir. Memet, Erenköy’de dedesinin yanında oturmaktadır.)

12.Nazım Hikmet’ten SBKP Merkez Komitesi’ne:

Sayın Yoldaşlar; Çok hastayım. Bugünlerde Tanganika’ya uçacağım. İçimde, geri dönemeyeceğime dair bir önsezi var.
Kendim için bugüne dek asla bir istekte bulunmadım. Ama şimdi sizden bir ricam olacak. İki yakınım var: Biri karım Vera Tulyakova, diğeri olum Memed. Ne birikmiş param var ne de telif ücretlerim onlara uzun süre yeter. Ölümüm halinde, onların parasız kalacaklarını düşünerek ölmek, bana çok korkunç geliyor.
Sizden karımın ve oğlumun geçimini sağlayacak bir yol bulmanızı rica ediyorum. tüm yaşamım boyunca neferi olduğum partimin yardım ve desteğini beklemeye hakkım olduğunu düşünüyorum.
Bir yıl önce yoldaş Hruşçev’e beni Sovyet vatandaşları ailesine kabul etmesi için başvurmuştum. Değerli Nikita Sergeeviç, gösterdiğiniz üstün güven için şahsen teşekkür etme olanağı bulamadım. Teşekkür ederim. (1963)

Edebiyatımızın Solmayan Çınarı Yaşar Kemal ve 40 Kitabı

$
0
0

Edebiyatımızın çınarıdır Yaşar Kemal. Ona neden çınar diyoruz ve demeliyiz peki? Toprakla göğü, geçmişle geleceği birbirine bağladığı için. Öyle ki onun romanlarında her daim sosyal meseleleri görebilmekle kalmayız, o bize Anadolu’nun iyi ve kötü, yüksek ve düşük yanlarını da içeriden bir yaşayıcı olarak aktarır. 1926’da Çukurova’ya oldukça yakın olan Osmaniye’nin Hemite ilçesinde dünyaya gelmesi, birçok romanında da bize Çukurova halkını anlatmasının yolunu açar. Ama okuyucu belki içten içe belki aleni olarak bilir ki, anlatılan Anadolu’nun hikâyesidir. Aday gösterilmesinden sonra ödülü neden alamadığına yönelik sayısız yorumun yapıldığı Nobel bir yana; Fransalardan, Almanyalardan en yüksek dereceli ödül ve nişanları kazanır. 2015 yılında göçüp gittiğinde ise ardında uzun ve kıymetli bir maraton ve bu maratonda peyda olan büyük eserlerini bırakır. Biz de Yaşar Kemal kitapları gibi bir liste yaparak, Türk edebiyatının çınarının bize neler kattığına şöyle bir bakalım istedik.

1. Pis Hikâye (1946)


Yaşar Kemal’in yirmi yaşındayken yayımlanan ve ilk olma özelliğini taşıyan eseridir. Fadık adlı karakterin kaçırılması ve kendisine tecavüz edilmesini anlatan öykü parayla insan satın almaktan, ağa – köylü çatışmasından bahseder. Açıklama yazısından: ‘’Yaşar Kemal’in öyküleri insanın çaresizliğini ve yoksunluğunu anlatır. İnsanın hayat karşısında yenik düşüşünü bozkırın çatalı içinde öylesine etkileyici biçimde yansıtır ki Yaşar Kemal, Pis Hikaye’de Fadık’ın öyküsü unutulmaz bir tragedyaya dönüşür. Pis Hikaye Yaşar Kemal’in yazdığı ilk öykü. Altmış üç yıl önce, 1944’te yazılmış ama uzun ömrüyle bir Yaşar Kemal klasiğine dönüşmüş.’’

2. Sarı Sıcak (1952)


Yazar 1951’de hapisten çıktıktan sonra 1951 – 63 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde çalışır. Görevi ise röportaj yazarlığı ve çocukluğundan itibaren oldukça bildiği fıkra yazarlığı olur. Böylesi bir dönemde 1952 senesinde ilk öykü kitabı Sarı Sıcak yayımlanır. Köy romanlarının üretilmeye başlandığı bu tarihlerde Sarı Sıcak da Anadolu işçisinin, toprakla haşır neşir olanların zor şartlarını ele alır. Yirmiden fazla öykünün yer aldığı esere adını veren Sarı Sıcak hikâyesi cehennem sıcağı altında Osman adlı bir köylünün şaşılası çalışkanlığını anlatır. Eserin tanıtımından genel içeriğe dair: ‘’Sarı Sıcak Anadolu halkının yokluğa, açlığa, unutulmuşluğa karşı verdiği insanüstü mücadelenin hikayesidir. Pisliğin, sıcağın, sefaletin ortasında bir avuç insanın hayatla aralarındaki ince bağa sımsıkı sarılışlarının ve hayatta kalma çabalarının dramı yirmi iki hikayede dile getirilir.’’

3. İnce Memed Serisi (1955)


1987’de tamamlanan dört ciltlik serinin ilk kitabıdır. Bugün kırktan fazla dile çevrilen, yazarıyla bütünleşen, film ve müziklere konu olan İnce Memed yazarın başyapıtıdır. En genel haliyle; Çukurova köylüsünün toprak ağalarına karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Romana adını veren Memed ise bu mücadelenin sembol ismi, kilit noktasıdır. Serinin bu ilk kısmında Memed, ağanın baskıları nedeniyle köyünü terk etmek zorunda kalır, ağanın yeğeniyle evlendirilmesi planlanan Hatçe’yi kaçırır. Zulmedenler için bir eşkıyaya, köylüler içinse kurtarıcıyı dönüşür. 1969’da yayımlanan İnce Memed II’de ağa ölür, boş buldukları toprakları ele geçirmeye çalışanlarsa Memed’in direnciyle karşılaşır. Serinin ilk kısmındaki ağa ölür ölmesine ama onun yerine başkası gelir. Yeni gelenin yerine de ileride bir başkası gelecektir. Üçüncü kitap 1984’te yayımlanır ve yine sömürücü bir ağa ve ona karşı duran Memed vardır. Artık serinin bu kısmında Memed “Bir İnce Memed gitse de, yerine bin Memed gelir” felsefesini düstur edinir. Nihayet 1987’de yayımlanan dördüncü ve son ciltte ise Memed bir Akdeniz kasabasına yerleşip evlenir. Ancak burada da aynı ezen – ezilen ilişkisini görür. Millî mücadele kahramanlarından biriyle tanışır, onu öldürenlerin peşine düşer, tekrar ‘’eşkıyalığa’’ başlar. Fethi Naci İnce Memed’in kıymetini anlatmak için şu sözleri söyler: “Türk halkının 1950 yılında, çeyrek yüzyıllık bir siyasal iktidarı niçin değiştirdiğini anlamak için bence İnce Memed 4’ü, bu, resmi tarihin dışında yazılmış romanı okumak yeter.”

4. Teneke (1955)


Mekân yine Çukurova, meselemiz yine ezen – ezilen, ağa – köylü çatışması. Her seferinde farklı hikayeler, temalar, kişiler bulmakta hiç zorlanmayan Kemal bu defa çeltik ağalarına karşı mücadele veren köylüleri anlatır. Ama bunun yanında bir trajikomik vaka daha vardır: köye yeni gelen kaymakam oldukça idealisttir ve esasen köylünün yanındadır. Ancak köy ortamını bilmemesi, Anadolu’yu yeterince tanımaması bu saf kaymakamın idealist olmakla yetinemeyeceğini ona gösterir. Tanıtımdan: ‘’Bir Anadolu kasabasında, çeltikçi ağaların yönetmeliklere karşı gelerek ektikleri çeltik sıtmaya neden olur. İdealist ve genç kaymakam tüm tecrübesizliğiyle, sıtmaya tutulan kasaba halkı adına ağalarla mücadeleye girişir. Ancak kaymakam kasabadan, ardından teneke çalınarak sürülür. Teneke idealizm ile baskın güç arasındaki mücadelenin romanıdır.’’

5. Çukurova Yana Yana


Yazarın gazetecilik maharetleriyle ortaya çıkardığı röportaj kitabıdır. Çukurova’ya gelen traktörün tarımda insan gücünün önüne geçmeye başlaması, toprak – insan ilişkileri, değişen finansal ve toplumsal yapılar bu kitapta tek tek okuyucusuna aktarılıyor.

6. Peri Bacaları (1957)


Yaşar Kemal’in röportaj kitabıdır. Daha sonra Bu Diyar Baştanbaşa serisinin üçüncü kitabı haline getirilen Peri Bacaları Van Gölü, Çukurova, Anadolu köyleri gibi geniş bir coğrafyaya yayılan bir kitaptır. Buralarda röportajlar yapmış olan yazar romanlarında olduğu gibi bu kitabında da Anadolu’nın yabanıl ve varsıl yönünü gözler önüne serer. Arka kapaktan: ‘’Romanlarında Anadolu insanının gerçek dünyasını destansı boyutlara taşıyan, yaşanmış ve yaşanan gerçeği mitlerin, efsanelerin evreninde çoğaltan Yaşar Kemal, sadece bir romancı ve halkbilimci değil, gazetelerimizde modern röportaj yazarlığının da kurucusudur. Onun, her biri yayımlandığı dönemde olay yaratan röportajlarında gerçek, hayat buldu ve okuyucuyu sarstı.’’

7. Orta Direk (1960)


Dağın Öte Yüzü üçlemesinin ilk kitabıdır Orta Direk. Doğup büyüdüğü Çukurova bölgesinin hakim olduğu eser yöre halkının zorlu hayat mücadelesini ele alır. Yaz sonunda pamuk toplamak adına Çukurova’ya giden köylülerdir eserin kahramanları. Yöre ağzı olduğu gibi aktarılır, batıl inanç ve itikatlar da değiştirilmeden romana uyarlanır. Ekonomik dertlerden payını alan köylüler, haksızlıkları görseler dahi ses çıkaramaz ve pamuk toplama vakti geçmeden Çukurova’ya doğru yol alırlar. Hikâye de bu uzun yolu ele alır. Tanıtım bülteninden: ‘’Üçlünün ilk kitabı Ortadirek’te uzun ve zorlu yolda yürüyenler anlatılır. Bir çile yürüyüşüdür bu; varacakları yerde onları sadece ayakta kalmak mücadelesi bekliyor olsa da, her yürüyüş bir umuttur. Pamuklar toplanmadan Çukurova’ya ulaşmak, çileye ve umuda da ulaşmaktır.’’

8. Yer Demir Gök Bakır (1963)


Dağın Öte Yüzü serisinin ikinci parçasıdır. Yalak köylülerinin çektikleri sıkıntıları, hayata tutunmak adına uydurdukları hikayeleri, bu durumun çaresizliği anlatır. Uzun yıllar pamukla uğraşan Yalak köylüsü önde gelen bir isimden borç almış, ancak bunu kendileriyle alakasız bir nedenden ötürü ödeyememiştir. Tüm köyü borcunu almak için gelecek olan adamın korkusu sarar. Türlü entrikalar, dolambaçlı işler de peşi sıradır. Fransız gazetesi Journal de Centre, roman hakkında şunları ilave eder: “Yaşar Kemal’in özgün ya da bilge bir anlatıcıdan çok daha başka bir şey olduğunu bir kez daha kabul etmek gerekir.(…) Yazar ve halkı sanki gerçekten tek bir bütünmüş gibi, kişileri de anlatımı da aynı şiirsel imgelemi ve aynı büyüleyici çekiciliği taşır.”

9. Üç Anadolu Efsanesi (1967)


Kemal çocukluğunda destanlar, masallar, efsaneler dinler ve küçük yaşta da çevresine anlatır. Sözlü kültürün içinde yetişmiş olan yazarın tüm eserlerinde şiirsel bir dil görebilirsiniz ancak, Üç Anadolu Efsanesi tamamen destansı bir roman özelliği taşır. Anadolu’ya dair betimlemeleri, tarifleri burada da insanı alıp götürecek cinstendir. Eser üç parçaya ayrılır: Köroğlu’nun Meydana Çıkışı, Karacaoğlan, Alageyik. Ressam Abidin Dino eser hakkında şunları söyler: “Kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kardır kuralınca, öne ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini avlıyordu. Folklor derlemesi filan değildi, bu iş hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumlusuydu kurda kuşa karşı, şaka değil.”

10. Bütün Hikâyeleri (1967)


Yazarın 1950’den itibaren yayımlanan hikâyeleri önce 1952’de Sarı Sıcak, sonra birkaç eklemeyle beraber 1967’de Bütün Hikayeleri adıyla yayımlanır. Yoksulluğun, dayanışmanın, köy hayatı ve tabiat tutkusunun anlatıldığı bir hikayeler bütünüdür.

11. Ölmez Otu (1968)


Dağın Öte Yüzü üçlemesinin son parçasıdır. Çevirisi Fransa’da yayımlandığı yıl en iyi yabancı roman ödülünü alan Ölmez Otu Kemal’in sınırsız imgelemi, şiirsel anlatımını ve bu husustaki derinliğini görebileceğiniz eserlerinden bir diğeridir. Bu defa diğer iki romana kıyasla köylüler mutludurlar. Mutludurlar, çünkü borçlarının ödenmesi söz konusudur. Ancak bu aşamaya gelene kadar onlarca farklı hikayeden, zorluklardan geçen köylülerin hepsinin şimdi tek tek ayrı hikayeleri ve hesaplaşmaları vardır. Birinin amacı evlenmek, öbürününki çektiği eziyetlerin hesabını sormaktır. Anasının ölümünden korkanlar, hasret ve yalnızlıklar… Açıklama yazısından: ‘’Bir köy topluluğunun yarattığı mitin yıkılış öyküsü… ‘Patetik, acı ve güçlü bir roman…’ ‘Ölmez Otu’nda Yaşar Kemal insan olarak bakıyor köylüye, roman malzemesi olarak değil.’ ‘Bu ana topraktan fışkıran yazarın yanında, bizim tüm romancılarımız apartman saksılarında yetişen bitkilere benzediler.’ ‘Ölmez Otu’nda şehvet, kan, şiddet, cinayet hepsi vardır ve hepsi olağanüstü boyutlardadır.’’

12. Ağrıdağı Efsanesi (1970)


Hakkında türküler yazılan şu Ağrıdağı’nın destansı romanını Yaşar Kemal kadar iyi anlatacak bir yazarımız yok dersek abartmış sayılmayız sanırım. Bu defa karşımıza bir aşkın destanı çıkıyor. Ağrıdağı’nın dağ köylerinden birinde yaşayan Ahmet ile bölgenin idarecilerinden Mahmut Han’ın kızı Gülbahar’ın aşkıdır konusu. Birbirlerine kavuşmak için giriştikleri mücadeleleri, yazarın lirik, coşkulu ve destansı üslubuyla aktarılıyor. Tanıtımdan: ‘’Bir aşk destanı olan Ağrı Dağı Efsanesi geleneklerini Mahmut Han’a karşı savunan Ahmet ile Gülbahar arasındaki aşkı konu alır. Efsanelere ve halk söylencelerine yürekten bağlı Yaşar Kemal’in bu romanı, insan psikolojisinin derinliklerini de içerir.’’

13. Binboğalar Efsanesi (1971)


Yukarıda belirttiğimiz coşkunun aynısı, yine destansı bir roman şeklinde burada da karşımıza çıkıyor. Binboğa Efsanesi Türkmenlerin romanıdır. Hemen arka kapaktan içeriğe dair: ‘’Yüzyıllarca yerleşik düzene geçmemek için direnen Türkmenler’in romanı Binboğalar Efsanesi Hıdrellez şenliklerinde, göçerlerin kış için sığınacak topraklar bulma dilekleriyle başlar. Ancak, kış onlar için bir yok oluş öyküsüne dönüşecektir. Yörüklerin yok oluşuna yakılmış bir ağıt.’’

14. Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974)


Akçasazın Ağaları serisinin ilk eseridir. Çöküş dönemine giren ağaların, değişimin, hesaplaşmanın öyküsüdür. Bundan önce konusu anlatılan; ağalar ve muktedirler tarafından ezilen köylü meselesi yerini yazılacak yeni bir tarihe bırakır. Tabiat da bu savaşa izleyici kalmaz, tepkisini verir. Tanıtımdan: ‘’Demirciler Çarşısı Cinayeti birbirini yok etmek için tüm hünerlerini, olanaklarını, güçlerini, bundan da öte akıllarını, nefretlerini ve kinlerini kullanan iki derebeyinin ayakları altında ezilen toprağın, toprağın insanlarının ve yeşerttiği doğanın büyük efsanesidir. Lanet, çıktığı bağrı vuracaktır.’’

15. Yusufçuk Yusuf (1975)


Akçasazın Ağaları üçlemesinin ikinci romanıdır. İlk ciltte sözü edilen çöküş yaşanmaya devam eder, feodal düzen kaçınılmaz sonuyla karşılaşır, bunun karşısında da gelmekte olan kendisini hazırlamaya başlar. Mekânımız yine Çukurova’dır. Arka yazıdan: ‘’Yusufçuk Yusuf Çukurova’ya kuşaklar boyunca egemen olmuş iki derebeyinin hikâyesidir. Köylüleri yıllarca baskı altında tutan bu güç kırılırken, yeni zamanların gereklerine uyum sağlamış yeni zenginler başka bir güç oluştururlar. Barbarlığı çağrıştıran bu güç, ‘bataklıktan kurtulmaya yüz tutmuş bir bataklık toprağını yağmalar.’ ”

16. Çakırcalı Efe (1975)


İnce Memed’in yaşantısına benzer bir şekilde; Çakırcalı Efe yoksullar tarafından koruyucu, muktedirler tarafındansa eşkıya olarak bellenir. Bir Osmanlı zamanında geçen bu hikaye, roman karakterlerinin biri tarafından anlatılır ve Efe’yi tanıyanların yorumları da olayları aydınlatmaya yardımcı olur. Açıklamadan: ‘’Çakırcalı Memed Efe, on beş yıldan fazla bir zaman boyunca eşkıya olarak Osmanlıya başkaldırmış, binden fazla insanı öldürmüş, öte yandan fakir fukaranın koruyucusu olmuştur. Yaşar Kemal, Çakırcalı’yı öldüren müfrezenin kumandanı Albay Rüştü Kobaş’ın verdiği bilgiler ışığında eşkıyanın hayat hikayesini, tanıklarının yorumlarına da yer vererek anlatır.’’

17. Al Gözüm Seyreyle Salih (1976)


Hemen ertesi yıl çıkan roman, içimizi ısıtacak kadar sıcak bir sevgiyi konu edinir. Romanın kahramanı Salih adında 11’indeki bir çocuktur. Kanadı kırılmış bir martıyı son derece hassas bir şekilde sever, belki de kendisiyle bu beyaz misafiri arasında bir özdeşlik kurar. Roman iki masum canlının; bir çocukla bir martının sevgi dolu öyküsüdür. Bu çocuk vasıtasıyla yetmişlerin ne durumda olduğu da gözler önüne serilir. Tanıtımdan: ‘’Al Gözüm Seyreyle Salih’te Karadeniz’in küçük bir kasabasında on bir yaşındaki Salih’in, kanadı kırık bir martıya duyduğu sevgi ve mavi oyuncak bir kamyonu elde etme isteği konu alınır. 1970’lerin Türkiyesi, dönemin insan, devlet, iktidar ilişkileri Salih’in dünyasını çevreler. Yaşar Kemal, Salih’in gözünden hayata bakar ve çocukluğun bahçesinden, Türkiye’nin genel yapısını tüm inceliğiyle çizer.’’

18. Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (1977)


Fevkalade bir çocuk romanıdır. Yazar kendi çocukluğunda dinleyip aktarıcısı haline geldiği masallardan yola çıkar. Filler sultanı kendi yenilmezliğine o kadar inanır ki karıncalara karşı savaş açmaya kalkışır. Çalışkanlığı ve azimleriyle bilinen karıncalarsa bir araya gelerek sultana karşı sonunda galip gelecekleri bir mücadele verir. Tabii anlattığı esas konu itibariyle büyükleri de ilgilendiren roman; figürleri, kadrosu, masalımsı havasıyla çocuklara da hitap eder: ‘’Filler Sultanı’nda bir halk masalından yola çıkılarak güç ve haklılık arasındaki ilişki ele alınır. Filler Sultanı gücüne güvenerek karıncalara savaş açar. Haklı ya da haksız olmak onun için önemli değildir. Gücünü kendinden milyonlarca kez küçük karıncalar üzerinde denemektir niyeti. Ancak karıncalar birleşir ve haksızlığa boyun eğmeden filler sultanlığını devirirler.’’

19. Kuşlar da Gitti (1978)


Değişen İstanbul’un çehresini anlatan bir eserdir. İlk kez 1946’da çalışmak için gittiği İstanbul yazar için oldukça değişmiş ve bu değişim pek de hayırlı bir şekilde gerçekleşmemiştir. Eserin ismini okuyunca Kemal’in ‘’gidenlerle’’ ilgili o meşhur sözü de akla gelmiyor değil. Ben de alıntılayayım da geleneği bozmamış olayım; “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.” Kitabın açıklama kısmından: ‘’Kuşlar da Gitti, İstanbul’un çürüyen, kirlenen yüzünün ve insanlığın da şehirle birlikte yok oluşunun romanıdır. Kuşların bir zamanlar mekan tuttuğu İstanbul’da çocuklar onları yakalayarak cami, kilise ve sinagogların kapılarında ‘azat buzat beni cennet kapısında gözet’ diyerek satarlar. Ancak çocuklar satamadıkları kuşları yemek zorunda kalırlar.’’

20. Deniz Küstü (1978)


Aynı yıl çıkan Deniz Küstü benzer bir temayı kendine konu eder: çürümeye yüz tutan İstanbul. Parklardan ağaçlara, insanlardan otomobillere, sulardan balıklara kadar İstanbul’u kuşatan sayısız unsur bir çürümenin tezahürü olarak karşımıza çıkar: ‘’Romanlarında, Karadeniz’den Toroslar’a, Ağrı Dağı’ndan Ege’ye uzanan çok geniş bir Anadolu coğrafyasını anlatan Yaşar Kemal, Deniz Küstü’de, ana tema olarak İstanbul’un çürüyen doğasını seçer. Bir kentin tüm coğrafyasıyla her anlamda yozlaşmasının ve çürümesinin anlatıldığı romanda, tüm karakterler İstanbul’a göç yoluyla gelmişler ve beraberlerinde hayallerini de sürüklemişlerdir.’’

21. Allah’ın Askerleri (1978)


Yazar bu yıllarda İstanbul Basınsitesi’nde ikamet eder. Çevresindeki ve civar muhitteki çocuklarla yaptığı röportajlar kitabı oluşturur. Yaşar Kemal’in kumaşına uygun bir şekilde; bu çocukların içinde zor hayat şartlarından geçenleri de vardır. Böylece belli olur ki İstanbul da uzaktan sanıldığı gibi bir cennet değildir: ‘’Yaşar Kemal İstanbul’un çeşitli semtlerinde çocuklar arasında dolaşarak onların hikayelerini anlatır. Küçük yaştaki bu çocuklar, sokaklarda yatıp kalkıyor olmalarına, kimsesizliklerine, hor görülmelerine, açlığa rağmen hala hayatta, hala insan kalmışlardır. Allahın Askerleriyle yapılan röportaj zengin bir dille hüzünlü bir hikayeye dönüşür.’’

22. Yağmurcuk Kuşu (1980)


Kimsecik üçlemesinin ilk kitabı olan Yağmurcuk Kuşu yazarın kendi geçmişinden hareketle kaleme aldığı bir eserdir. Erişkin dünyanın cinayet, katliamlar karşısında yaşadığı korku duygusu bir yana masumiyetini kaybetmemiş çocukların cesareti gözler önüne serilir. Arka kapaktan: ‘’Üçlünün ilk kitabı Yağmurcuk Kuşu bir cinayetin yarattığı korkuyla şekillenir. Roman katliamların nedenleri ile sonuçları arasındaki ürpertici ilişkiyi açığa çıkarırken, bir yanıyla da bir köy çocuğunun masum ve cesur dünyasının nasıl belirdiğini ortaya koyar.’’

23. Yılanı Öldürseler (1980)


Yazarın Osmaniye Hemite’de doğup büyüdüğünü söylemiştik. Eser de buradaki Esme’nin hikayesini ele alır. Bunu yaparken kulaklarımıza yabancı gelmeyen ‘’aşk, töre, anne şefkati’’ unsurları eseri kuşatan konulardır. Çok güzel bir kadın olduğu kaçırılan Esme, istemeden evlendiği Halil, esas sevdiği adam olan Abbas eserin doruk noktalarını oluşturan karakterlerdir. Ancak bir kişi daha vardır ki… Arka yazıdan: ‘’Hasan aile onuru uğruna akrabaları ve köylülerin baskısıyla annesini öldürmek zorunda kalır. Dokuz yaşında işlediği bu cinayeti hiçbir zaman aklı almayacak, kabullenmeyecek ve anlamlandıramayacaktır. Toplumsal cinnetin bir çocuğu katil olmaya sürüklemesinin romanı Yılanı Öldürseler kurban kavramına odaklanır.’’

24. Ağacın Çürüğü: Yazılar, Konuşmalar (1980)


Yaşar Kemal’in gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarının bir derlemesidir. Toplumcu gerçekçi bakış açısını buradaki yazılarında da konuşturan Kemal bir yandan da halkın yaşadığı müşkül hayatı gözler önüne serer. Yazarın kitapta yer alan yazısından bir parça: “Dünyayı sonuna kadar ödemek… Çalışarak, kitapların, türlü insanların. Doğanın macerasına katılarak, yoksul, acı çekerek ödemek. Ama dünyayı sonuna kadar ödemek. İliklerine kadar bütün yoğunluğuyla ödemek. Kırk yıllık yolda yaprak kımıldasa, yüreğinin başında duyarak, dünyanın acısına, sevincine katılarak ödemek.”

25. Hüyükteki Nar Ağacı (1982)


Yazar bu defa mevsimlik işçileri mercek altına alıyor. Ben burada direkt güzel bir şekilde yazılmış arka kapağı aktarayım: ‘’Yaşar Kemal’in ‘doğa – insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiğim yapıtlarımdan biri’ dediği Hüyükteki Nar Ağacı, traktörün tarıma girmesiyle birlikte işsiz kalan yarıcılar ve mevsimlik işçilerin dramını konu alıyor. Kapitalizmin Çukurova’ya düşen büyük gölgesi, her satırla görünür kılıyor.’’

26. Bir Bulut Kaynıyor (1985)


Uzun yıllar gazetecilik de yapmış olan Yaşar Kemal’in bir diğer röportaj kitabıdır. Kitapta yer alan simge isim ve sanatçılar tanıtımda şöyle anlatılıyor: ‘’Bir Bulut Kaynıyor diğer üç kitap gibi doğa ile insan arasındaki kimi zaman içli tatlı, kimi zaman acı acıtıcı ilişkileri örer. Kaymakamlar, ağalar, şoförler, gecekondularda yaşayanlar, fakir evleri, zengin mezarları, martılar, ‘Amerikalılar’, rektörler, yunuslar ve balıkçıların yanı sıra, Çetin Altan, Abidin Dino, Sait Faik bu kitabın konuklarıdır.’’

27. Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (1992)


Bir söyleşi sonucunda ortaya çıkan bir kitaptır. Aydınlatıcı arka kapaktan: ‘’Alain Bosquet, Yaşar Kemal ile 1957’de bir Amerikan dergisi için söyleşi yapmak amacıyla tanışmıştı. Tanışmakla yetinmedi. Yaşar Kemal’i yakından tanıdı. 1984’e gelindiğinde, artık yakın dost olduğu Yaşar Kemal’in “kendini anlatması” fikri gelişti aralarında. Yazışmalarla, yürüyen bu büyük söyleşi I989’da tamamlandı. Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’ da Yaşar Kemal masalsı öğelerle bezenmiş çocukluğundan Anadolu topraklarının tarihine, demokrasisi kesintiye uğrayan bir ülkede yazar, birey, insan olmaktan kendi adlarına dek, kendini ülkesiyle, insanlarıyla, beslendiği kaynaklarla birlikte anlatıyor.’’

28. Zulmün Artsın (1995)


Roman – öykü türleri dışında röportaj derlemeleri, gazete ve dergi yazıları ile de karşımıza çıkan yazarın bu kitabı da çeşitli yayınlardaki metinlerini bir araya getiriyor. Ülkenin farklı dönemleri, insanları, coğrafyaları Kemal’in toplumcu bakış açısıyla değerlendiriliyor.

29. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1997)


2000’lere doğru gelirken yazarın bir seri olarak eser üretmeye devam ettiğini görüyoruz. Bir Ada Hikâyesi dizisinin ilk kısmı olan bu eser tarihsel bir zemine oturmuştur ve Yunanistan’ı, Rumları, Lozan’ı konu edinir. Tanıtımdan: ‘’Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alır. Umut romanın başkahramanıdır. Lozan’da alınan mübadele kararıyla, Rumlar Yunanistan’a gönderilmiş ve savaşlarda yerini yurdunu yitirmiş insanların Ege’deki bu adaya yerleştirilmelerine karar verilmiştir. Adanın kaderi Poyraz Musa’nın gelişiyle değişir. Adaya sığınan çeşitli kökenlerden insanlar, Poyraz Musa’nın desteğiyle yaşadıkları bütün acılara karşın mutlu ayakta tutarak yeni bir yaşamın filizlerini yeşertirler.’’

30. Gökyüzü Mavi Kaldı: Halk Edebiyatından Seçmeler (1999)


Türk yazar ve çevirmen Sabahattin Eyüboğlu ile beraber ortaya çıkan kitap binlerce yıl pek çok medeniyet ve uygarlığa ev sahipliği yapan Anadolu’ya yöneliyor. Bu topraklarda doğan kadim hikâyeler, yani halk edebiyatı ürünleri bir seçme halinde sunuluyor: ‘’Her kültürün kendinden önce var olmuş bir başka kültürün yatağında büyüdüğü Anadolu toprakları binlerce yıl zengin bir halk edebiyatına kaynaklık etti. Sabahattin Eyuboğlu ile Yaşar Kemal’in ortak çalışması olan Gökyüzü Mavi Kaldı bu büyük edebiyatın seçme ürünlerinden oluşuyor. Adını Yaşar Kemal’in koyduğu bu kitap, bir yandan halk edebiyatımızın zenginliğini, büyüklüğünü hangi büyük kültürlerden beslendiğini ortaya koyarken, bir yanıyla da halk edebiyatı tarihimize düşülmüş büyük bir not.’’

31. Kale Kapısı (1999)


Kale Kapısı’nda bahsi açılan mücadele önceki ezen – ezilen ilişkisine benzer bir şekilde ilerler. İlaveten; korku – cesaret gibi iki farklı kavramın da yoğun bir şekilde altı çizilir. Arka kapaktan: ‘’Kale Kapısı’nın kahramanları, iyilik ile kötülüğün buluştuğu tek avuçtaki iki insandır. İşlediği cinayetten sonra dağa çıkan Salman’ın saldığı korku kalpleri karartır. Ancak korkunun hüküm sürdüğü yerde cesaret uyanırsa yaşam sürer, sürecektir.’’

32. Karıncanın Su İçtiği (2002)


Bir Ada Hikâyesi serisinin ikinci kitabıdır. Serinin ilk kısmında Yunanistan’a gönderilen Rumları burada bir adaya yerleşip yaşam kurmaya çalışırken görüyoruz. Savaş, ölümler, bekleyiş, sabır, sürgün başlıca konular. Arka yazıdan: ‘’Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alır. Umut romanın başkahramanıdır. Karıncanın Su İçtiği, beklemenin ve sabrın romanıdır. Savaştan dönmeyen yakınlarını bekleyen kadınların, yurduna dönmeyi bekleyen sürgünlerin, denizi bekleyen balıkçıların, aşkı bekleyen yüreklerin sonsuz bir sabırla hayata duydukları inanç, adanın doğasına, insanlarına duyulan sevgiyle aydınlanır.’’

33. Tanyeri Horozları (2004)


Bir Ada Hikâyesi dizisinin üçüncü kitabıdır. Hemen arka kapağa geçeyim: ‘’Tanyeri Horozları, yeni bir yaşam kurma çabası, korku, özlem, umut, sabır ve geçmişin acıları arasında, aşktan ve insan olmaktan duyulan sevincin romanıdır. Denize, adaya, insanlara duydukları aşkın geçmişin acılarıyla gölgelenmesine izin vermeyen, sevdalarını yüreklerinde sır gibi taşıyan adam gibi adamlar, kadın gibi kadınlar yüzlerini yeni bir hayata dönerler.’’

34. Bugünlere Bahar İndi (2010)


Düzyazıdan önce, ilk gençliğinde şiirler yazmış olan Yaşar Kemal bu kitabında söz konusu şiirlerini bir araya getirmiştir. 1940’larla 1970’lerin başı arasında yazılan bu şiirler toplumcu bir bakış açısına sahip yazarın gözünden coşkulu nazım ürünleridir: ‘’Kitapta yer alan şiirlerde öfkeyle umut, başkaldırıyla sevgi iç içe yer alıyor. En kasıntılı şairin bile özgünlüğünden ürkebileceği bir şiir yazıyor Yaşar Kemal: O, çalışmak isteyip işsiz kalan Kemal Sadık’ın hüznünü, direncini, umudunu, dile getiriyor… Kitapta, daha önce yayımlanmamış ancak Zülfü Livaneli tarafından bestelenmiş Ulaş ve Merhaba şiirleri de yer alıyor.’’

35. Röportaj Yazarlığında 60 Yıl (2011)


Birkaç sefer Yaşar Kemal’in ilk gençliğinde gazetede çalıştığını, röportajlar yaptığını belirtmiştik. Bu kitabı da Anadolu’yu ondan fazla yıl boyunca dolaşıp derlediği röportajlardan oluşuyor. Röportaj yazarlığında 60. yılına girmesi maksadıyla bir araya getirilen bu sohbetler ülkenin yakın tarihine de ışık tutması açısından önemli bir çalışma: ‘’Röportaj yazarlığına gönül verenler kadar, türün meraklıları için de bir “ders kitabı” niteliğindeki Röportaj Yazarlığında 60 Yıl romanlarında Anadolu insanının gerçek dünyasını destansı boyutlara taşıyan, yaşanmış gerçeğin, mitlerin, efsanelerin evreninden çoğaltan Yaşar Kemal’in klasikler arasında yerini almış toplam on iki röportajına yer veriyor: Diyarbakır, Kaçakçılar Arasında 25 Gün, Hasankale Yerle Bir, Görülmemiş Lüfer Akını, Sait Faikle Görüşme, Mağara İnsanları, Sahaflar Çarşısı, Füreyanın Çini Cenneti, Yanan Ormanlarda Elli Gün, Peri Bacaları, Neden Geliyorlar? ve Bir Bulut Kaynıyor.’’

36. Çıplak Deniz Çıplak Ada (2012)


Bir Ada Hikâyesi serisinin dördüncü ve son kitabıdır. Bu son roman artık bir kapanış romanı olmakla birlikte geçmişin yaraları karakterler üzerinde kalmaya devam eder. Geçmiş geçmişte kalmıştır ama yaralar oradadır ve zaman zaman sızlamaya devam eder: “Çıplak Deniz Çıplak Ada, Yaşar Kemal’in yerlerinden edilen insanların Ege’de bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesi’nin dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında, geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır… Ağaefendi’yle Melek Hatun, Poyraz’la Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erecektir; Lena Ana’nın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür ama balıkçıların reisi Hıristo’nun başına beklenmedik bir olay gelir.’’

37. Çocuklar İnsandır (2013)


Yaşar Kemal bu eserini ‘’Çok iyi bir roman yazsaydım bu kadar sevmezdim’’ şeklinde anar. Savaş ve sefaletin, açlığın, yokluğun ve esaretin hüküm sürdüğü bir çağ ve dünyada bu minik kahramanları, yüreklerinde saf bir ışığı taşıyan tıfılları konu alıyor. 1970’lerde yaptığı röportajların bir derlemesi olarak karşımıza çıkan Çocuklar İnsandır bizi belki her gün görüp de yüzümüzü çevirdiğimiz bir konuya tekrar çağırıyor: ‘’Kemal’in, 1970’lerde sokak çocuklarıyla yaptığı röportajların bir araya getirildiği bu kitap, röportajın ne kadar çarpıcı bir edebi tür olduğunu göstermesi bakımından önemli bir örnekti… Kundura boyacılarının, yankesicilerin, hırsızların, katillerin, kaçakçıların, surların dibinde çamur içinde yaşayanların, kendi gölgesinden bile korkanların ve gözüpeklerin; müthiş bir yoksulluğun, itilmişliğin, ötelenmişliğin ayna gibi parladığı hazin ve sarsıcı bir kitaptı bu. Florya’dan Balat’a, Sirkeci’den Dolapdere’ye uzanan bir başka İstanbul sureti. Zilo’su, Selim’i, Muhterem Yoğuntaş’ı ve daha nicesiyle, Yaşar Kemal’in kaleminden unutulmamaya mühürlenen hayatlar…’’

38. Tek Kanatlı Bir Kuş (2013)


Biçim ve içeriğe dair doyurucu bir arka yazısı olduğundan hemen oraya geçebiliriz: ‘’Edebiyatımızın çınarı, büyük usta Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş kitabı, toplumda bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan korkunun destansı bir romanı.
Halkının neden terk ettiği bilinmeyen, gizemli karanlık bir kasaba, bu kasabaya atandığı halde gidemeyen bir posta müdürü, yalnızlığın timsali bir istasyon şefi, ‘Alamancı’ bir genç kadın… Ve bütün fantastikliğine karşın son derece gerçekçi gelen bir dünya… Metafor mu? Alegori mi yoksa? Şaşırtıcı ve çok katmanlı olay akışı, kişilerinin zenginliği ve derinliği, zaman zaman bir röportaj keskinliği kazanan masalsı diliyle tam bir Yaşar Kemal romanı.’’

39. Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne: Seçme Yazılar (2014)


Kitaba adını veren kavramlardan da anlaşılacağı üzere bir sohbet havası tadında okuyabileceğiniz bir kitap. Umutları yeşerten, insanın yüzünü güldürebilecek bir kavram olarak ‘’sevgi’’ Kemal’in seçili yazılarıyla beraber karşımıza çıkıyor: ‘’Türkiye edebiyatının büyük ustası Yaşar Kemal’in edebiyat, kültür ve özgürlük üzerine temel düşüncelerini gençlere tanıtmak için seçilen yazılardan oluşuyor… Bu başlık, henüz Yaşar Kemal edebiyatıyla tanışmayanlar için, onun dünyaya yaklaşımını özetliyor. Bir insan, bir yazar ve bir aydın olarak hayattaki duruşunu olduğu kadar; kökleri asırlar öncesine dayanan olay ve duyguları acı, yoksunluk ve isyanla harmanlayan Anadolu ve Çukurova’nın kültüründen beslenerek yarattığı coşkulu, zengin ve evrensel dilini de ele veriyor.’’

40. Beyaz Pantolon (2014)


Baştan sona doğru geldiğimiz bu madde sırasında diyebiliriz ki; Yaşar Kemal bize hep ‘’öteki’’nin, yoksul ve sefil olanın, bekleyenlerin, elinden bir şey gelmeyenlerin, ezilenlerin öykülerini anlatır. Bunu masalsı bir kılığa bürünüp çocuk raflarına girerek de yapar, gazeteci maharetleriyle ortaya çıkardığı röportajlarda da. Roman ve öyküleriyse zaten başlı başına bu anlamda alacalıdır. Beyaz Pantolon da yazarın vefat etmeden bir yıl önce yayımladığı ve kötü bir hayat yaşan bir çocuğu anlattığı eseridir. Ayakkabı tamircisi bu çocuğun beyaz bir pantolon alabilmek adına ne kadar çalışması gerektiği, verdiği mücadele eserin konusudur: ‘’Yaşar Kemal bize bütün eserlerinde yoksulları, ezilenleri, zulme uğrayanları, emekçileri, memleket insanını, çocukları anlattı… Bunca yoksulluğa, yoksunluğa, acıya rağmen, hayatın bu cehennem kıyısını anlatırken bile kelimelerini hep umuda kilitledi.’’

Hayata Bakış Açınızı Tamamıyla Değiştirebilecek Sisifos’un Hikayesi

$
0
0

Bazen olur ya hani, hayatın anlamını sorgularsınız, bir garip hissedersiniz, efendime söyleyeyim varoluşsal sancılar saplanıverir içinize. Olur öyle, herkese oluyor. Onca filozof, yazar çıkmış; düşünmüşler, konuşmuşlar, yazıp çizmişler bunun hakkında. Öyle “ha” deyince çözülecek şeyler değil bunlar yani. Ama bu kallavi insanların sayfalarca anlattıklarını bir kenara bırakalım da şimdi, kısa bir hikaye okuyalım beraber. Bakarsınız bu kısa hikayenin bile etkisi derin olur. Kim bilir?

Hikayemizin kahramanı Sisifos adında bir adam. Yunan mitolojisinin bahtsızlarından bu arkadaş da. Zeus’un gazabına tanık olmuş kendisi. Şöyle efendim hikayesi:

Irmak tanrısı Asopos’un kızı kaybolur bir gün. Asopos ne kadar arasa da bulamaz kızını. Daha sonra olayın aslını bilen Sisifos gidip bu tanrıya der ki: “Ben biliyorum senin kıza ne olduğunu. Bir şartla söylerim ancak.”

Sisifos’un da şöyle ufak, mütevazı bir krallığı vardır o sıra. Krallığına bir ırmak bahşetmesini ister Asopos’tan. Karşılığında da kızını Zeus’un kaçırdığını söyler.

Zeus bu ihanet karşısında çok sinirlenir. Ölüm tanrısı Thanatos’u gönderir bu kafirin canını alması için. Ancak Sisifos yaman delikanlıdır, zincire vurur Ölüm’ün ta kendisini.

Hal böyle olunca kimse ölmez olur. Yeraltı tanrısı Hades, Zeus’a gidip der ki: “Ağabey bu iş böyle olmaz, bak şunun çaresine.”

Zeus da bu kez savaş tanrısı Ares’i gönderir yeryüzüne. Ares güçlü bir tanrıdır. Yakalar Sisifos’u, götürür yeraltına. Ölüm’ü de kurtarır gitmişken. Her şey yoluna girmiştir.

Ama işte, Sisifos’un kafası zehir gibi. Hades’i kandırıp yeraltından da kaçmayı başarır bir şekilde. Gider yeryüzünde yaşlanıncaya dek tanrılara yakalanmadan yaşar bir şekilde.

Gün gelir, Sisifos yaşlanır. Eski mecali kalmamıştır, kaçamaz tanrılardan daha fazla. İşte o zaman Zeus ona cezasını vermeye hazırdır.

Dimdik bir dağın eteğine bırakır Sisifos’u Zeus. Kocaman da bir kaya koyar önüne. “Bu kayayı bu dağın tepesine çıkaracaksın” der. Çıkarır Sisifos kayayı çıkarmasına. Ama en tepeye gittiğinde kaya hep geri düşer. Sonsuza dek bu şekilde lanetlenmiştir Sisifos.

Böyledir Sisifos’un hikayesi. Bir Prometheus kadar değil belki ama kendisi de bahtsız bir karakterdir. Lakin bu hikayeden çıkarılacak birtakım önemli şeyler vardır elbet.

Albert Camus’yu çok etkilemiştir bu hikaye. Öyle ki, Türkçe’ye “Sisifos Söyleni” adıyla çevrilen bir kitap dahi yazmıştır. Albert Camus’ya göre Sisifos bir kahramandır.

Sisifos her seferinde kayanın düşüşünü izler. Daha sonra başına gelecekleri bilmesine rağmen aşağı iner ve tekrar taşımaya başlar her seferinde. Camus, Sisifos’un mutlu olduğunu söyler. Ona göre Sisifos’unki bir boyun eğiş değil, başkaldırıdır.

Tanrıların oyuncağı olmayı kabul etmez Sisifos. Yaptığı şeyi benimser ve bundan keyif almayı seçer. Sisifos artık mutludur.

Der ki Camus: “İnsan, anlamsızlığına ve tüm baskılarına karşın yaşamı yenmek zorundadır.” Tıpkı Sisifos’un tanrıları yendiği gibi. Aksi bir seçenek düşünülemez çünkü.

“Absürdist” olarak tanımlar kendini Albert Camus. Varoluşçu değil. Sisifos hakkındaki görüşleri de hayata bakış açısını özetler bir noktada.

Bakarsanız, hepimiz Sisifos’uz özümüzde. Hepimizin kayası, kayaları var. Yaşam dediğiniz bitmek bilmeyen bir sorunların üstesinden gelme silsilesinden ibarettir.

Camus’nun dediği şekilde, hayatın absürtlüğünü kavrayıp, benimsemek ve hayatımıza devam etmek gerekir. Başka bir yol yoktur çünkü. Çok rahatlıkla kapılabilir insan yanılgıya, mutsuz olmayı seçebilir.

Velhasıl kelam, taşıyın efendim kayanızı. Keyif alın hayatın absürtlüğünden. Mutlu olmayı seçin. Başkası sizin yerinize seçemez çünkü. Tıpkı kimsenin Sisifos’un nasıl hissedeceğini seçemediği gibi.

Yaşadığınız Çağı Anlamak İçin Mutlaka Okumanız Gereken Sosyoloji Kitapları

$
0
0

Sosyoloji ya da popüler çevirisiyle toplumbilim kökenlerini M.Ö. 300’lere kadar götürebileceğimiz bir bilim dalıdır. Özellikle Antik Yunan döneminde Platon ve Aristo başta olmak üzere pek çok düşünür kendilerinin de yer aldığı toplumu kavramaya, izah etmeye uğraşmıştır. Platon iş bölümü etrafında sistemleşen bir yapı, Aristo gruplardan oluşan bir unsur olarak görür toplumu. Görüldüğü üzere eski çağlarda da toplum ve toplumun sorunları bir mesele olarak ele alınmıştır. Buna rağmen sosyoloji bir bilim olarak ortaya çıkmak için 18. asır sonları 19. asır başlarına kadar bekleyecektir. Özellikle de sanayi devriminin peyda olması, iş gücü ihtiyacının getirdiği kentleşme, dinî değişimler ve bilimsel gelişmeler sosyolojinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bilim kürsüsünde 200 yıllık bir geçmişi olduğunu söyleyebiliriz o halde. Toplumu anlamak, sorunları tespit etmek ise belki de iyi bir toplumsal düzenek yaratmak için en önemli eylemlerden birkaçıdır. O halde biz de içinde bulunduğumuz toplumu, farklı kesimleri ve hassasiyetleri ile beraber anlayarak bazı sorularımıza cevap bulabiliriz. Spinoza da ”Önemli olan yargılamak değil, anlamaktır.” dememiş mi? Buyurunuz; sosyoloji kitapları!

1. Kardeşini Doğurmak (Büşra Sanay)


Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü’ne aday gösterilmiş olan Büşra Sanay ne kadar can alıcıysa o kadar da gözümüzün önündeki bir hadiseye odaklanıyor: ensest. Hala kısmen bir tabu olarak karşılanan bu mesele üzerine konuşup çalışmalar yapmak, karanlıkta hiçbir şey bırakmamak çok önemli. Sanay da toplumun birbirinden farklı kesimlerinden insanlarla konuşarak oluşturduğu kitabında bunu amaçlıyor. Tanıtım bülteninden: ‘’Türkiye’nin en mahrem yerinde görülmeyen, görmezden gelinen bir yara: Ensest. CNNTürk haber spikeri Büşra Sanay, yıllarca süren titiz bir çalışmayla ensest mağdurlarından ailelere, sosyologlardan ilahiyatçılara, hukukçulardan eğitimcilere, psikologlardan adli tıpçılara kadar her kesimden insanla konuşarak Türkiye’nin ensest tablosunu ortaya çıkardı.’’

2. Hapishanenin Doğuşu (Michel Foucault)


20. asrın en etkileyici Fransız sosyologlarından Michel Foucault’un ortaya attığı meşhur ‘’hapishane’’ tanımı bugün de hiç eskimeden karşımızdadır. Öyle ki Foucault günümüz modern iktidarlarının çocuğu okula, hastayı hastaneye, deliyi tımarhaneye vs. ‘’tıkarak’’ onlar kuşattığını söylemiştir. Peki bu ‘’hapishane’’ nasıl doğmuştur, onu güçlendiren etkenler nelerdir? Bu gibi daha pek çok soru bu önemli kitabın içeriğini oluşturuyor. Yalnız belirtmekte fayda var; daha önce bir Foucault okuması yapmadıysanız bu kitabı verimli okumak zor olacaktır. ‘’Kelimeler ve Şeyler’’ ile başlamanız daha iyi olabilir. Arka yazıdan: ‘’İktidarın gücünü gösterişten aldığı eski siyasal sistemden, mümkün olduğunca ve giderek artan bir şekilde görünmez hale geldiği modern siyaset sistemine geçiş; bir yandan, iktidarı kişileştiren hükümdarın yerine adsız kişiler tarafından kullanılan bir yönetim aygıtının yerleşmesiyle, diğer yandan da kamuya açık cezalandırmadan gizli cezalandırmaya geçişle belirlenmektedir.’’

3. Çağdaş Sosyoloji Kuramları (Ruth A. Wallance, Alison Wolf)


Sosyoloji kuramını günümüz işleyişine uygun olarak ele alan kitap sosyolojide bugün ne durumda olduğumuzu öğrenmek açısından da oldukça elverişlidir. Kitapta modern sosyoloji kuramları tartışılırken tabii ki Marx, Habermas, Foucault gibi önemli isimlerden de faydalanılıyor. Arka yazıdan: ‘’Ünlü iktisatçı Keynes’in isabetle söyledigi gibi; fikirler, doğru da olsa, yanlış da olsa, genel olarak zannedildiğinden daha kuvvetlidir. Hatta gerçekte, dünya daha ziyade bunlar tarafından idare edilmektedir. İnsanlar birçok eylemlerinin arkasında kuramların yattığını fark etmezler, ama böyledir. Neticede kimse entelektüel etkilerden muaf olamaz.’’

4. Tüketim Toplumu (Jean Baudrillard)


Şu hepimizin duyduğu ve herkesin de oluşmasında payı olan tüketim toplumu tam olarak neleri kapsıyor? İnsanlar bundan 300 yıl önce de bir şeyler tüketmiyor muydu? Bugünün toplumunun bu şekilde tanımlanmasının nedeni nedir? Ve belki daha da önemlisi; birey – toplum olarak biz bu tanımın hangi noktasındayız? Bunlar oldukça önemli sorular. Fransız sosyolog ve yazar Jean Baudrillard bu alanda en popüler ve önemli kitaplardan birini Tüketim Toplumu ile ortaya çıkarmıştır. Açıklamadan: ‘’Gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. Böylece genel bir toplumsal farklılaşma mantığı ortaya çıkar. İhtiyaç artık bir nesneye duyulan ihtiyaçtan çok, bir farklılaşma ihtiyacıdır. Tüketici tek tek nesnelere değil, mal ve hizmetler sistemini bütünüyle satın almaya yönlendirilir; bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. Dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluğa dönüşür. Bu anlamda tüketim bireyin özgür bir etkinliği değildir.’’

5. Bu Ülke (Cemil Meriç)


Konu sosyoloji oldu mu Cemil Meriç’ten bahis açmamak pek olmuyor. Meriç bir yazardır evet ama, dilden tarihe, felsefeden edebiyata ve tabii ki sosyolojiye kadar pek çok alanda araştırmalar yapmış ve yazarlık vasfını da bu çalışmalarıyla bütünleştirmiştir. İstifade etmekten bıkmayacağınız bir yazar olarak Bu Ülke’de “Bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin vicdanı olmak, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak” gibi önemli meseleleri amaç edinmiştir. Doğu – Batı, ideolojik ayrımlar ve akabinde pek çok kalıp Meriç’in özgün fikir insanı olmasıyla ortaya koyuluyor. Tanıtımda Meriç’in söyledikleri: “Bu sayfalarda, hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim: etimin eti, kemiğimin kemiği.”

6. Toplumun Mcdonaldlaştırılması (George Ritzer)


Amerikalı sosyolog ve yazar George Ritzer de Tüketim Toplumu kitabına benzer bir şekilde ilerliyor. Burada direkt doyurucu kapak yazısına geçebiliriz: ‘’Standart ebat ve lezzetteki patateslerin ardında korkunç bir çevre tahribatı; parlak renklerle döşenmiş bol ışıklı yemek salınlarının gerisindeki mutfakta muazzam bir emek sömürüsü; ekonomik, pratik, öngörülemezliğin tehlikelerinden uzak aile sofralarında ‘benliğin sınırlandığı, duyguların denetlendiği, ruhun boyun eğdiği’ bir dünya vardır. Yer yer sosyolojik inceleme değil kara ütopya hissi veren Toplumun McDonaldlaştırılması’nda Ritzer, teknolojiyi külliyen dışlamadan, nostaljik duygusallıklara kendini kaptırmadan, modern topluma sağlam bir eleştiri getiriyor.’’

7. İntihar (Emile Durkheim)


İlk bakışta bu kavramın sosyoloji ile olan ilişkisinde bir zorlama olduğu sanılabilir, ancak hemen ardından ne kadar toplumsal bir konu olduğunu fark etmekte de gecikmeyiz. Ayrıca bu konuyu Emile Durkheim gibi modern sosyolojinin kurucularından biri ele alınca işler tamamen ‘’sosyolojikleşir’’. Açıklama kısmından: ‘’Sosyolojik bir başyapıt olan bu kitabında Durkheim, ‘Ölen kişi tarafından ölümle sonuçlanacağını bilerek olumlu veya olumsuz bir edimin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına intihar denir’ der. Durkheim intihar olayını açıklamak üzere önce o zamana değin bu konuda öne sürülmüş bütün belli başlı görüşleri irdelemekle işe başladığı bu kitabında, bunların geçersizliğini ve yetersizliğini birer birer kanıtladıktan sonra kendi önerisini ortaya koyuyor.’’

8. Gösteri Toplumu (Guy Debord)


Fransız filozof Guy Debord birkaç niteliğe daha sahiptir: sinemacı ve yazardır aynı zamanda. Bugün oldukça ele alınan, yaşadığımız çağın ruhunu tarif etmek için kullanılan ‘’gösteri toplumu’’ ifadesi de aslında ilk bakışta kafa karıştırıcı görünebilir. Daha eski zamanlarda da insanlar kendilerinde bir ‘’gösteri’’ yaratmak istememişler midir? Bugünle dünün ‘’gösteri toplumu’’ndaki fark nedir? Bu kritik sorular Debord tarafından ele alınıyor. Tanıtım bülteninden: ‘’Debord’un Gösteri Toplumu adlı kitabı yıkıcı olduğu kadar tarihe de direnebilmiş bir eserdir. 70’lerde yayımlandığında ‘aşırı’ tezleri nedeniyle ‘şok’ yaratmış, 80’lerde ise hayatın doğruladığı bir metin olarak kabul görmüştür. Egemenliğini tüm dünyada çoktan kurmuş ve gündelik dile geçirmiş olan gösteri toplumunu ilk kez tanımlayan ve adlandıran Debord, kapitalist iktisadın ve meta dolaşımının uzantısı olarak nitelendirdiği gösteri egemenliğinin sosyalist oldukları iddiasında olan ülkelerde de var olduğunu; dünyanın yeniden tek bir pazar haline geleceğini ve bürokratik iktidarların da Amerikan tipi gösterinin hâkimiyeti altına gireceğini söylemiştir.’’

9. Şarkiyatçılık (Edward Said)


Yazar, profesör ve oldukça önemli bir oryantalist olan Edward Said Amerikan vatandaşı Filistinli bir Hristiyan babaya ve Lübnanlı Hristiyan bir anneye sahiptir. Böylesi çok kültürlü bir yerden gelen Said, yirminci asrın en çarpıcı sosyoloji kitaplarından birini, Şarkiyatçılık’ı yazmıştır. Kitapta Batı dünyasının Doğu’ya olan bakış açısı ele alınıyor. Said’in sözlerine yer verilen arka kapaktan: “Şarkiyatçılık, önce dünyanın bir bölgesini kendine yabancı saymış, sonra ona dair değişmez bir yargı kurmuş, böylece insan deneyimiyle özdeşleşememe, dahası bunun insan deneyimi olduğunu görememe kusurunu işlemiştir… Şarkiyat bilgisinin bugün bir anlamı varsa eğer, o da Şarkiyatçılığın, herhangi bir bilgide, herhangi bir yerde, her an ortaya çıkması mümkün bir zaaf konusunda uyarıcı bir örnek oluşturmasıdır. Okuruma Şarkiyatçılığa verilecek yanıtın Garbiyatçılık olmadığını göstermiş olduğumu umuyorum.’’

10. Masallar ve Toplumsal Cinsiyet (Melek Özlem Sezer)


Bu bir masal analiz kitabıdır, diyebiliriz. Bazılarımız bilir; çocuklukta dinlediğimiz, okuduğumuz kimi masalların altında oldukça etkin birtakım kodlar vardır. Çocuksu bir dünyanın izleri olarak değerlendirdiğimiz bu tür, takdire şayan yapıtlarını verdiği gibi kimi anlar gelir ki hiç de masum değildir. Melek Özlem Sezer de bunların üstüne eğiliyor. Arka kapaktan: ‘’Hansel ve Gretel’in aileleri tarafından fakirliğe çare olarak ormana atılma¬ları ve haneye tecavüz, yamyamlık, cinayet, hırsızlıkla devam eden mace¬ralarının anlamı nedir? Cam tabut, camdan pabuçlar ve peri kızlarının kuğu kanatları çalınınca ev¬lenmeye mecbur olması ne anlama gelir? Elmanın yalnızca kırmızı tarafının zehirlemesi, kırmızı pabuçları sevdiği için ayakları kesilen Karin, Kırmızı Başlıklı Kız… Kırmızı neyin simgesidir? Masallarda işlenen kodlar, yetişkin yaşamımızda bizi nasıl etkiler?’’

11. Vitrinde Yaşamak (Nurdan Gürbilek)


Okuyucusunca oldukça sevilen, sayılan Nurdan Gürbilek editör, yazar ve Türk edebiyatı eleştirmenidir. Ülkemizin toplumsal, kültürel konulardaki dönüşümünü anlattığı bu kitabında fitilin ateşlendiği zamansa 1980’lerdir. Tanıtımdan biraz daha ayrıntılı bilgiler: ‘’80’lerde Türkiye’de yaşanan kültürel değişimi çözümlemeyi deniyor Vitrinde Yaşamak. Bir siyasi darbenin hemen ardından, devlet şiddetiyle kurulabilmiş bir piyasanın içine doğan yeni kültürel ortamı, kendini bir imkânlar dönemi olarak sunan bu yılların kültürel alandaki çelişkili görünümlerini çözümlemeyi amaçlıyor. Nasıl oldu da bu değişim kendini kültürel alanda bir özgürlük vaadiyle, bir özerklik iddiasıyla var edebildi? Daha da önemlisi, bu vaat neden bu kadar etkili olabildi?’’

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Kaleminden Doğu ile Batı Arasındaki Farklar

$
0
0

Ahmet Hamdi Tanpınar bugün özel bir yeri olan yazarlarımızdan biri. Bunun nedenlerini birçok şeye bağlayabiliriz; romanlarındaki üslûp, şiirlerindeki ahenk, edebiyat tarihçiliği. Saatleri Ayarlama Enstitüsü günümüzde en çok rağbet gören eserlerinden biri olduğu gibi Tanpınar’ın meşhur meselesini içerir; iki medeniyet arasında, ortada bir yerlerde kalmak. Bilindiği üzere yazar bu konuya yoğun bir şekilde eğilir. Batı’yı da Doğu’yu da oldukça iyi bilmekle beraber ne tek bir dünyanın tarafı ne de reddiyecisidir. Hatta Tanpınar’a bu düşünce Tanzimat aydınlarından miras kalmıştır bile diyebiliriz belki. Onlar da romanlarında şeklen Batıcı olanları yerer, kendi kültürlerini muhafaza etmeleri gerektiğinin altını çizerler. Vaktiyle Cumhuriyet’te çıkan bu yazısına Tanpınar’ın verdiği başlık şudur: ‘’Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar’’ Yazıdan iktibas ederken bazı kelimelerin güncel hallerini parantezlerde verdim. Görelim bakalım neymiş bu esaslı farklar?

1. Giriş cümleleri


Şarkla Garp arasında ilk bakışta göze çarpan ayrılıkları birkaç ana fikre indirmek ve onlardan hareket ederek mütalea etmek (düşünmek) daima mümkündür, itikadımca bunların başında bu iki zihniyetin eşya ve madde karşısındaki davranışları gelir. Söylemeye hacet yok ki burada bu kelimeleri en geniş mânalarında yani hem madde ve eşya, hem fikir ve hayal, zihni ve içtimai hayatın bütün verileri hülâsa (özetle) düşünen zekâ ve işliyen el karşısındaki nesne (Objet) mânasına alıyoruz.

2. Maddeyi ele alış


Şark maddeyi olduğu gibi yahut ilk rastlayışında ona verdiği değişiklikle kabul eder telkin ettiği ilk hususiyetlerle yetinir. Bu ilk karşılaşma bazı mükemmelliklere kadar varır. Hattâ erişilmez bir hal aldığı da olur. Fakat çarçabuk teessüs eden (ortaya çıkan) bir gelenekte bu mükemmellik durur kalıplaşır. Garp ise onu daima elinde evirir, çevirir zihninin karşısında tutar ondan birtakım başka hususiyetler ve mükemmelleşme imkânları arar, onun hakkında en etraflı bilgiye sahip olmağa çalışır ve bu gayretler sayesinde sonunda bu maddeyi başka bir şey denecek hale getirir.

3. Elmas işçiliği örneği


Elmas işçiliği bu ayrılığın en iyi misâlidir. Şark, hiç olmazsa Cenubi Afrika Madenlerinin keşfine kadar kıymetli taşların vatanı idi. Hâlâ büyüklüğü, parlaklığı güzelliği ile hayalinizde bir misâl gibi tutuşan mücevherlerin çoğu şarktan gelmiştir. Fakat elmas işçiliğinin üstün şekli Garbın malıdır. İyi yontulmuş elmas ve pırlantanın bizde ismi Felemenktir. Bu memlekette asırlarca süren bir dikkatin mahsulü olan işçilik sayesinde, nohut büyüklüğünde bir taş, üzerindeki bir yığın ışık ocağı ile kırdığı aydınlığı bir şehrayin (şenlik) gibi etrafa dağıtır. Hâlâ bile bu ışık miktarını halkımız Garbteki adı ile tanır. Façeta kelimesi bir buçuk asırdır şehirli ağzında rastladığımız ecnebi kelimelerdendir. Bir pırlanta ne kadar küçük satha (yüzeye) (Façetava) yayılırsa o kadar makbuldür.

4. Hikayecilik


Şark hikâyeciliği ile garp hikâyeciliği arasındaki ayrılıkta bu hal iyi görülür. Şark hikâyesi, daima başlangıcı olan masalda, onun başlıca şartları olan gayri muayyen (belirsiz) zamanda ve müphem (belirsiz) mekânda macerasını anlatır. Garpte ise hikâye ve romanda, daha evvel destanda sanatkârların dikkatinin önünde tuttuğu şey daima insan ve hayatın kendisidir. Şark hikâyesi bu dikkatin çok berisinde kendi kaçış âlemini kurmakla kalır. Onun için başlangıcında çok zengin temalarını olduğu gibi harcar, sonunda ise sadece kendini tekrar eder. Şahısların kendilerini asan hiçbir zemini yoktur. Teferruata girmeyi bilmediği için esaslıyı daima kaybeder.

5. Müzik


Musiki de aşağı yukarı böyledir. Şüphesiz klâsik musikimiz halk havaları ile beraber Dünyanın en zengin denilebilecek nağme hâzineleridir. Bu musikiye ben bağlıyım. Fakat eksiklerini de inkâr edemem. Nağmenin ötesinde yine değişik şekli ile nağme, yahut da bir nağmeden öbürüne geçişler vardır. Bilmem söylentiye hacet var mı nağme musikinin iptidai (ilkel) maddesidir. Onun işlemesi, değişmesi yepyeni tertiplere girmesi lâzımdır. Garp musikisini bugünkü şekline getiren iki esaslı saz, tıpkı pusula ve sıfır gibi, Müslüman medeniyetinin icat ettiği veya değiştirdiği aletlerdir. Fakat eski minyatürlerde resimlerini gördüğümüz Arap kemanını bugün Ostrach’ın elindeki sade kabiliyetine eriştiren şey Garplının hayatına girmiş eşyaya tasarruf kudretidir.

6. Farkın kaynağı


Şurası var ki keman ve kanunu icat ettiği zaman Müslüman medeniyeti bugün anladığımız mânada Garp medeniyetinin vazifesini görüyordu. İnsanlığın ileriye bakan yüzü o medeniyetin yüzü İdi. Kadim Yunan ve Lâtinin miras ve tecrübelerine sahip olan bu medeniyeti bütün Avrupa Aristo’yu öğrenmek için Endülüs medreselerine akın ediyordu. Eski Yunan’ı İran’dan, hattâ tarihinin o kadar bağlı görüldüğü Mısır’dan, Roma’yı sayısız bir zaman masalında çalkalanan sabırlı ve sanatkâr Çinden, yavaş yavaş bir mevsim gibi kendisini bulan Ortaçağı ile, Rönesansı ile Garp medeniyetini bir yığın hamlesinde hızını aldığı Müslüman medeniyetinden ve Hint medeniyetlerinden ayıran fark işte bu dikkat, onun mahsulü olan şahsi tecrübe ve bu tecrübelerin birbirine eklenmesinden doğan bilgidir.

7. Alıntılar


Deli Petronun hayranı olan bir şair bu Hükümdarın ölümüne ağladığı meşhur mersiyede «Sen aramıza şahsi tecrübe denen şeyi getirdin.» diye onu över. Dante ise daha evvel bu şahsi tecrübenin san’attakl yerini «Bir şeyi resmetmek için evvelâ o şeyin kendisi olmak gerekir» diyerek anlatır.

8. Son cümleler


Garpla şarkın arasındaki fark işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir. Bütün bunlara biraz da hayatındaki istikrar imkân verir. Bu istikrar, Garp medeniyetine tarihinin ve o tarihi mümkün kılan coğrafyasının bir hediyesidir. Fakat bu bir başka yazının mevzuudur.


114 Nobel Edebiyat Ödülü’nün 14’üne Layık Görülen Kadın Yazarlar

$
0
0

Nobel ödülü, 1895 – 1896’daki vasiyetleri neticesinde Alfred Nobel tarafından kurulan derneğin verdiği bir ödüldür. İnsanlığa hizmet edenleri onurlandırmak amacıyla ilk kez 1901’de verilmiştir. Nobel Edebiyat Ödülü ise şöyle tanımlanır: ‘’Alfred Nobel’in sözleri ile bir idealist eğilimi en farklı şekilde ifade eden yazara verilmektedir.’’ Geçtiğimiz sene taciz vakalarının gündeme gelmesi nedeniyle gerçekleşmeyen Nobel Edebiyat Ödülü, bu yıl iki kez verilecek. Peki bir kadın yazara mı? Sorunun amacı, İsveç Akademisi’nin 1901’den bu yana 114 Nobel Edebiyat Ödülü’nden yalnızca 14’üne kadın yazarları layık görmesi. Her yerde kadınların kendi seslerini daha da yükseltmeleri böyle bir sonucu daha bir mümkün kılıyor. Peki 114’te 14 istatistiğini sağlayan bu büyük kadın yazarlar kimlerdir? Birçoğunun da eserleri Türkçeye çevrili. Buyurunuz!

1. Selma Lagerlöf (1858 – 1940)


Kazanılan yıl: 1909

Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan hem ilk kadın hem de ilk İsveçli yazardır. Efsane ve masal türlerindeki yapıtlarıyla tanınan Selma Lagerlöf 1895’ten sonra kendini tamamen yazmaya adamıştır. İtalya seyahatinden sonra toplumsal gerçekçi anlayışla Antikrists Mirakler (Deccal’in Müzeleri) adlı yapıtını yazmıştır. 20. asra girerken Filistin ve Mısır’da da vakit geçirmiş, realizme karşı romantizm akımının sürdürücüsü olmuştur. Dilimize çevrilen eseri; çocuk edebiyatı, sosyal eleştiri ve tinselliğin bir arada olduğu Nils Holgersson’un Serüvenleri’dir.

2. Grazia Deledda (1871 – 1936)


Kazanılan yıl: 1926

Natüralizm (doğalcılık) akımının muayyen isimlerinden Grazia Deledda İtalyan bir yazardır. İlk öykü ve şiirlerinin 1886’da yayımlanmasıyla edebiyata adım atmış; aşk, acı, yazgı gibi temalara yönelmiştir. Türkçede görebileceğimiz eseri ise erken dönem yapıtlarından Sardinya Efsaneleri’dir. Sardinya halkını dinleyip derlediği bu eserinde söz konusu bölge insanının hayatını işlemiştir.

3. Sigrid Undset (1882 – 1949)


Kazanılan yıl: 1928

Katolik anlayıştan etkilenen Norveçli yazar Sigrid Undset eserlerinde çoğunlukla şu temaları ele alır: gelenek ile çağdaşlaşmanın çatışması, dinî değerler ve kadının özgürlüğü. 1907 yılıyla beraber yazar varlığını sürdürmüştür. Meşhur eseri, Nobel’i almasına da büyük oranda vesile olan Kristin Lavransdatter dilimize çevrili değil, ancak Her Kadın Gibi adlı yapıtı sayesinde Türk okuyucusu da onunla buluşabilir.

4. Pearl S. Buck (1892 – 1973)


Kazanılan yıl: 1938

Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Amerikalı kadın yazardır. Öz çocuğunun yanında dokuz çocuğu da evlat edinmiştir. Ömrünün genelini yaşadığı Çin ve buradaki yaşamı yapıtlarında görülen ana unsurlardır. Dilimize çevrili eserlerinden Mübarek Toprak’ta Çinli karakterler aracılığıyla şu kadim öğreti ele alınır: topraktan geldik, toprağa gideceğiz.

5. Gabriela Mistral (1889 – 1957)


Kazanılan yıl: 1945

Şilili şair ve eğitimci olan Gabriela Mistral Nobel’e layık görülen ilk Latin Amerikalıdır. Şiirlerinde ana sevgisi, doğa, aşk, güzellikler görülür. Ne yazık ki şu ana değin dilimize çevrili bir eserine rastlamış bulunmuyoruz.

6. Nelly Sachs (1891 – 1970)


Kazanılan yıl: 1966

Alman asıllı İsveçli şair ve yazardır. Tevrat ve Yahudi geleneğini eserlerinde derinlemesine işleyen Nelly Sachs çokluk savaşın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini işler. Nazi Almanya’sından İsveç’e kaçar. Türkçe’de bulabileceğiniz eserlerinden biri Hala Gece Yarısı Bu Yıldızda adlı şiir kitabıdır.

7. Nadine Gordimer (1923 – 2014)


Kazanılan yıl: 1991

Güney Afrikalı yazar Nadine Gordimer eserlerinde özgürlüğe, dayanışmaya, insanlığa vurgu yapmıştır. Afrika, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın birçok yerini gezip gören yazar roman ve öykülerinin yanı sıra edebiyat eleştirileri de yazmıştır. Yaşamaya Bak, Ayartma, Yanımda Kimse Yok, Evdeki Silah dilimizde bulabileceğiniz eserlerinden birkaçıdır.

8. Toni Morrison (1931 – …)


Kazanılan yıl: 1993

Toni Morrison özellikle Afrikalı – Amerikalı edebiyatın tanınmasında büyük rol oynamıştır. Belki bu alandaki bakirlik de onun oldukça üretken olmasını sağlamıştır. Tüm dünyada en popüler eseri, bizde de Sevilen adıyla çevrilmiştir. Pulitzer Ödüllü bu roman Amerikan İç Savaşı’nda bir kölenin hayatını anlatmaktadır.

9. Wisława Szymborska (1923 – 2012)


Kazanılan yıl: 1996

Polonyalı şair ve denemeci Wisława Szymborska çağdaş Polonya şiirinin önemli neferlerinden biridir. ‘’Başlıksız Olabilir’’ adlı şiir kitabını bulabilirsiniz. II. Dünya Savaşı’na tanıklık eden pek çok aydın gibi o da bu yıkımdan etkilenir ancak en önemli avantajının gülmek olduğunu bilir. Bu şiirlerinde de o tebessümü göreceksiniz.

10. Elfriede Jelinek (1946 – …)


Kazanılan yıl: 2004

Avusturyalı feminist oyun yazarıdır. Ayrıksı, çarpıcı ve tutkulu bir aşk hikayesini anlattığı eseri bize de Piyanist adıyla çevrilmiş, hatta eser filme uyarlanmıştır.

11. Doris Lessing (1919 – 2013)


Kazanılan yıl: 2007

İran doğumlu Britanyalı yazar çeviri edebiyatımızda da adını sıkça duyduğumuz bir isim. Altın Defter, Türkü Söylüyor Otlar, Beşinci Çocuk, Hayatta Kalma Güncesi, Şikeste dilimizde bulabileceğiniz eserleri arasındadır.

12. Herta Müller (1953 – …)


Kazanılan yıl: 2009

Romanya doğumlu roman ve şair Herta Müller genellikle Rumen halkının yaşamını anlattığı eserleriyle bilinir. Romanya’da gizli serviste çalışmayı reddettiği için işinden edilen yazar 1987’de Almanya’ya göç etmiştir. Yürekteki Hayvan, Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım, Tilki Daha O Zaman Avcıydı Türkçe’de yer alan eserleri arasındadır.

13. Alice Munro (1931 – …)


Kazanılan yıl: 2013

Alice Munro Kanadalı meşhur bir öykücüdür. Çağdaşları arasında en iyi kısa öykü yazarı olarak bilinir. Bu görüşü kuvvetlendirmek için dilimize çevrili iki eserini sunayım: Sevgili Hayat ve Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik.

14. Svetlana Alexievich (1948 – …)


Kazanılan yıl: 2015

Ukraynalı yazar Svetlana Alexievich Nobel’in yanında yedi prestijli ödülü daha kazanmıştır. Okumadan geçmememiz gereken bir araştırmacı ve yazar olarak kendisinin Türkçe’de şu eserlerini bulabilirsiniz: Kadın Yok Savaşın Yüzünde, İkinci El Zamanı: Kızıl İnsanın Sonu.

Erlend Loe’nun Doppler Romanından Hayatı Sorgulatan Parçalar

$
0
0

Norveçli yazar Erlend Loe’nun son zamanlarda adından sıkça söz ettiren romanı Doppler, günün birinde her şeyini ve tüm hayatını geride bırakarak ormanda yaşamaya başlayan Andreas Doppler’in yaşamına odaklanıyor.
Modern dünyanın getirdiği pek çok yükün karşısında küçüldükçe küçülen Doppler, çareyi ormana yerleşerek ilkel bir yaşam sürmekte buluyor. Tam da bu sırada avladığı geyiğin yavrusuyla farklı bir bağ kurmaya başlıyor. Acıyor, üzülüyor ama aynı zamanda devam eden bir yaşamın varlığını da mümkün olduğunca belirginleştiriyor. Maceranın geri kalanı, yavru geyik Bongo ve Doppler arasında sürüp gidiyor.

Bir anlamda günümüz dünyasına sert eleştiriler getiren roman, kendi içinde naif ve sakin bir ilerleyişe de sahip. Zaten onun pek çok insan tarafından anlaşılmasını sağlayan asıl mesele de bu. Basitliğin, uzak bir yaşam sürmenin, her şeyden önemlisi vazgeçebilmenin ne kadar mümkün olduğunun altını çizen yazar, diğer yandan aile kavramının ve toplumsal kuralların etrafında şekillenen ezberleri de teker teker bozmaya çalışıyor. Romanın ve hikâyenin ilerleyişine bakılırsa başarıyor da. Çünkü Doppler, her şeyden önce kendi öz yaşam kurallarının farkına varıyor. Adeta hiçbir şeye, hiç kimseye bağlı kalmadan özgürlüğün tanımını yeniden yapıyor. Yazar, varoluş üzerine kurduğu hemen hemen bütün düşüncelerini ve sorgulamalarını Doppler’in biricik dostu yavru geyik Bongo ve içinde bulunduğu orman üzerinden yaptığı için listemizde bolca geyik ve orman fotoğrafıyla karşılaşacaksınız!

Doppler’in aklından geçen ve hayatı sorgulayan/sorgulatan parçalarını sizler için bir araya getirdik. Belki bir gün siz de Doppler’i okur ve bambaşka bir yolculuğun hayallerini kurmaya başlarsınız!

1 – “Siz geyiklerin neye inandığını bilemem ama sana şu kadarını söyleyeyim: Annen kafana öbür dünya safsatasını soktuysa, unut gitsin. Bu bir yalan. Şimdi buradasın ve sonrası yok. Bunu hiç unutma!”

2 – “Yüzünüzdeki o kendinden hoşnut gülümsemeyi silin, artık takasa başlamak zorundasınız. Bisiklete binmek. Bu devran dönecekse, deliler gibi bisiklete binip takas yapmalıyız.”

3 – “İnsanlardan hoşlanmıyorum. Yaptıklarından hoşlanmıyorum. Temsil ettiklerinden hoşlanmıyorum. Söylediklerinden hoşlanmıyorum.”

4 – “Bir daha asla fatura ödemeyeceğim. Takastan, hırsızlıktan ve ormandan geçineceğim. Ben ölünce de orman benden geçinecek. Anlaşma böyle.”

5 – “Her şey aynı anda üstüme geliyor. İnsanların arasına karışmak başını belaya sokmak demek.”

6 – “Düze çıkmak istiyorsak, dünya halkları ve dinleri birbirlerine ellerini uzatmalılar. Ama bunun işe yarayacağına hiç inanmadığımı da itiraf etmeliyim.”

7 – “Sanırım tren kaçtı. Şimdi hayatta olanların yok olması ve yerlerine yeni bir insanlığın gelmesi gerek. Boş bir sayfa açılması lazım. İnsan ırkının saldırgan nitelikleri bir miktar azalmalı.”

8 – “Daha az yufka yürekli bir insanoğlu, büyük resmi görebilme yeteneğine sahip yeni bir tür ortaya çıkmalı.”

9 – “Şimdi buradasın ve sonrası yok. Bunu hiç unutma!”

10 – “Çevremdekiler yardıma ihtiyacım olduğunu düşünüyor ama kendi başımın çaresine kendim bakmak islediğimden Afrika gibi de gururluyum.”

11 – “Ben de herkes gibi, çalışması için ara sıra doğru bir şekilde yağlanması gereken ince ayar bir makineyim. Bir şeyin azı da çoğu da zarar.”

12 – “Televizyon içimizdeki bütün iğrençliklerin özü. Hayatla zaten kabullenmekte zorlandığımız insana ait özellikler televizyonda göründüğünde doğrudan çarpıcı hale geliyor. İnsanlar salaklaşıyor.”

13 – “Benim için televizyon izlemek, insanları neden sevmediğim konusunda bir kaynak kitap okumak gibi.”

14 – “Dünya insanlara ait değil, insanlar dünyaya ait. Çiçekler bizim kız kardeşimiz; at, büyük kartal ve geyiği saymıyorum bile, hepsi erkek kardeşlerimiz.”

15 – “Dallardaki bitki örtüsünün özlerinde, bizden önce yaşayanların hatıraları saklı. Şırıl şırıl akan derede, babamın ve onun babasının sesi de mevcut.”

16 – “Dünyanın başına gelen her şeyin bizim de başımıza geleceğini, dünyaya tükürürsek kendimize tükürmüş olacağımızı falan çocuklarımıza öğretmemiz gerek.”

17 – “Artık böyle. İnsanlar çevrelerine duvar örüp birbirlerinden korkar hale geldiler.”

18 – “Bu devran dönecekse, deliler gibi bisiklete binip takas yapmalıyız.”

19 – “Ne yakınlarım ne işim ne de onu yönelen ekonomik çevreler için. Tam yük olmaya başlamıştım ki, dışlandım.”

20 – “Doğa işini öyle iyi biliyor ki, daha fazla zarar vermeden beni dışlayıverdi. Çok etkileyici bir sistem. Doğa ve kültürle iç içe geçen binlerce yıl mekanizmayı keskinleştirmiş, benim gibiler saflardan uzaklaştırılıyor.”

21 – “Baba, sen gittin, seni tanıyamadım, kendimi yalnız hissediyorum, ben kendimi hep yalnız hissettim, herkesi kendimden uzak tutuyorum çünkü ben de herkes gibi salağın tekiyim.”

22 – “İnsanlara nerede hata yaptıkları doğru dürüst anlatıldığında anlayış gösteriyorlar. Ne de olsa uzlaştırıcı bir hareket. İletişim hâlâ ölmemiş. Ormanda, bir bakıma daha iyi iletişim kuruluyor.”

İngiltere’nin En Yoğun Noktasına Yerleştirilen “Çok Kısa Hikaye” Otomatları

$
0
0

Ne yazık ki şehirlerde yaşayanların hayatlarını yolculukları üzerinden yaşamak zorunda olmaları acı bir gerçek. Trafik, işe ya da eve varış süresi, uzun çalışma saatleri derken birçok insan hayatımızda oldukça önemli bir yer kaplayan yolculuk süresini iyi değerlendirmeye çalışıyor. Kimileri ders çalışıyor, kimileri yalnızca akıllı telefonuyla vakit geçiriyor, kimileriyse kitap okuyor. Uzun zamandır gündemde olan hikaye otomatlarıysa tam olarak böyle bir şehir hayatı yaşayan insanlar için büyük bir farklılık yaratıyor. İngiltere’nin en yoğun şehri Londra’da geçtiğimiz günlerde ilk hikaye otomatları kullanılmaya başlandı. Ne diyelim, darısı bizim başımıza…

Şehir yaşamı birçok insanı dur durak bilmeyen bir yoğunluğa alıştırıyor. Bu yüzden evden işe ya da işten eve gitme süreleri oldukça değerli bir hale geliyor

Kimileri bu yolculuklar sırasında ders çalışıyor, kimileri dizi/film izliyor, kimileri de kitap okuyor. Bu noktada uzun zamandır gündemde olan hikaye otomatları büyük bir fark yaratıyor

İngiltere’de Lonrda’nın en yoğun bölgesi Canary Wharf’a 3 adet kısa hikaye otomatı yerleştirildi. Otomat Fransız şirketi Short Édition tarafından üretildi

İngiltere’de ilk defa yer alan otomatlar 1, 3 ve 5 dakikalık hikaye seçenekleri sunuyor. Bilim-kurgudan romantizme farklı türlerin yanı sıra Virginia Woolf, Lewis Carroll ve Charles Dickens gibi yazarların öyküleri yer alıyor

Ayrıca girişim ünlü roman yazarı Anthony Horowitz özel olarak görevlendirildiği ve hazırladığı 1 dakikalık öyküyle başlıyor


Horowitz, “İki durak arasında okunabilecek yazmak oldukça zordu. Kısa bir hikaye değil, çok kısa bir hikaye” diyor.

1 dakikalık, yani 2 durak arasında okunabilecek “çok kısa hikaye” yaklaşık 3-4 günde yazıldı

Bu uygulama yeni araştırmaların halkın kitap bitirmek için zaman bulamadığını tespit etmesi üzerine hayata geçirildi. Araştırma geçen yıl halkın zaman olmadığı için en 1 kitabı okumaktan vazgeçtiğini gösteriyor

Ayrıca 2 bin yetişkin İngilizle yapılan araştırmada %30’unun 6 ay içinde 1 kitap bitiremediği gösteriyor. Bu İngiltere için ciddi bir problem

Ne diyelim, bu otomatların en kısa sürede Türkiye’ye de gelmesi ümidiyle…

Kaynak: 1

Yazma Tutkusunun Tehlikeli Sınırlarında Gezen Roman: “Ona Çok Benziyorum”

$
0
0

Çoğu zaman gerçeklikten kopuk, bambaşka bir dünya sunan sanat eserlerinde; kitaplarda, filmlerde, tablolarda, fotoğraflarda tam olarak ne arıyoruz? Bizi onlara çeken ne? Bunun cevabı herkes için karmaşık olsa da aslında çoğu zaman kendimizi, bazen de başkasının yaşantısında kendimizden bir iz arıyoruz. “Ona ne kadar da benziyorum” dediğimizde rahatlıyor, yalnız olmadığımızı anlıyoruz. Aslında kendimizi bir hikayede buluyoruz. Bir başkasının öyküsü bizimkisi oluveriyor. Vuslat Çamkerten’in “Ona Çok Benziyorum” adlı romanında da hayranı olduğu yazarın hayatına sızıp belki de kendinden bir şeyler arayan Mustafa’nın yaşadığı dönüşüme ortak oluyoruz…

Vuslat Çamkerten’i edebiyatın führerlerine karşı durarak; yazar olmanın, yazmanın bilincinden konuşmayı amaç edinen Youtube kanalı Küçük Romancı Atölyesi’nden ve edebiyat dergilerinde yayımlanan öykülerinden tanıyoruz


1982 yılında doğan Vuslat Çamkerten, ODTÜ Felsefe mezunu. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde MBA yaptı. Öyküleri; Varlık, Notos, Öykü gazetesi gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı. İki ayda bir yayımlanan Psikeart dergisinde düşünce yazıları yayımlanıyor.

“Ona Çok Benziyorum”, ülkenin en ünlü yazarlarından Remzi Bayburtlu’ya hayran olan bir genç adamın, Mustafa’nın serüvenine odaklanıyor


Üniversiteli iki sevgili Mustafa ve Nilay’ın yolları, ülkenin en ünlü yazarlarından, artık hayatta olmayan Remzi Bayburtlu’ya duydukları hayranlıkla kesişir. Henüz birbirlerini bile tanıyamadan gelişen aşkları, önce edebiyat tutkusuyla, sonra da tehlikeli bir oyunla büyür.

Her şey, beraber çıkaracakları edebiyat dergisi için Bayburtlu’nun eşi Tülin Bayburtlu’dan bir röportaj koparmalarıyla başlar. Nilay ve Mustafa’nın Bayburtluların evine ilk girişlerinden itibaren üçünün de hayatı değişir. Önsüz sonsuz edebiyat sohbetleri, yakınlaşmalar, zararsız, ufak hırsızlıklar, derken tartışmalar ve büyük kavgalar… Önünü alamadıkları dönüşüm başlamıştır.

Vuslat Çamkerten, romanı bir buçuk yılda yazdığını, ardından bir sene boyunca editörlüğünü yaptıktan sonra kitabın son aşamaya iki buçuk yılda geldiğini söylüyor

Romanı yazarken bir anda düzenini değiştirip Toronto’ya giden ve uzunca bir dönem orada yaşayan Çamkerten, şehirde her gün aynı kafeye giderek romanı tamamladığını söylüyor. Hatta Toronto’da yaşadığı güzel anıyı şöyle anlatıyor:


“Romanımın baş kahramanının ismi Mustafa. Ve hiç unutmuyorum, şöyle bir anım var: Toronto’dayım, hava -25 derece, beş gün olmuş evden çıkamıyorum. Kargocu geldi, yabancı olduğumu fark etti ve nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu söyleyince, ‘Benim de bir Türk arkadaşım var, ismini söyleyeceğim şimdi…’ dedi ve birkaç saniye ciddiyetle düşündü. Sonra işaret parmağını ileriye doğru savurarak ‘Mustafaaa!’ diye bağırdı.”

“Ona Çok Benziyorum” sizi okur-yazar ilişkisinin karmaşık dünyasına davet ediyor. Edebiyat düşkünlüğünün ve yazma tutkusunun tehlikeli sınırlarında gezinmeye hazır olun…

Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye Mektuplarından Alıntılar: Her Şeyin Sonundayım

$
0
0

Tezer Özlü’nün 1966-1968 arasında o zamanlar yurt dışında bulunan Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplar ‘her şeyin sonundayım’ adıyla Alfa yayınları aracılığıyla okuyucuyla buluştu. Edgü uzun yıllar bu mektupları yayınlamaya pek sıcak bakmasa da daha sonra bu fikrini değiştirmiş ve mektupları okuyucuyla paylaşmaya karar vermiş… Mektuplar 60’larda şalıyor ve Tezer Özlü’nün ölümünden 40 gün önceye kadar da devam ediyor. Bu mektuplarda Tezer Özlü’ya dair pek çok şey buluacaksınız…

Ferit Edgü’nün şu kısa notuyla mektupları okumanızı tavsiye ediyoruz: “Bugün Tezer’in tüm yakınlarını izni, hatta isteğiyle, bu mektupları yaımlarken önemle belirtmek istediğim bir nokta var: Tezer, hastalığının düşüşe geçtiği dönemlerde (bazıları klinikte) yazdığı mektuplarda, yaşadıklarını dile getirdiği kadar, saplantılarını, (sözcüğü bağışlayın) sabuklamalarını da dile getiriyor. Okur, bu mektupları bu gerçeği göz önünde tutarak okuyup anlamalıdır.”

Biz de bu mektuplardan kısa kısa alıntılar yaparak Tezer Özlü’nün o dönemki ruh halini, duygularını ve hislerini paylaşalım istedik!

“Karşılıklı gülsek. Gülebilir miyiz dersin?”

“Sen trendesin şimdi. ben de oturuyorum burada. saat 12’ye geliyor. Gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. Sessizlik bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinlediğim müziği. Daha çok yitiriyorum tüm düşüncelerimi. olmayan düşüncelerimi. uyuyabilmem için hiçbir neden yok. sabah 8’de kalkmış olmam, o ilgisiz büro, ev, ben, beni yoramıyor artık. Uyanmam için de hiçbir neden yok.
Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir gece. Diğerleri gibi. Bir ben. Diğer benler gibi. Bugün eski ben’lerimden biri olduğumu duydum. Karşılıklı gülsek.
Gülebilir miyiz dersin?
Gülebilir misin?” (Ekim 1966)

“Korkuyorum…”

“Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden? Niçin? Hibr yerde olmak istemiyorum ki. Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım. Gene bir yığın günler geçecek ve ben kendime, işte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim? Korkuyorum…” (Ekim 1966)

“Ben beni bunaltıyor. Ben’in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim.” (Ekim 1966)

“Çok şuurlu bir delilik ve çok büyük bir espri, Beckett’i aşan bir absürd içindeyim.” (Kasım 1966)

“Hemen gel. Sen olmazsan hiç kimseyi görmeyeceğim. En çok ve en uzun sana inandım. (Kasın 1966)”

“Beckett’imsi bir ölülükteyiz”

“Beckett’imsi bir ölülükte yalnız, şimdilerde değiliz. Sen Beckett’i çevirdiğinden beri, Hakkâri’ye gittiğinden beri, yirmi yaşlarında bilinçlendiğimizden beri o ölülükteyiz. Kafka gibi veremden çatlamamamız, Beckett kadar ölü görünmememiz, şarklılığımız yüzünden. İç dünyamızın farkı olduğunu sanmıyorum.” (Mart 1984)

“Çeşit çeşit duygularla doluyum”

“…Kitap yazmaya gelince, zaman zaman içimde öylesine bir güç duyuyorum ki… bir günde oturup bir kitap yazabileceğimi algılıyorum. Oturup hiç düşünmeden art arda yazabiliyorum. .. Çeşit çeşit duygularla doluyum. Ama bu duygular dayanılmaz, taşınmaz hale gelinceye kadar hiçbir şey yazmam. Duyguları dağıtırım… Dayanılmaz hale geldiğinde, sanırım gene bir yolculuğa çıkacağım.” (Temmuz 1984)

“İhtiyarlık diye bir olguya inanmıyorum, çünkü gençliğe de inanmıyorum…” (Kasım 1984)

“Yalnız yatmaktan hiç hoşlanmıyorum”

“Severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, varolmak gibi bir şey. İşte, yalnız kalınca varolduğumu hiç algılamıyorum. Kendi kendime yaşamın düşünü görmüş bir ölü gibi geliyorum, örneğin, benim şimdi Güner Sümer’in yanında olmadığımı bana ne anlatıyor ki? Dışarıdaki kar mı? Soğuk mu? Zürih mi? Hayır, hiçbiri değil. Yalnız şu an sana yazmak, yazabilmek, orada olmadığımı bana duyuruyor, bu nedenle de yalnız yatmaktan hiç hoşlanmıyorum, hiçbir gece yalnız yatmak istemiyorum, sabah uyanınca yaşadığıma şaşıyorum. İşte “sevişme” düşkünlüğünün temelinin de bu duyguda yattığını öyle iyi biliyorum ki…”

“Artık ayrılıkların acısını duymuyorum.”

“10.-21 derecede sessiz, lacivert gökyüzü ve dolunayla bir geceyi ilk kez yaşadım, hep Hakkari’yi düşündüm, seni de, filmi de çok düşündüm. Tanımadığım ışıklar, tanımadığım gölgeler, tanımadığım puslar gördüm. Artık ayrılıkların acısını duymuyorum.” (Ocak 1985)

Ünlü Masalların Ardında Yatan Anlatılmayan Gerçekler

$
0
0

“Esas itibarıyla sözlü anonim halk edebiyatı ürünü olan masal, kahramanları arasında olağanüstü şahıs veya yaratıkların bulunabildiği, anlatılan olayların tamamen gerçek dışı olduğu, yer ve zaman ögesinin ise daima belirsiz olduğu bir anlatı türüdür” diye tanımlanıyor masal sözlüklerde. Hep mutlu sonla biten, hep iyinin kazandığı, kötülerin mutlaka cezasını bulduğu, çoğumuzun çocukluk kahramanlarının kahramanı olduğu bazı masalların altında yatan gerçekler o kadar da keyifli değil aslında. Birçoğu yüzyıllardır anlatılagelen bu masalların ortaya çıkış hikayelerinden birkaçını sizler için derledik.

1. Çirkin Ördek Yavrusu


“Andersen’den Masallar”’ın yaratıcısı Hans Christian Andersen’in yazdığı Çirkin Ördek Yavrusu birçoğumuz için zorluklarla mücadelenin kahramanı olmadı mı? Büyüyüp güzel bir kuğuya dönüşene kadar çirkinliğiyle alay edilen küçük bir ördek yavrusunun yaşadıklarının anlatıldığı bu masal aslında gerçek hayattan gerçek izler içeriyor.
Hikayenin yazarı Andersen, fakir bir ailenin koca burunlu, büyük ayaklı çocuğu olarak dünyaya gelir. Müzik ve tiyatro sevdası yüzünden büyük zorluklar yaşar. Ancak potansiyeli fark edildikten sonra dikkatleri üzerine toplayarak istediği eğitimi alabilir ve yeteneklerini geliştirerek şöhrete ve büyük bir servet sahibi olur.
Ana fikri zorluklara direnerek başarılı olabilmenin mümkün olduğu, zenginlik ve yoksulluk kavramlarının sorgulandığı Çirkin Ördek Yavrusu masalının kahramanı olan o çirkin ördek bizzat Andersen’in kendisidir.

2. Harry Potter


Harry Potter, okuyanlar veya izleyenler için büyüler ve fantastik yaratıklarla dolu bir evren. Ancak serinin yazarı JK Rowling, Harry’nin hikayesini besleyen bazı detayların kendi yaşam hikayesinden esinlenerek yaratıldığını anlatıyor. Seride, insanların mutlu anılarını çalan ve onları umutsuzluğa mahkum eden “ruh emiciler” vardır. Rowling, bu ruh emicilerin kendisinin depresyonla mücadele ettiği dönemi temsil ettiğini söylüyor. Harry’nin ebeveyinlerinin ölümlerinin bu kadar öne çıkmasını ve hikayenin temeline oturmasının sebebi ise JK Rowling’in annesinin zamansız ölümü.

3. Hansel ve Gretel


Katharina Scharederin, 1600’lerin başlarında Almanya’da yaşayan yemek yapma becerileri ile tanınan ve birçok kişinin imrendiği bir aşçıydı. Özellikle zencefilli kurabiyeleriyle ünlenen Schraderin, kendine has tariflerini kimseyle paylaşmazdı.
Fırıncı Hans Metzler ise Schraderin’e bu özel tariflerini paylaşması karşılığında evlilik dahil birçok şey teklif eder ancak her seferinde reddedilir. Hans, sürekli reddedilmeyi bir türlü hazmedemez ve kıskançlığı yüzünden Katharina’nın aslında büyücü olduğu dedikodusunu yayar. Zamanla iş büyüyüp Katharina’nın yargı önünde sorgulanmasına kadar gider. Bu suçlamaları asla kabul etmemesine rağmen Katharina ağır bir hapis hayatına ve işkencelere maruz kalır. En sonunda ise masumiyeti anlaşılarak serbest bırakılır. Ancak Hans’ın intikam isteği bitmemiştir. Kız kardeşi Grete’nin de yardımıyla Katharina’yı Spessart Ormanı’ndaki evine kadar takip eder ve zavallı aşçı kadını öldürerek bedenini fırında yakar. İki kardeş yakalanmalarına rağmen serbest bırakılır.
Trajediden doğan bu şaheserde Hans ve Grete masum çocuklar, Katharina ise kötü kalpli cadı olarak anlatılır ancak gerçek hayatta aslında kendisi kurbandır.

4. Peter Pan


JM Barrie tarafından yaratılan Peter Pan karakterinin ortaya çıkışı Barrie ve David adlı iki kardeşin yaşadığı bir trajediye dayanıyor. Barrie’nin kardeşi David, 12 yaşındayken bir paten kazasında hayatını kaybeder. Anneleri ise bu üzücü olayı bir türlü atlatamaz ve üzüntüsünden hastalanarak yatağa düşer. Barrie ise annesini mutlu edebilmek için ölen kardeşini taklit etmeye başlar. Başlangıçta Barrie’nin bu fikri işe yarasa da, Barrie asla kardeşi David gibi olumlu, dünyayı toz pembe gören biri olamaz.
David, tıpkı Neverland’deki Peter gibi, annesinin aklında sonsuza dek masum bir çocuk olarak kalır. Barrie ise büyür, tıpkı Wendy ve fani dünyadaki kardeşleri gibi.

5. Alice Harikalar Diyarında


Bundan yaklaşık 150 yıl önce Lewis Caroll tarafından anlatılan Alice’in Harikalar Diyarı’ndaki fantastik maceralarını bilmeyenimiz yoktur. Dilden dile, nesilden nesile aktarılan ve popülerliğini hala koruyan bu şaheserin ortaya çıkışı hakkında bazı ilginç söylentiler mevcut. Dönemin tanınmış fotoğrafçılarından olan Lewis Carroll, Alice Liddell adlı bir kız çocuğunun fotoğraflarını çekerken canı sıkılmasına diye O’na kısa hikayeler anlatmaya başlar. Küçük Alice Carroll’ın masallarından o kadar etkilenir ki, ondan kendisinin kahramanı olduğu bir hikaye yazmasını ister. Harikalar Diyarı’ndaki Alice, aslında Alice Lidell’dir. Lewis Carroll’ın çekimler sırasında ve hikayeyi yazdığı sırada uyuşturucu etkisinde olduğu ve küçük Alice Liddell’a karşı uygunsuz tavırlar sergilediği hakkında çirkin iddialar ortaya atılmış ancak bu iddialar hiçbir zaman kanıtlanamamıştır.

Kaynak 1

Franz Kafka’nın Eserlerindeki Gizlilik Mahkeme Kararıyla Kaldırılıyor

$
0
0

“Ölümsüz eserleriyle edebiyat dünyasının unutulmayacak isimlerinden Kafka Gregor Samsa’yı okuyucusuna emanet etti” dersem inanmayın. Çünkü Franz Kafka, geçirdiği hastalık nedeniyle 40 yaşındayken hayatını kaybetmeden önce editör olan arkadaşına bir vasiyet bıraktı ve bu vasiyetinde eserlerinin okunmadan yakılmasını istiyordu. Ancak arkadaşı Max Brod aksini düşündü ve belki de minnettar olacağımız “yanlış” bir iş yaparak bunları yayımladı.
Max Bro, bu mirası yayımlamakla kalmayıp babasının malıymışçasına sekreteri Ilse Ester Hoffe’ye bırakmıştı bu eşi bulunmaz eserleri. Bu eserler arasında “Şato”, “Dava” ve “Amerika” gibi eserler de vardı.

İsrail’e göre Kafka Yahudi olduğundan eserlerin başka ülkede olması anlamsız

Sözün özü bu sekreter hanımefendi de beklendiği gibi bu yazmaları kendi ailesine emanet etmiş ve on yıl öncesinden başlayan bir hukuki savaş başlamıştı. Çünkü eserlerin geride kalmış gizli sayfaları ile başka olası eserlerin bir kısmı İsviçre’nin Zürih kentinde özel bir kasada tutuluyor ama Zürih’teki mahkemenin son verdiği karar İsrail’in “Kafka Yahudi olduğuna göre eserleri de bizde olmalı” talebini haklı buldu. Edebiyatta ve daha genel olarak sanatta din, dil, ırk gibi ayrıştırmalar yoktu ama anlaşılan o ki İsrail, sanatın “evrensel“olmaması gerektiği gibi bir algıyı kabul ettirmiş gözüküyor.

Kasada ne olduğu henüz meçhul

Kasaların içeriği tam olarak bilinmiyor ancak konunun uzmanı olduğu belirtilen bazı isimler bazı Kafka’nın ölümünden sonra basılan bazı başyapıtlarının sonlarının bu kasalarda olabileceğini belirtiyor.

İsrail Yüksek Mahkemesinin önceki kararı

Sanat, bazı toplumların önemsemediği bir alanken bazı toplumlar için de turistik bir gelir kaynağı olarak görülebiliyor.
İsrail Yüksek Mahkemesi, daha önce İsrail’de bir ailenin banka kasalarında ve Tel Aviv’de oldukça kötü durumdaki bir apartman dairesinde sakladığı Kafka’nın el yazmaları koleksiyonuna el konmasına hükmetmişti.
Zürih’teki mahkemenin kararı Kafka’nın eserlerine ilişkin hak iddialarından kaynaklanan hukuk savaşına dönüşmüştü.

Van Leer Enstitüsüne göre konu kültürel aidiyet ve miras

Edebiyat dünyası için oldukça önemli olan bu sürece dair açıklamalar devam ediyor.
Alman kanalı Deutsche Welle’nin haberine göre yıllardır süren hukuk mücadelesini takip eden Kudüs’teki Van Leer Enstitüsünden araştırma görevlisi Benjamin Balint, durumu yorumlarken “aslında neyi içerdiği bilinmeyen bir miras üzerine” sonlandırılan bir hukuk mücadelesi olarak gördüğünü ifade ediyor. Balint’e göre, Zürih’ten gelen karar sonunda bu hukuki kavgaya son noktayı verildi fakat “kültürel aidiyet ve mirasa” ilişkin soru işaretleri uzun bir süre daha devam edecek.

Sonuç itibariyle “Kafkaesk” bitmiş gibi gözükse de başka soru işaretleri canlılığını korumayı sürdürecek…

Kaynak: 1 2


Kadın Erkek İlişkilerini Cesur Bakış Açısı: “Ortada Düzgün Erkek Var”

$
0
0

Kadın-erkek ilişkileri yüzyıllardır formülü bulunamayan bir çıkmaz. Kimin haklı olduğundan çok kimin güçlü olduğunun, kimin daha çok fedakarlık yapıp kimin daha tutkulu olduğuna kadar pek çok değişkeni olan bu konuda taraf tutmak da taraf olmak da zor. En büyük tutkusu her gün yeni insanlarla tanışmak, onların hayatlarına dokunmak ve mutlu olmalarına vesile olmak olan Yunus Sezener bu konuya farklı bir bakış açısı kazandırıyor. 2014’te offline çöpçatanlık şirketi Tenkap’ı kuran Yunus Sezener yıllardır edindiği tecrübeleri “Ortada Düzgün Erkek Var” kitabında topladı. Gelin kitabın içeriğine birlikte göz atalım…

Kadın-erkek ilişkileri yüzyıllardır çözülemeyen bir düğüm adeta. Offline çöpçatanlık hizmeti veren TENKAP’ın kurucusu Yunus Sezener de yeni kitabında bu konuya eğiliyor


Üsküdar Amerikan Lisesi ve Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Yunus Sezener, Avukat olarak üç sene boyunca çalıştıktan sonra, Almanya’da hukuk ve MBA yüksek lisansını bir arada tamamladı. Türkiye’ye bir girişimci olma hayaliyle döndükten sonra, iki sene Headhunting ve bir sene Yönetim Danışmanlığı tecrübelerinin ardından, 2014 yılının başında Offline çöpçatanlık hizmeti veren Tenkap
şirketini kurdu. Yönetim Danışmanlığı şirketinde Müşteri Yöneticisi olarak çalışırken, Carl Gustav Jung’un çalışmalarını temel alan Insights Discovery Davranış Modelleri Envanterine akredite oldu. İlişki mentorluğu yapan Sezener, 2011 senesinden beri psikoloji temelli kişisel gelişim seminerlerinde gönüllü asistanlık ve simultane tercüme yapmakta. İlişkiler konusunda birçok seminer, atölye ve organizasyon yapan Yunus Sezener’in, ayrıca Amerika’daki IAP Career College programından “Matchmaker” sertifikası var. En büyük tutkusu her gün yeni insanlarla tanışmak, onların hayatlarına dokunmak ve mutlu olmaların vesile olmak.

“Ortada Düzgün Erkek Var” adlı çiçeği burnunda kitap romantik ilişkilere bambaşka bir bakış açısı kazandırıyor

Doğan Novus tarafından yayınlanan kitap, “Nerede Bu Düzgün Erkekler?” diyen kadınlar için ve “İşte Buradayız!” diyen erkekler için bir rehber oluyor

Doğru ilişkinin temellerini atmak isteyen kadınlar ve erkekler için başucu kitabı olabilecek “Ortalıkta Düzgün Erkek Var”, ilişkilerde sivri köşeleri törpülemeyi, ilişki olasılıklarını artırmayı ve hayatı paylaştığınız kişiyle bir arada yürüyebilmeyi anlatıyor

İlişkilerin algoritmasının gözler önüne serildiği kitap, Sezener’in birbirinden ilginç tespitleriyle birlikte “Siz kendinizle sevgili olmak ister miydiniz?” sorusunun cevabını irdeleyerek okuyucusunun bakış açısını değiştiriyor

İlişkileri derinlemesine irdeleyen kitaptan aşka dair çıkarabileceğimiz pek çok ders var. Sezener’in Ayşe Arman’la kitap üzerine yaptığı röportajdan kısa bir bölümle sonlandıralım yazımızı…


“Ben insanları tanıştırmadan önce, onlara birbirlerinin hayatlarını anlatıyorum. Sonra da fotoğraf gösteriyorum. Kadınlar, dakikalarca erkeğin hayatını dinlemek istiyorlar, sonra fotoğrafa bakıyorlar. Erkekler ise daha kadının profilini ben onlara anlatırken, “Sen bana önce fotoğrafı göstersen olmaz mı?” diye soruyorlar. Bence biz erkekler çok daha basit varlıklarız. Bir kadın erkeğe çok çekici gelsin, erkeğin astımı da olsa, gider fosur fosur sigara içen bir kadınla ilişki yaşar. Ama kadınlar öyle değil… Erkek önce güven verecek… Karşıma çıkan kadınların yarısından fazlasıyla görüşmemizin bir bölümünü sadece “güven” konusuna ayırıyoruz. Erkek hem güven verecek, hem kendi ayakları üzerinde duracak ve hatta ailede tek başına birkaç kişiyi daha ayakta tutacak, spor hiç yapmayan olmayacak ama aşırı da yapmayacak, evdeki marangozluk işlerini o yapacak, arabanın lastiği patlarsa mutlaka o uğraşacak, flörtöz olmayacak, çok uzakta oturmayacak, uzakta otursa bile evden kadını o alacak, alırken de kapısını tutacak, bırakırken de kapısını açacak, ilk adımı hep o atacak, hesabı o ödeyecek, adamın en azından bir tarafına hayran olunacak… Bu liste uzar da gider. Tabii erkekler açısından bakınca, güzellik de gelip geçici olduğu için kadın hem anaç olacak, hem seksi olacak, hem alan bırakacak, hem gözü dışarıda olmayacak… Erkeklerin listesi de var tabii ki. Ama kadınlarınki hep daha uzun!”

Depresyonu Yenmenize Yardımcı Olacak 10 Faydalı Kitap

$
0
0

Hepimiz zaman zaman uyanmak istemediğimiz, iletişimden kaçındığımız, ‘her şey berbat’ dediğimiz o dönemden geçiyoruz. İştahımız, tavrımız, beklentilerimiz, duygularımız değişiyor. Kendimizi dipte hissediyor ve hiçbir şeyin yoluna girmeyeceğine inanıyoruz. Böyle zamanlarda, düşüncelerimizin nedenini anlamamızı sağlayacak, kendi içimize dönüp kendimizle yüzleşmemize yardımcı olacak kitaplar var, iyi ki de varlar! İşte kendimize ve yaşadıklarımıza bambaşka bir pencereden bakıp, farklı yorumlamamıza yardımcı olacak 10 kitap;

1.Seninle Başlamadı / Mark Wolynn

Ülkemizde 2016 yılında yayınlanan Seninle Başlamadı kitabı, kendi içinizde belki de varlığını bile bilmediğiniz travmaları ortaya çıkarıp onlarla yüzleşmenizi aşmanızı sağlayacak bir kitap. Aynı zamanda bir Psikiyatr olan Mark Wolynn’in kendi klinik çalışmalarından da örnekler verdiği bu kitapta, yalnızca kendi yaşadıklarımızın değil, aile travmalarımızın da psikolojimiz üzerindeki etkisi anlatılıyor.

2. Vazgeçebilmek / Guy Finley

En çok satan kişisel gelişim kitaplarından biri olan Vazgeçebilmek’te Guy Finley, neden mutlu hissetmediğimizi, mutlulukla aramızda duran engelleri gösterip, onlardan nasıl vazgeçebileceğimizi anlatıyor. Olumsuz düşüncelerden arınmanızı sağlayacak bu kitapta gerçek yaşam öykülerine de yer veriliyor.

3. Depresyon Vaka Örnekleri ve Çıkış Yolları / Dr. Oğuz Tan

 

Psikiyatr Uzmanı Dr. Oğuz Tan’ın üçüncü kitabı olan Depresyon Vaka Örnekleri ve Çıkış Yolları’nda adından da anlaşılacağı üzere Oğuz Tan, kendi hastalarının da hikayelerini paylaşmış. Hepsi birer ilham kaynağı olabilecek bu hikayelerin yanı sıra kitapta, depresyonun doğası, biyolojik ve psikolojik sebepleri, depresyona neden olan faktörler de okuyucunun anlayacağı açıklıkta yazılmış.

4. Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak / Dale Carnegie

Dünyanın birçok yerinde milyonlarca satan bu kitapta, günlük yaşantımızda aklımıza takılıp endişe ve üzüntüye neden olan düşüncelerden nasıl kurtulacağımız, üzüntüye nasıl savaş açacağımız anlatılıyor.

5. Üzgün İnsandan Özgür İnsana / Prof. Dr. Uğur Batı – Deniz Bayramoğlu

Üzgün İnsandan Özgür İnsana kitabı, insanlık tarihiyle başlayıp günümüz tüketim toplumu ve insanın bu evrelerdeki değişimini, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi birçok yardımcı bilimli açıklıyor.

6. Özgüven Kazanmak / Özcan Göknar

Psikolog olan Özcan Göknar bu kitabında, birçok rahatsızlığın altında yatan temel neden olan özgüven eksikliğini ve nedenlerini incelerken bir yandan da ‘’özgüven nasıl kazanılır?’’ sorusuna yanıt veriyor. Kitapta gerçek vakalardan da örnekler yer alıyor.

7. İyi Hissetmek / Dr. David D. Burns

1980 yılında yazılan bu kitap, hala kendi türündeki diğer kitaplarla aynı oranda talep görüyor. Tüm zamanların en iyi kişisel gelişim kitaplarından olan İyi Hissetmek’i okuyan depresif insanların yüzde 70 kadarı başka hiçbir tedavi ya da terapi yöntemi kullanmadan korkularından, kaygılarından, olumsuz düşüncelerinden arınmış, yani iyileşmiş. Düşüncelerinizi değil, düşünce şeklinizi değiştirmeyi hedef alan bir kitap.

8. Evrenden Torpilim Var / Aykut Oğut

Oldukça samimi ve akıcı bir dille yazılan bu kitapta, eğlenceli hikayelerle olumlu düşüncelerin hayatınızı olulu yönde değiştireceği anlatılıyor.

9. Evinizdeki Terapist: Düşüncelerinizi Değiştirecek Duygularınıza Hakim Olma Yolları / Dennis Greeberger

Birçok psikiyatrın danışmanlarına tavsiye ettiği bu kitapta, farklı ruhsal problemlerle ilgili bilgiler verip, çözümler öneriyor. Okuyucunun kendini tanımlamasını ve çözümlemesini sağlıyor.

10. Hiç Kimse Sıradan Değildir / Markus Zusak

Diğer kitaplardan farklı olarak Hiç Kimse Sıradan Değildir aslında roman türünde yazılmış bir kitap. Ancak roman konusu itibariyle insanın yapabileceklerinin çok ötesinde bir kapasiteye sahip olduğunu anlatıyor.

Ufkumuzu Açan Kitapların Yazarı Azra Kohen’den 20 Alıntı

$
0
0

Fi, Çi, Pi serisiyle edebiyat dünyasına adeta bomba gibi düşen Azra Kohen’in yeni kitabı ‘Gör Beni’ de geçtiğimiz Ocak ayında raflarda yerini aldı. Kitaplarında kurguladığı harika öykülerin arasına, evreni, doğayı, insanı kısacası dünyayı ve işleyişini serpiştiren, her satırda okuyucunun ufkunun açıp mesaj veren, insan olmanın sorumluluklarını ve bilincini aşılayan bir yazar Azra Kohen. Kitaplarında anlattıklarıyla, verdiği mesajlarla ise pek çok kişinin hayatını değiştiriyor. İşte son zamanların en popüler yazarlarından olan Azra Kohen’in kaleminden yaşama bakış açınızı değiştirecek 20 alıntı;

1. Bizi içimizdeki Tanrı’ya yaklaştıran şeyle, diğer insanlardan ayıran şey aynı; merakımız. Potansiyelimiz merakımızdan doğuyor. Sonunda merak ettiğimiz şeylere dönüşüyoruz. Neyi, niye merak ettiğimiz, kimliğimizi oluşturuyor. / Fi

2. Doğmak yetmiyor, kendini bulmak için savaşmak gerekiyor. Senin savaşın ne? Kimin için, ne için savaştığını biliyor musun? Kendini bulmak için savaşabilecek misin? / Fİ

3. Dünya mantar olmuş zavallı bir gezegen. Toplum dediğin şeyse insan denilen bakterinin iletişimde olmasını garantileyen bir sistem sadece. Tüketimi kolaylaştıran bir sistem. Üretmesen de var olabilmeni sağlayan şey. Kaçımız tükettiğimiz şeyleri üretebiliyoruz? / Fi

4. Kaynakları bu kadar zengin bir gezegende yaşayan 7.5 milyar insan açlıktan ölebileceklerine inandırılarak sürekli çalıştırılırken tohumların, hayvanların genetiğiyle oynanıyor ve insanın temel besin kaynağı kontrol altına alınıyordu. / Fi

5. Hayat, sadece hissettiğindir. Hissettiğini şekillendirmek senin elindedir. Yaşadığın deneyimler hissettiğin şeye şekil verir ama neyi yaşayıp neyi reddedeceğini seçmek senin elindedir. Deneyimlerini seç! / Fi

6. Yaşadığımız her anın bize bir şey öğretmek için dizayn edildiğimi; her acının derin bir anlamı olduğunu, her haksızlığın fark edişte bir adım olduğunu ve hayatın, uğradığımız haksızlıklarla bizi denediğini, yaklaştığımız yanlış kişilerle bize nice bilgiler yüklediğini, hayal kırıklıklarında bizi eğittiğini bil. / Çi

7. Sahte olan her şeyden uzak dur, özellikle de insansılardan. Seni birilerine dönüştürmelerine izin verme! Kendini seç. Her seçimde iki şartın olsun; potansiyeline hizmet etsin seçeneğin ve yaşamın yanında olsun her seçimin. Hayata katkın olsun. Ne olursa olsun şu sorunun cevabını unutma. Benim birinci görevim ne? Daima bil, hisset, affet, keşfet. Kendine varmak için buradasın, gerisi illüzyon. / Çi

8. Hayatın sana ne anlatmak istediğini anlayana kadar buradasın, acıdasın, gerekirse ölür ve yine doğarsın. Acıyı yenip anlayışa çevirene kadar buradasın! Öfkeyi dindirip, nefreti ezip hayatını hedefe dönüştürene kadar yoldasın! Duyguları üzülmek için değil anlamak için yaşadığını fark edene kadar daha çok doğacak ve öleceksin. / Pi

9. Evren adı verilen bu dev mekanizmanın içinde küçücük bir hücreydi insan, evren koca bir vücutken dünya adlı organın içinde yaşıyordu. O kadar küçüktü ki neredeyse görünmezdi. İnsan önemsiz miydi? Asla! Parazit miydi? Kimliğini keşfetmezse evet, keşfedinceyse Tanrı’nın suretindeydi. Cana sahip çıkacak yücelikte ve erdemdeydi. / Pi

10. Eğitmediğimiz, hor gördüğümüz, yardım etmediğimiz herkesi bir gün karşımızda göreceğiz. Üstelik ellerinde silahlarla. / Pi

11. Aşk sadece motivasyondu, insanı kendi versiyonunun en iyi haliyle var olabilmesi adına tetikleyen bir motivasyon. Motivasyonu merkeze koyup geri kalan her şeyi ona adamaksa kayboluştu. Biz gelişelim diye hayat tarafından sunulmuş bu araç nasıl olmuştu da bir tuzağa dönüşmüştü? / Pi

12. Hiçbir zaman düşüncede hazıra konma! Başkasının oluşturduğu düşünceyi onaylamak için değil, kendimizinkini oluşturmak için buradayız. Anlatılanla değil yaşadıklarınla, araştırdıklarınla anla hayatı. Diğerlerinin felsefesine değil, yaşamın bilimine odaklan ve kendi felsefeni çıkar. Evreni, varoluşu izle. / Pi

13. Çıkarları için fırsat oluşturmaya çalışanlar sonunda mutlaka hırpalanırlar. / Aeden

14. Yediğimiz her şey duygularımızın ham maddesidir. Varlığın gelişebilmesi için düşüncede merakını ehlileştirmesi gibi, iştahın da arsızlığını ehlileştirmesi varlığın tekamülünün temeliydi. / Aeden

15. Evren öyle güzel tasarlanmıştır ki, varmak için çıktığımız yol, gitmek istediğimiz yer neresi olursa olsun, yola çıkma cesaretini gösterebilen ve kendine samimi olan herkesi özüne yaklaştırır. / Aeden

16. Hayat bizi zorladığında aslında gelişime çağırıyordur. Tekamülümüz için fırsat veriyordur. Evrende hata yoktur. Vermemiz gereken tepkileri erdemli bir şekilde verebilecek kadar gelişip gelişmediğimizin ölçümünü yapar her kriz. Hata olarak algıladığımız şey, algımızdaki zayıflıktır, büyük resmi görememekten, kendi küçüklüğümüzden kaynaklanır tüm endişe ve korkularımız. / Aeden

17. Sen, insan olmayı başarabilmek için doğduğunu anlamadıysan, hangi dine inandığının hiçbir önemi yok. / Gör Beni

18. Yanlışları değiştirmek istiyorsan topa tüfeğe gerek yok, en büyük silah ilimdir, en iyi yöntemse eğitim. Çok şükür ki insan öğrenen bir varlık. / Gör Beni

19. Takipçisiniz, keşifçi değil. Keşifçi olup kendi yolunuzu açmanın, vagon olmamanın tek bir yolu var. Öğrenmek, gelişmek, yol olmak. / Gör Beni

20. Gerçeği bilemezsiniz, çünkü neyi bilip bilmeyeceğinize gerçekler değil, birileri karar veriyor. Tarihi yazanlar sizin geçmişinizi bile istedikleri gibi yazıyorlar. / Gör Beni

Radikal Feminist Eserleriyle Erkeklerin Ne İstediğini Anlatan Yazar Andrea Dworkin

$
0
0

Cinsiyet eşitliği konusunda dünya genelinde pek bir mesafe kat ettiğimiz söylenemez. Cinsiyet eşitsizliği ve kadına şiddet konusundaki sert eleştirileriyle bilinen yazar Andrea Dworkin, radikal feminist görüşleriyle dönemine damga vurmuştu. Düşünceleriyle bazen feministlerle de ayrışan Dworkin, yazılarının kadınlarla ilgili olduğunu söylüyordu. Peki, Drowking’in yazılarında kadınlar, sadece nesne olarak yer alan ve erkekleri tarif etmekte kullanılan isimsiz kurbanlar olabilir mi?

Cinsiyet eşitsizliği ve kadına şiddet konularında eserler ortaya koyan Andrea Dworkin, radikal feminist yazılarıyla birçok kesimin tepkisini toplamıştı

18 yaşında Dworkin’in ‘Last Days at Hot Slit: The Radical Feminism of Andrea Dworkin’ kitabını okumak, ataerkilliği çıplak bir şekilde görmek gibiydi, diyor kitabın editörlerinden Fateman.

Radikal feminist yazar Dworkin, eserlerinde erkeklerin acımasızlığını ve ataerkil zihniyetini sert bir dille eleştiriyordu

Fateman’a göre, Dworking’in çalışmaları erkeğin üstünlüğünü; en kanlı ve sadistik şekilde, vahşi erotizmle ve erkeklerin alışkanlık haline gelmiş şiddet tutumuyla, kadınların rızasını ve sağlığını gözetmeksizin yaptıklarına değinerek, oldukça açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Fateman, Dworkin’in yazılarını zor ve itici yapan şeyin de aslında bu tutum olduğunu söylüyor.

”1980’li yıllarda takıntılı davranmaya ve kendini tekrarlamaya başlasa da kararsızlığa düşmek onu idealinden uzaklaştıracak ve verdiği savaşı kaybetmesine neden olacaktı.’’

Pornografi faşist bir propogandadır ve seks işçiliği cehennemin en alt basamağıdır, diyor Fateman ve kadınların gerçekten özgür olması için ikisinin de tamamen ortadan kalkması gerekir, diye ekliyor.

’’Dworkin’in eserlerini parçalara bölüp analiz etmek yıllar sürebilir. Onun metaforlarını anlamak ve başarılı bir şekilde çözümlemek, bir bombayı imha etmek gibi. Eğer imha edemezseniz hemen kaçmalısınız.’’

Dworkin’e göre, pornografi, tahrik olmak isteyen erkeklere değil kadınlarla problemi olan ve onların aşağılanmasını görmek isteyen erkeklere hitap ediyor, diyor Fateman.

1983 yılında konuşma yaptığı bir konferansta 500 erkeğe sorduğu soru, Drowkin’in feminizm anlayışına dair fikir veriyor

Görece anlayışlı 500 erkeğin katıldığı ‘for Changing Men’ isimli konferansta konuşma yapan Dworkin, ‘’Size karşı neden silahlı mücadele vermediğimizi hiç merak ettiniz mi? Bunun tek sebebi, tüm delillere rağmen, hala sizin insanlığınıza inanıyor olmamız.’’ şeklinde bir soru yöneltmişti.

’’My Life as a Writer’’ kitabında kendisini ’sınırları sevmeyen’ ve ‘yetişkinleri bekçi gibi gören’ biri olarak tarif ediyor

‘Women Hating’ adlı eserinde Julian Beck’in sözlerini aktaran Dworkin, ‘’Ben anarşistim. Ben dava açmam. Mahkeme emri almam.’’ dese de MacKinnon ile ‘Pornografi ve İnsan Hakları’ kitabını yazarken kadınların ve çocukların tecavüze uğramasının sebebini Marquis de Sade’in kitaplarına bağlamış ve kaldırılması için dava açmıştı.

”Dworkin eserlerinde kadınları anlattığını iddia ediyor ancak aslında erkeklerden, erkeklerin ne yaptığından, niye yaptığından ve erkeklerin savunmasının altında neler yattığından bahsediyor.”

Charlotte Shane, kadınların nesne ya da isimsiz kurbanlar olamayacağını ancak Dworkin’in politikasına göre yaşamayı başaramadıkları için boş olarak tarif edildiklerini söylüyor. Dworkin’e göre, ‘mutlu seks işçilerinin’ ve eşlerin, erkek şiddetine maruz kalması, tabuta konulmaya çok benziyor ve cesedi kimse umursamıyor.

Kaynak: 1

Füruğ Ferruhzad’ın Kardeşi Gay Aktivist Feridun Ferruhzad Hakkında 9 Bilgi

$
0
0

İranlı şair, ressam, oyuncu ve yönetmen Füruğ Ferruhzad’ı mutlaka birkaç kez duymuşuzdur. Sanatkârlığının yanı sıra yaman ve aktivist bir kadın olarak tarihe geçen Füruğ, bu işlerde kendisinden aşağı kalmayan kardeşini de pek bir sever. Feridun Ferruhzad, tıpkı ablası gibi lafını esirgemeyen, olduğu şeyi ifade etmekten geri durmayan bir süperstardı. Hala birçokları için öyle kabul görüyor. İran Devrimi’nin ortasındayken dahi eşcinsel ve politik kimliğini gizlemez, bu yönlerini sanatta ve medyada gün yüzüne çıkarır. Çok yönlü bir isim olan Feridun Ferruhzad radyoculuktan aktörlüğe, şarkıcılıktan yazarlığa değin pek çok alanda faaliyet gösterir. Peki başına Füruğ gibi bir ablaya sahip olmak misali hep güzel şeyler mi gelmiştir?

1. Genel bir bakış


7 Ekim 1938’de Tahran’da doğan Feridun Ferruhzad yedi kardeşin dördüncüsüdür. İran’daki temel eğitimlerin ardından üniversite için Almanya, Münih’e gider. Siyaset Bilimi üzerine aldığı lisans eğitimini, doktora ile taçlandırır. Burada Marksizm ile tanışır ve kendine has Marksist görüşler kazanır.

2. Şiir aşkı


Belki Ferruhzad soyadında şiire özgü bir yönelim vardı, belki kan çekmişti. Sebep ne olursa olsun Feridun Ferruhzad da ablası Füruğ gibi ufak yaşta şiire yönelir. Bu meziyetini şarkı söyleme tutkusu da takip eder. 1962 yılında, henüz 24 yaşındayken yazdığı Almanca şiirleri gazetelere yollamaya başlar. Ardından meziyetinin doğal bir sonucu olarak ilk şiir kitabını da çıkarır. Bu kitap Alman edebiyatı içerisinde takdire şayan kabul edilir ve ödüller kazanır. Feridun Ferruhzad çektiği bu dikkat neticesinde Münich Şiir Akademisi’nin bir üyesi olmayı başarır.

3. Radyoculuk dönemi


1966 yılına geldiğimizdeyse Feridun Bey’i bir radyocu ve sunucu olarak görmeye başlarız. Almanya özelinde Avrupa’ya Ortadoğu kültürünü müziklerle tanıtmayı başarır. Mizacındaki enerjik ve esprili yönler de bu radyo programında ortaya çıkar. Almanya’daki bu başarılarının ardından 1967 gibi memleket topraklarına döner.

4. İran zamanları


Almanya’daki radyoculuk ve yazarlık kariyeri neticesinde İran’da yaratıcı işler yapmaya devam eder. Burada TV şovları ve radyo yayınları yapmayı sürdüren Feridun Ferruhzad milyonları ekrana kilitlemeyi başarır. 13 Şubat 1967’de can dostu, ablası Füruğ’u ise ne yazık ki kaybeder. Kardeşine pek çok samimi mektup yazan Füruğ’un bu ölümü her şey karşın Feridun Bey’in yükselişine ket vurmaz. Feridun Ferruhzad medyada yarattığı bu şov dünyasında politik yanını da asla gizlemez. Bir esin kaynağı olmasını sağlayan bu durum, ileride onun başına felaketler de getirecektir.

5. İran Devrimi ve hapis


1979 İran Devrimi, birçok aydın gibi Feridun Ferruhzad’ın da başına işler açar. Henüz İran Devrimi vuku bulmamışken dahi, böylesi bir yönetime karşı çıktığını belirten sanatçı tabii ki bu idare başa geçtiğinde rahat uyuyamaz olur ve neticede 1979’da hapse düşer.

6. Almanya’ya dönüş


Ülkede kendisine rahat vermeyeceklerini anlayan Feridun Bey, kaçmak zorunda bırakılması sonucunda tekrar Almanya’ya gider. Burada bir nevi sürgün hayatı yaşamaya başlayan sanatkâr programlarda söyledikleri nedeniyle ölüm tehditleri alır.

7. Gizlemediği cinsel kimliği


Feridun Ferruhzad, bir eşcinseldir. İki kez evlenip boşanması ise büyük ihtimalle şartların getirdiği bir sonuçtur. Başına türlü belalar gelmiş olsa da kim olduğunu bilir ve bunu söylemekte bir sakınca görmez. Daha doğrusu; görse dahi bu onun için bir engel değildir.

8. Yaklaşan ölüm


Feridun Ferruhzad ölüm konusunda birçok aydın ve entelektüelle aynı kaderi paylaşır: 8 Ağustos 1992 yılında canilerce katledilmesi, ilham verdiği sayısız insanı derinden etkiler. Bu cinayetin en büyük nedeni ise yaptığı TV şovlarından birinde Humeyni’nin cinsel takıntılarını aleni şekilde alaya alması olur. Feridun Ferruhzad bugün de İran başta olmak üzere pek çok ülke insanı için bir idoldür.

9. Füruğ’dan mektup


Yazının başında ablası Füruğ’un Feridun Bey’e yazdığı samimi mektuplar olduğunu söylemiştim. Hem onların arasındaki bağı hem de dönemin atmosferini anlamak açısından bunlardan bir kısmını paylaşalım o halde. Mektupta Füruğ’un kardeşinden daha önce öleceği kehaneti de yüzümüzde bir acı tebessüm bırakıyor… Şair ve çevirmen Haşim Hüsrevşahi’nin çevirisiyle:

Şimdiye kadar sen oradan memnunsun diye seviniyordum, çalışıyorsun ve işlerinde bu kadar başarı elde etmişsin. Şimdi sen kalkmış dönüyorsun ve benim bu kadar öğüdümün sende hiç etkisi olmamış demek. Yazık… Ben de senin gibi sokağımızın tozuna toprağına, Emiriye’nin çocuk dilencilerine, güvercinlerine ve köpeklerine ve günebakan çiçeklerine aşığım ama sen bunları kim için anlatacaksın? Sen sadeliğinle ve temiz ve çocuksu duygularınla yaşıyorsun ve bunlar tam senin bu duygularınla dalga geçerek geçiniyorlar. Ben böyle şeylere alıştım ve bu palyaçoları çok iyi tanıyorum sen de gel onları daha iyi tanı. Senin ve sevgili Anya’nın gelişini bekliyorum. Herhalde ailemizde ilk ölen ben olacağım ve sonra da sıra sende. Ben bunu biliyorum.

Viewing all 457 articles
Browse latest View live