Quantcast
Channel: Edebiyat | ListeList.com
Viewing all 457 articles
Browse latest View live

Kadın Hakları Savunucusu İlk Türk Kadın Gazetecimiz Selma Rıza Üzerine 8 Malumat

$
0
0

Selma Rıza, kadın hakları ve kültür tarihimizin önemli aydınlarından biridir. Başlıkta belirttiğimiz ilk Türk kadın gazetecilik vasfının ona ait olması bir yana, başkaca ilkler de gerçekleştirmiştir. Jön Türklerle olan münasebeti, Jön Türklerin liderlerinden Ahmet Rıza Bey’le olan kardeşliği, meşhur Uhuvvet romanı, harikulade Fransızcasıyla Paris’te yaptıkları ve döndüğünde memleketteki aktif yaşamı onun gerçek bir aydın olduğuna kanaat getirmemizi kolaylaştırır. Böylesi bir hayata değinmemek mümkün mü?

1. Genel bilgiler


1872 İstanbul doğumlu Selma Hanım, ilk Türk kadın gazeteci olmasının yanı sıra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de bilinen tek kadın üyesi olur. Uhuvvet başta olmak üzere romancılığında ele aldığı konular, kadın hakları konusundaki ilerici bakış açısı bugün halen bir değer ve referans olarak değerlendirilir. Kültürün hakim olduğu bir ailede yetişir; babası Ali Bey Şura-yı Devlet üyelerindendir. Annesi Naile Hanım ise Avusturyalı olup evlendikten sonra Müslüman olur. Yedi çocuğun en küçüğü olan Selma Rıza Hanım evde özel dersler alarak eğitimini sürdürür. İleri derecede Fransızca öğrenir. Jön Türk liderlerinden olan ağabeyi Ahmed Rıza da onun eğitiminde büyük etkendir.

2. Paris zamanı


1889 yılında, İstibdat devrinin hüküm sürdüğü bir atmosferde ağabey Ahmed Rıza Fransa’ya gider ve Jön Türk hareketine katılır. Selma Rıza da ailesinden habersizce Paris’e kaçar ve burada ağabeyinin yanına gelir. Eğitimini Sorbonne Üniversitesi’nde sürdüren Selma Hanım, bilinene göre Sorbonne’da okuyan da ilk Türk kızı olur. 10 yıl kadar kaldığı Paris’te siyasi yaşamını İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içerisinde sürdürür. Burada Fransızca olarak çıkartılan Meşveret ile Türkçe yayımlanan Şura-yı Ümmet gazetelerinde yoğun bir tempoda çalışır. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla beraber ülkesine dönen Jön Türklerin arasında Selma Hanım da vardır.

3. ”Kadınlığın tacı” yakıştırması


Oldukça iyi bir eğitimle Fransa’ya giden Selma Hanım, yaklaşık 10 yıllık Paris yaşamında derin bilgiler öğrenerek memleketine döner. Ondaki bu ilim – irfan yükselişi çevresinin de dikkatini çeker. Devrin meşhur kadın edebiyatçılarından Fatma Aliye, Nigar Hanım gibi kişiler de Selma Hanım’daki bu köklü entelektüel yönden kadınlık adına gurur duyarlar. Aile dostlarından, ünlü edebiyatçımız Sami Paşazade Sezai de, Selma Hanım’ı ‘’kadınlığın tacı’’ olarak niteler.

4. İstanbul yılları


Uzun yıllar gazetecilikle ilgilenen Selma Rıza, meşrutiyetle beraber İstanbul’a dönünce gazetecilikten geri durur. Bundan sonra daha çok toplumsal – sosyal konularla ilgilenir. II. Meşrutiyet ile beraber yeniden organize olan Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nde (bugünkü Kızılay) çalışır. Burada beş yıl boyunca genel sekreterlik yapar, ardından kurum yöneticileriyle fikir ayrılıkları yaşaması nedeniyle buradan ayrılır. Hanımlara Mahsus Gazete ve Kadınlar Dünyası gibi devrin önemli yayın organlarında yazılarını yayımlar.

5. Türkiye’nin ilk yatılı kız lisesi


1899’dan itibaren ‘’kadın sorunsalı’’ üzerine çalışan Selma Rıza, kadınlar için okullar açılması adına da mücadele eder. 1861 yılında yazlık saray olarak inşa edilen Adile Sultan Sarayı, zaten kız okulu olması amacıyla 1868’de dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na bağışlanır. Bu potansiyeli gören Selma Hanım 1916’da, abisi Ahmed Rıza’nın da destekleriyle burayı Türkiye’nin ilk yatılı kız lisesine dönüştürmeyi başarır. Kandilli Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultanîsi (bugün Kandilli Kız Lisesi) Selma Hanım’ın bir başarısıdır.

6. Romancılığı


Devrinin feminist bir aydını diyebileceğimiz Selma Rıza, 1910 – 1912 arasında eğitici ve kültür ağırlıklı iki roman yazar, ancak ikisi de yayımlanamaz. 1897’de yazdığı meşhur Uhuvvet (Kardeşlik) romanına gelecek olursak; 19. yüzyıl romancılığımızı aşmayı başaran bir yapıttır. Şöyle ki; Selma Rıza bu yapıtında kadın hakları sorununu devrinin oldukça ilerisinde bir görüşle ve canlı bir üslupla ele alır. Roman yazarın yaşadığı devrin sosyal meselelerini ele alması bakımından bir çağ romanıdır. İçeriğine dair: romanın kahramanları, Mürşid ve Adil adlı iki kardeştir. Birbirinin zıddı yaratılışta olan bu gençlerden Mürşid; şen, hovarda, bilgisi kıt bir ağabeydir. Adil ise ağırbaşlı, sorumluluk ve sahibi, “ilerici” biridir. Anneleri Dilber Hanım’sa olay bir kadındır. Saçı – kaşı siyaha boyalı, 50’lerinde olsa da yaşı yüzünden belli olmayan kurnaz ve kendini saydırmaya önem veren bir kadındır. İki oğlunu da aynı derece sevdiği gibi kendi çıkarı için Adil’e kötülük etmeyi göze alabilir. Modernizmi, kadın haklarını, evliliği, dönemin toplumunu akıcı bir üslupla ele aldığı bu eserine dair Selma Hanım şöyle söyler: “Uhuvvet’i yaratmak, namım teşhir etmek maksadıyla değil, ihvanıma bir yadigâr olmak üzere yazıyorum!”

7. Birleşmiş Milletler’i etkileyen mektubu


Selma Hanım’ın dikkatimizi celbeden bir diğer özelliği de devrinin Birleşmiş Milletleri olan Cenevre’deki Cemiyet-i Akvam ile yazışmasıdır. Selma Rıza’nın buraya yazdığı mektup öylesine etkili olur ki, gidemese dahi kendisi Cenevre’ye davet edilir. Kuruma gönderdiği mektubun özeti şudur: “İstanbul’un işgalinde, gerek Rusya’dan gerek diğer ülkelerden hayli sığınmacı bu şehre gelmiş bulunuyor. Bu arada fakirlik ve kadınlık adına utanılacak olaylar da artmıştır. Bu olay, toplumu sarsmakta ve feci akıbetlere götürmektedir. Bu açıdan Cemiyet-i Akvam’ın harekete geçmesi gerekmektedir.’’ Bu açık çağrı, İstanbul’a temsilcilerin gelmesini dahi sağlar.

8. Şiir ve kadın


Selma Rıza en solda. Selma Hanım 1931 yılında, sessiz bir şekilde bu dünyadan göçüp gider. Cenazesine katılanları saymak içinse ne acı ki bir elin parmakları yeterlidir… 19 Kasım 1917’de, yakın dostu Sami Paşazade Sezai’ye gönderdiği ‘’Şiir ve Kadın’’ başlıklı mektubundan: ”… Muhterem biraderim. Hiç şiirsiz bir kadın tasavvur edebilir misin? Tarlasında buğday eken, başak toplayan, derede çocuğunu yıkayan, kulübesinde hamur yoğuran bir köylü kadının bile, evza-ü etvarında, dikkat edilirse cüz’ı ve iptidaî bir şiirin mevcudiyeti görülür. Böyle bir zamanda şiirin lüzumsuz, faydasız ve hatta muzır addedilmesine hiçbir suretle taaccüp etmiyorum. Fakat bir kadının bu hâli terviç ve halkı da bu yola teşvik etmesini caiz midir? Siz söyleyiniz; şiirden uzaklaşırsak hakikati görecekmişiz. Ah keşke böyle bir hakikati görmesek, öğrenmesek! Sizden istirham ederim efendim, bu temenni edilen ayrılığın yalınız kadın için değil, bütün beşeriyet için bir felaket, büyük bir mahrumiyet olduğunu birkaç sözle ilan ediniz…’’


Baharın Gelişiyle Birlikte Okurken İçinizi Isıtacak 9 Kitap

$
0
0

Bahar çoktan geldi, hatta yaza göz kırpıyor. Güneşli günlerde salgıladığımız mutluluk hormonları havada uçuşuyor. Hayır, bu yazının içeriği bilimsel değil; kültürel. Hemen herkesin, hatta kapalı havaları sevdiğini iddia edenlerin dahi bahar aylarında çeşitli ritüelleri vardır. Ağaçlı, ormanlı, üzerine oturulacak çimenli bir yere gidip piknik yapmak, vapura binmek adına gidiş yolunu denize uydurmak, belki bir kamp, belki bir tatil… Peki ya tıpkı müzikler gibi size eşlik edebilecek kitaplar? İç ısıtan, sevgiyi öne alan, ferahfeza okunacak eserleri derledik. Umuyoruz seversiniz!

1. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git (Susanna Tamaro)


Böylesi bir içerikte en tepede yer alacak eserlerden biri olabilir. Seksenine varmış bir büyükannenin, torununa yazdığı deneyim dolu mektuplardan oluşuyor. Bu mektuplarda büyükannenin içini dökmelerine de şahit oluyorsunuz, hayat hakkında vardığı neticeye de. O netice torununa yazdığı mektupların birinde şöyle dile gelir: “Yapmaya değecek tek yolculuk, içimize yaptığımız yolculuktur; o özgün çağrıya kulak vermeli, yüreğimizin götürdüğü yere gitmeliyiz.”

2. Denizler Altında 20000 Fersah (Jules Verne)


Eserin çeviri edebiyatımızdaki en ayırt edici özelliği; Tanzimat edebiyatı devrinde romanla tanıştığımızda bu eserin de ilk çevirilerden biri olmuş olmasıdır. Meşhur Kaptan Nemo’nun denizaltısıyla yaptığı yolculuk ve her türden deniz canlısının da yer aldığı bu kurmaca, çocuk edebiyatı kadar yetişkinlerin de heyecanla okuduğu bir yapıt olmuştur. Gemilere çarparak onları batıran garip bir cismin peşindeki bu esrarlı yolculuğu, hissederek okumanız kuvvetle muhtemel.

3. Ağaca Tüneyen Baron (Italo Calvino)


Çocuk saflığı barındıran ve yetişkinleri de kapsayan bir diğer eser, Calvino’nun meşhur Ağaca Tüneyen Baron’udur. Bir tür ütopya olan kurmacada; on iki yaşında babasının tavırlarından rahatsız olup ona çıkışan bir çocuğun bundan sonra tüm ömrünü ağaçlarda geçirme telaşesi yer alır. Çocuk öyle kararlıdır ki yeryüzüne bir daha ayak basmamaya yeminlidir ve tüm günlerini ağaçlarda geçirmeye başlar.

4. Siddhartha (Hermann Hesse)


1960 ve 70’lerde özellikle Zen ve yol felsefesine merak duyan gençleri içine çekmiştir Siddhartha. Sebebi ise eserde yeni bir öğreti ve yolculuğu keşfeden bir başkişinin olmasıdır. Siddhartha, kendisinden önceki hiçbir hocayı ve onların öğrettiklerini tam olarak içselleştiremez, herkesin kendi yolculuğu olduğuna ve bunu bir başkasından öğrenemeyeceğine inanır. Yazarın bu en ünlü eseri Budizm’e de göz kırpar.

5. Anadolu Notları (Reşat Nuri Güntekin)


Romancılığımızda dili en güzel kullanan isimlerimizden Reşat Nuri Güntekin’in bu iki ciltlik eseri bir gezi yazısıdır. Yazarın Çalıkuşu adlı eserinin de Anadolu’yu çok iyi anlatması bakımından Atatürk’çe sevildiği bilinir. Güzelliğe ve sevgiye inanan Reşat Nuri Bey Anadolu seyahatleri ve konaklamaları sırasında halkın güzel yanlarını bu çalışmasında gözler önüne serer.

6. Sarnıç (Sait Faik Abasıyanık)


Hem bahar hem de okumak diyorsak listemizi zenginleştirecek bir diğer isim de Sait Faik’tir. Öykülerindeki insanları öylesine gerçek ve yalın bir dille aktarır ki bu karakterlerin gerçek kişiler olduğunu bilmeyenlerimiz dahi onların kalp atışlarını duyabilirler. Şahsi tecrübem o ki, Sait Bey’i bir deniz kenarında otururken okumak da başka güzeldir. İçinde pek çok öykünün yer aldığı esere adını veren Sarnıç’tan şu alıntıyı yapabiliriz: “Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk.”

7. Gündökümü (Tomris Uyar)


‘’Bir Uyumsuzun Notları’’ alt başlığıyla sunulan Gündökümü, yazarın gerçekten tanık olduğu olaylardan yola çıkarak yazdığı kitabıdır. Edebiyat çevresi, dostluklar, tebessüm ettiren anılar… yazarın yirmi beş yıl boyunca tuttuğu bu ‘’gündökümleri’’ döneminin genel anlayış ve öncüllerini hesaba katarsak gerçekten de ‘’uyumsuz’’ notlar olsa gerek. Eh, Tomris’i biraz da bu yüzden sevmez miyiz? Kitaptaki konu zenginliği gereği tek bir alıntıyla yetinmeye çalışacağım: ‘’Sevginin yalnızca bir duygu olmadığını, bilgi de gerektirdiğini kendimden biliyorum. Sevgi savurganlığım yüzünden habire su vererek çürüttüğüm kaktüsler hâlâ aklımda. Bir dostum ‘iyi ki akvaryumda balık beslemiyorsun’ demişti, ‘her halde havasız kalmalarına üzülür sudan çıkarırdın onları.’ ‘’

8. Doğmamış Çocuğa Mektup (Oriana Fallaci)


İçinizi ısıtmaktan öte bir yapıt. Eserin adından da bilebileceğimiz üzere; Fallaci burada doğmamış çocuğuna mektuplar yazıyor. Bu, bir yandan da güçlü bir monolog eser. Erkeğinden ayrılan bir kadının hamile olduğunu anlamasıyla başlayan bu fırtınalı konuşmalar, anlatıcının kaygılarını, umutlarını, korku ve sevgilerini olduğu gibi gözler önüne seriyor. Gerçekten feminist ve gündemde olmayı başaran bir yazar tarafından anlatılması bir yana; gebe bir karakterin toplumsal roller üzerine olsun, bireysel kimlikler olsun yaşadığı kaygıların bu kadar etkileyici yazılabilmesi az rastlanan bir başarı olsa gerek. Ufak bir iktibas: “Senden korkuyorum. Seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: ‘Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni, neden?’ ‘’

9. İstanbul’un Nâzım Planı (Sunay Akın)


Şairin ‘’Yeditepeli şehrim’’ diye şiirlerinde bahsettiği İstanbul tabii ki Nâzım’ın pek çok hatırasıyla iç içe. Bunları da bizi hep şaşırtacak denli bilgileri ortaya çıkaran Sunay Akın’ın aktarması oldukça doğal. Farklı başlıklarda bir araya birçok eğlenceli Nâzım ve İstanbul bilgilerinden bir ufak alıntı: ‘’Tarih: 1 Ocak 1921… Yeni bir yılın ilk sabahında İstanbul’a kar yağmış ama pek tutmamıştır… Yol kenarlarında ve Çamlıca tepesinde beyazlıklar göze çarpıyor… Sirkeci’den demir alan bir vapur pamuk balyalarıyla dolu olsa da, asıl yükü direnişe katılmak için Anadolu’ya geçen Kuva-i Milliyecilerdir. Vapurda dört de şair vardır: Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Vâlâ Nureddin ve Nâzım Hikmet… Kız Kulesi’ne doğru yaklaşıldıkça Nâzım’ın yüreğindeki korku da büyür. Çünkü, Kız Kulesi işgal yıllarında İngiliz askerleri tarafından Boğaz’dan geçen gemilerin kontrol edildiği bir karakol olarak kullanılıyordu.’’

Yapay Zekalar Bizim İçin Okuyup Özet Çıkarabilir Mi?

$
0
0

Bu okuduğunuz da dahil olmak üzere, bir bilim yazarının işi; özel teknik terminolojilerle dolu bilimsel çalışmaları okumak ve daha sonra bunların içeriğini bilimsel geçmişi olmayan okuyuculara anlayabilecekleri bir dilde nasıl açıklayabileceğini düşünmekten ibarettir.

MIT’den bir ekip ve beraberindeki birkaç kişi, yapay zeka formunda (AI) bir tür sinir ağı geliştirerek, bu işi -sınırlı ölçüde de olsa- yaptırabildi.

Bu yapay zeka bilimsel çalışmaları okuyup sonrasında sade bir ingilizce ile çalışmayı bir ya da iki cümlede özetleyebiliyor.

Bu sınırlı formdayken bile, böyle bir sinir ağ; editörlere, yazarlara ve bilim insanlarına kaynak tarama konusunda özet bilgiler çıkararak oldukça yardımcı olabilir. 

Ancak ekibin geliştirdiği yaklaşım, makine çevirisi ve konuşma tanıma da dahil olmak üzere dil işlemenin yanı sıra, başka alanlarda için de kendisine uygulamalar bulabilir

Transactions of the Association for Computational Linguistics’de yayımlanan çalışma, her ikisi de MIT lisansüstü öğrencileri olan Rumen Dangovski ve Li Jing, MIT’den fizik profesörü Marin Soljačić,, Katar Bilgisayar Araştırma Enstitüsü’nden (Qatar Computing Research Institute) kıdemli profesör Preslav Nakov ve MIT’den Knight Science Journalism üyesi ve New Scientist dergisinin eski editörlerinden biri olan Mićo Tatalović tarafından kaleme alındı.

Çalışma, sinir ağlarına dayalı yeni yapay zeka yaklaşımları geliştirmeyi içeren ve fizikteki bazı zorlu sorunların üstesinden gelmeyi amaçlayan, ilgisiz bir projenin sonucu olarak ortaya çıktı. Ancak, araştırmacılar kısa sürede aynı yaklaşımın, doğal dil işleme de dahil olmak üzere diğer zorlu hesaplama problemlerini, mevcut sinir ağı sistemlerinden daha iyi performans gösterebilecek şekilde ele almak için kullanılabileceğini anladılar.

Soljačić, “Son birkaç yıldır AI ile çeşitli işler yapıyoruz” diyor. “Araştırmamıza yardım etmek için AI’ı kullanıyoruz, temel olarak daha iyi fizik yapabilmek için. Ve şimdi AI ile daha aşina durumdayız. Fizikten çok iyi bildiğimiz bir şey yüzünden, arada bir AI alanına bir şeyler ekleyebileceğimizi fark ettik: Belirli bir matematiksel yapı ya da belirli bir fizik yasasını kullanırsak ya işe yarıyor ya da AI’yi geliştiriyor.”

Soljačić aynı zamanda bu yaklaşımın çeşitli spesifik görev türlerinde faydalı olabileceğini söylüyor, ancak hepsinde değil. “Bunun tüm AI için faydalı olduğunu söyleyemeyiz, ancak verilen bir AI algoritmasını geliştirmek için fizikten bir içgörü kullanabileceğimiz durumlar var.”

Genel olarak sinir ağları; insanların bazı yeni şeyleri öğrenme şeklini taklit etme çabasıdır. Bilgisayar birçok farklı örneği inceler ve temel kalıpların ne olduğunu “öğrenir”. Bu tür sistemler, fotoğraflarda gösterilen nesneleri tanımlamayı öğrenmek gibi, örüntü tanıma için yaygın olarak kullanılır.

Ancak, genel olarak sinir ağları, bir araştırma belgesinin yorumlanmasında gerektiği gibi, uzun bir veri dizisinden elde edilen bilgileri ilişkilendirmede zorluk çeker. Araştırmacılar, Uzun Kısa —  Süreli Bellek (Long Short-Term Memory  “LSTM”) ve Kapılı Yineleme Birimleri (Gated Recurrent Units “GRU”) olarak bilinen teknikler de dahil olmak üzere bu yeteneği geliştirmek için çeşitli hileler kullandı. Ancak bunlar hala gerçek doğal dil işleme için ihtiyaç duyulan şeylere karşı yetersiz kaldığımız gerçeğini değiştirmedi.

Ekip, geleneksel sinir ağlarının çoğunda olduğu gibi, matrislerin çarpımına dayanmak yerine, çok boyutlu bir uzayda dönen vektörlere dayanan alternatif bir sistem ortaya koydu. Anahtar kavram; Dönel  Bellek Birimi (Rotational Unit of Memory “RUM”) olarak adlandırdıkları bir şey

Temel olarak sistem, metindeki her kelimeyi çok boyutlu uzayda bir vektörle gösterir -yani belirli bir yöne işaret eden belirli bir uzunluktaki çizgiyle. Her takip eden kelime, bu vektörü sonuçta binlerce boyuta sahip olabilecek teorik bir alanda temsil edilen bir yönde kaydırır. İşlemin sonunda, sonuç olan vektör ya da vektör kümesi, karşılık gelen sözcük dizisine geri çevrilir.

Nakov, “RUM, sinir ağlarının 2 şeyi çok iyi yapmasına yardımcı oluyor” diyor. “Daha iyi hatırlamalarına yardımcı oluyor ve bilgileri daha doğru hatırlamalarını sağlıyor.”

Soljačić, RUM sistemini karmaşık mühendislik malzemelerinde ışığın davranışı gibi bazı zorlu fizik problemlerine yardımcı olmak için geliştirdikten sonra, “Bu yaklaşımın faydalı olacağını düşündüğümüz yerlerden birinin, doğal dil işleme olacağını düşündük ”diyor. 

Tatalović ile yaptıkları bir sohbeti hatırlatarak, O’nun kendisine böyle bir aracın; hangi makalelerin yazılacağına karar vermeye çalışan bir editör olarak ,çalışması için faydalı olacağını belirttiğini söyledi.

Tatalović, Knight destekli bir proje altında bilim gazeteciliğinde AI’yı araştırıyordu.

Soljačić, “Böylece, birkaç doğal dil işleme görevini denedik” diyor. “Denediğimiz bir konu makaleleri özetlemekti ve oldukça iyi çalışıyor gibi görünüyor.”

Kanıt Okumada

Örnek olarak, aynı araştırma makalesini geleneksel bir LSTM tabanlı sinir ağı ve RUM tabanlı kendi sistemleri aracılığıyla ayrı ayrı denediler. Elde edilen özetler çarpıcı biçimde farklıydı.

LSTM sistemi gereksiz şekilde tekrarlayan ve oldukça teknik bir özet verdi:

“‘Baylisascariasis’, fareleri öldürür, alejenik paket farelerini tehlikeye sokar ve körlük ya da ağır sonuçları olan hastalıklara neden olur.”

“‘Baylisascariasis’ olarak adlandırılan bu enfeksiyon, fareleri öldürür, paket farelerini tehlikeye sokar ve körlük ya da ağır sonuçları olan hastalıklara neden olur.”

“‘Baylisascariasis’ olarak adlandırılan bu enfeksiyon, fareleri öldürür, paket sıçanlarını tehlikeye atar.”

Aynı makaleye dayanarak, RUM sistemi çok daha okunaklı bir özet üretti ve diğeri cümlenin gereksiz tekrarlarını da içermiyordu:

“Kentsel rakunlar insanları daha önce düşünüldüğünden daha fazla etkileyebilirler.”

“Ankete katılan kişilerin % 7’si rakun solucan antikorları için pozitif sonuç verdi.”

“Santa Barbara’daki rakunların yüzde 90’ından fazlası bu parazite ev sahipliği yapıyor.”

Gelelim en eğlenceli kısmına.. araştırmacılar bu sistemi kendi makaleleri için kullandılar…

İşe yeni sinir ağının özeti:

“Araştırmacılar, doğal dil işleme sürecinde sinir devriminin geniş yelpazesini çözmek için kullanılabilecek, tekrarlayan bir hafıza olan RUM’ın dönel birimi üzerine yeni bir proses geliştirdiler.”

Çok zarif bir yazı olmayabilir, ancak bilginin kilit noktalarına isabet ediyor.

Bu çalışmada yer almayan İngiliz AI şirketi Deepmind Technologies’de bir araştırmacı olan Çağlar Gülçehre; bu araştırmanın sinir ağları içinde zaman ya da uzayda geniş ölçüde ayılmış olan bilgi parçalarıyla ilişkili önemli bir problemi ele aldığını söyledi.

Gülçehre; “Bu, sıralama tahmin görevlerinde, uzun zaman gecikmeleri üzerine muhakeme yapma zorunluluğu nedeniyle AI’da çok büyük bir problemdir” dedi. “Her ne kadar bu makalenin bu sorunu tamamen çözmediğini düşünsem bile; soru cevaplama, metin özetleme ve ilişkisel hatırlama gibi uzun vadeli bağımlılık görevlerinde ümit vaat ediyor.”

Araştırma; Ordu Araştırma Ofisi (Army Research Office), Ulusal Bilim Vakfı (National Science Foundation), Yapay Zeka Üzerine MIT — SenseTime Anlaşması (MIT — SenseTime Alliance on Artificial Intelligence) ve Yarıieltken Araştırma Kurumu (Semiconductor Research Corporation) tarafından desteklendi.

 

Çalışmanın orijinaline aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Rumen Dangovski, Li Jing, Preslav Nakov, Mićo Tatalović, Marin Soljačić. Rotational Unit of Memory: A Novel Representation Unit for RNNs with Scalable Applications. Transactions of the Association for Computational Linguistics, 2019; 7: 121 DOI: 10.1162/tacl_a_00258

Yeni Eser Arayanlar İçin Taptaze Yeni Çıkan Kitaplar

$
0
0

Kitaplar, diyorum çünkü roman dışındaki türlerde de yeni çıkanları listeye ekledim. Günceli takip eden okuyucu belki zaten raflarda ne var ne yok biliyordur. Bir de klasik yapıtları okuyanlarımız var; onları bitirmeden rahat edememe gibi değerli fikirlere sahipler. Onlar da bir yandan yeni çıkan çalışmalara, romanlara, araştırma kitaplarına eğilmeliler. Buyurunuz!

1. İstanbul ve Boğaziçi (Pierre De Tchihatchef)


Adeta bir seyyahın gezi notlarından oluşan kitabıdır. Pierre De Tchihatchef 1847 ila 1858 yıllarında Anadolu’yu baştan sona gezer. 1845’te İstanbul’a geldiğinde ise Boğaziçi’ne ayrı bir merak duyar. Dönemin görsellerini de barındırması açısından çalışma bir tarih kitabı vasfı dahi görebilir. Arka yazıdan: ‘’İstanbul’a ilk kez 1845 yılında Rus elçiliğinde ataşe olarak gelen Tchihatchef Boğaziçi’ne ayrı bir ilgi gösterir. Bölgeyi geniş bir çerçevede ele alarak Adalar’ı, Bitinya’yı, Trakya ve Kocaeli’yi de yaptığı incelemelere dahil eder. İstanbul’un fiziki yapısı, iklimi, bitki örtüsü, hayvanları ve suları hakkında da detaylı gözlemlerde bulunan yazar, Strabon, Homeros gibi Antikçağ yazarlarının aktardığı bilgileri, hikâyeleri, efsaneleri de anlatısına katarak bizi zaman içinde keyifli bir yolculuğa çıkarıyor.’’

2. Ateş Yakmak (Jack London)


İlk gençliğinden itibaren pek çok işte çalışan, çağının hakim görüşlerine ters giden Jack London insan tabiatını fevkalade işleyen bir yazar. Ateş Yakmak kendisinin de bizzat içinde bulunduğu coğrafya ve yaşamları konu ediniyor. Tanıtıcı arka yazıdan: ‘’Biri 1902’de, öbürü 1908’de yayımlanan ve “Ateş Yakmak” başlığını paylaşsalar da birbirlerinden olay örgüsü yönünden ayrılan iki hikâyeyle, “Yaşama Azmi” adlı üçüncü bir hikâyenin bir araya getirildiği bu derlemede de Jack London insanın buz kaplı doğayla ve kendi benliğiyle yüzleşmesini anlatır. Gençliğinde Klondike bölgesine altın aramaya giden ve soğuğun hüküm sürdüğü bu topraklarda bizzat yaşamış olan London, Alaska’dan Yukon’a, Kolondike’ten Kanada tundralarına kadar yörenin coğrafyasına ve sakinlerine oldukça hâkimdir.’’

3. Sil Baştan (Müge İplikçi)


Çağdaş Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden Müge İplikçi sosyal nizamın içerisinde kadının yerini sorgulayan yapıtlar ortaya koyuyor. ‘’Şöyle yapmalı, böyle davranmalı’’ gibi sözlerle kadını adeta formatlama çabası hakimken Müge Hanım’ın eserleri olayın içinden eserler olduğu için önemli. Sil Baştan temizlik takıntısı olan bir edebiyat öğretmeniyle, Nebiye Hanım’la tanıştırıyor bizi ve tabii silinip tekrar yazılan kaderlerimizle de…

3. Bilinmeyen Sular (Mevsim Yenice)


Çağdaş Türk yazarlarından Mevsim Yenice de yeni eseri Bilinmeyen Sular ile edebiyatın gündeminde. İlk öykü kitabı Tekme Tokatlı Şehir Rehberi’ydi ve 2019 Notre Dame de Sion Mansiyon Ödülü’ne layık görüldü. Bu yeni eserinde türlü psikolojik çıkmazlar ve çatışmaları akarsu gibi bir anlatımla karşımıza çıkarıyor. Mesela neleri? Tanıtım bülteninden: ‘’Bu öyküler hayata açılma endişesi içinde dolananları, kendi içindeki tutsaklığı sorgulayanları, günümüze has sahipsizlik, korunaksızlık duygusuyla yüzleşmeye çalışanları, düğüm olan ilişkileri, geçmişe takılıp sadece seyirci olarak yaşamayı seçenleri anlatıyor. Hem de dupduru bir dil, yeri geldiğinde hayli nüktedan bir anlatım, alabildiğine samimi bir yaklaşımla.’’

4. Şafakta Ayrılık (Gloria Lisé)


Arjantinli müzisyen, avukat ve yazar Gloria Lisé, dilimize çevrilen bu eserinde Arjantin’de ‘’Kurşunlu Yıllar’’ olarak bilinen 1976 – 82 arasından bir kesit sunuyor. 1976’da Arjantin’de yapılan darbe ile beraber sivil hayatın ve insanların yaşadığı onlarca faciaya eser ışık tutma görevini görüyor. “24 Mart 1976’da Arjantin’de bir darbe daha olmuştu, aynı gün on beşime basmıştım. Gelecek planlarının ve hayallerin tohumlarını atacağım, ben olgunlaştıkça onların meyve vereceği bir dönem başlamalıydı aslında hayatımda. Ülkem, buna olanak sağlamalıydı…”

5. Gizemli Tarih Oyunu (Demet Ekmekçioğlu)


Çocuk edebiyatı kategorisine dahil olsa da içerdiği konular bakımından yetişkinlerin de alabileceği bir kitap. Gizemli Tarih Oyunu; arkeolojiden doğaya, tarihten kadim değerlere kadar uzanan geniş bir perspektife bizi bir ‘’kazı’’ya çıkarıyor. Açıklama yazısından: ‘’Ufuk bir arkeolog değil ama o yıl yaz tatilinde gerçek bir keşif yapar. Hem de arkeologların yıllardır çalıştığı alanın yanı başındaki Karain Mağarası’nın içinde! Taş Çağı döneminden çok önemli bilgiler sunan mağara, Ufuk için de unutulmayacak bir maceranın başlangıcıdır. Bu heyecanlı keşif, her zaman tasarlamak istediği bilgisayar oyunu için de müthiş bir ilham kaynağı olur.’’

6. Manzaralar (John Berger)


John Berger’in önemli bir hikâye anlatıcısı olduğunu da gösteren Manzaralar yazarın sanata ve sanatçıya olan yaklaşımını anlamamız açısında altın değerinde. Portreler kitabında da buna benzer konuları işleyen Berger, yaratıcı ve sanata dair iş yapmak isteyenlerin, bu konularda kafa patlatanların referans alabileceği bir çalışma ortaya koymuş. Tanıtımda da örneklediği sanatçıların birkaçı yer alıyor: ‘’Berger’ın düşüncesini şekillendiren bireylerden –demek yoldaşlardan– söz eden yazıları bir araya getiriyor Portreler’in kardeşi Manzaralar: Antal, Raphael, Brecht, Barthes, Benjamin. Yanı sıra haritalar, patikalar, mekânlar, köyler, kasabalar, kentler, tarihsel zamanlar.’’

7. Aramızdaki Ağaç (Sema Kaygusuz)


Öykü ve roman türlerinde eserler veren, Çağdaş Türk yazınının kıymetli isimlerinden Sema Kaygusuz Aramızdaki Ağaç’ta 21 yazısını bir araya getiriyor. Bir tür konuşma, edebî sohbet olarak nitelendirilebilecek eserdeki yazılardan birkaçının başlığı şöyle: Dünyalılar – Anneyi Gör, Öyle Büyü – Açlığı Yaratmak – Hınç Rejiminde Direniş. Kitaptan bir alıntı: ‘’Şimdi diyorum ki dost, aramıza koyacağımız udu henüz hak etmedik biz. Meragi’nin bestelediği Şirazi güftelerinden bihaber kan koklayan vahşi hayvanlar gibi kör olası cahilliğimizle ömürsüz güzelliği arıyoruz yüreğimizde. Ne kültürsüzlükle ne de savaşla açıklanabilecek bir nasipsizlik bizimkisi. İnsanı anbean çürüten meraksızlık…’’

8. Yamaç (İvan Gonçarov)


Zamanlar üstü eseri Oblomov ile dünya edebiyatı tarihine geçen Gonçarov, tıpkı Oblomov’da olduğu gibi Yamaç’ta da 19. asır Rus toplumunun bir tablosunu çiziyor. İçeriğe dair arka yazıdan: ‘’Gonçarov yirmi yıl üzerinde çalıştığı Yamaç’ta toplumsal gelişmelerin ışığında romana eklediği karakterleri ve odak noktasını zamanla değiştirir. Volohov karakteriyle nihilizmi, roman bütünlüğünü sağlayan karakteri Rayski’yle ise dönemin Rus sanatçılarını eleştirir.’’

9. Sanat ve Edebiyat Yazıları II (Murat Belge)


Türk yazar ve akademisyen Murat Belge, bugün 76’sında. Geçmişten bugüne pek çok yazar, aktivist ve sanatkârla da dostlukları olmuş bir isim. Aklıma ilk geleni Sevgi Soysal… Böylesi bir birikim ve hatıralarla gelişen Belge bu kitabında sanatın birçok dalı üzerine çeşitli görüşler öne sürüyor. Teorik diyebileceğimiz kitabın arka yazısından: ‘’Murat Belge, romandan resime, musikiden sinemaya oldukça geniş bir alanda kalem oynatıyor. Safveti Ziya ve Vecihi gibi bugüne kadar ihmal edilmiş romancılardan Nurullah Ataç ve Fethi Naci gibi bir döneme damgasını vurmuş eleştirmenlere; Shakespeare’den Mary Shelley’ye, Paul Cézanne’dan Alexander Nevski’ye insanlığın kültürel hafızasında kalıcı izler bırakmış olan yazar ve sanatçıların eserlerine eleştirel bir dikkatle eğilen Belge’nin yazıları estetik alanındaki güncel ve tarihsel meselelere zengin bir içerikle ışık düşürüyor.’’

Yazarlarımızın Anneleriyle Olan Birbirinden Farklı İlişkileri

$
0
0

Annelik hiç şüphesiz ki tıpkı babalık gibi büyük ödevlerin ve sorumlulukların olduğu bir alan. Bu alanda yer almak isteyenler olacağı gibi istemeyenler de haliyle olacaktır. Yazımızda, biraz da edebiyatla ilişkilendirme gayreti neticesinde yazar ve şairlerin anneleriyle olan ilişkilerini ele alalım dedik. Bize daha tanıdık gelsin diye de Türk yazar ve şairleri seçtik. Tabii ki türlü vaziyet ve güçlük içinde olan sayısız anne de var. Şayet Anneler Günü, bu gerçeği düşünmemizi sağlayacaksa ne mutlu. Bakalım yazarlarımızın anneleri kimler ve evlatlarıyla nasıl bir ilişki içerisindeler? Anneler Günü kutlu olsun!

1. Nâzım Hikmet ve Celile Hanım


Nâzım’ın Nâzım olmasında annesi Celile Hanım’ın büyük pay sahibi olduğu su götürmez bir gerçek. Bunu tek bir şeyle dahi ispatlayabiliriz; ressamlığıyla! Evet, Celile Hanım (1880 – 1956) ilk Türk kadın ressamlarımızdan biridir ve belli ki Nâzım’ın resim yeteneği de ona annesinden mirastır. Üstte gördüğünüz Nâzım resmi de bizzat annesi tarafından çizilir. Celile Hanım; evde özel hocalar tarafından yetiştirilir, dönemin saray ressamı tarafından da eğitim alır. Sonrasında Roma ve Paris’te de bulunan Celile Hanım oğlu Nâzım hapiste açlık grevindeyken bir işe kalkışır. Oğlunun serbest bırakılması adına Galata Köprüsü üzerinde pankart açarak imza toplar. Ayrıca bizzat Atatürk ve İsmet İnönü’ye de aynı amaçla mektup yazar. Celile Hanım’ın çok üretken bir ressam olduğu, ileri yaşta gözlerine inen katarakta rağmen resmi sürdürmek için üç gözlük takarak çalıştığı bilinir.

2. Sait Faik ve Makbule Hanım


Makbule Hanım (1883 – 1963) oğlundan uzun yaşamıştır. Bunu belirtme nedenimize geçmeden önce; kendisi Adapazarı’nın ileri gelen bir ailesine mensuptur. 1913 yılında eşiyle anlaşmazlık yaşayan Makbule Hanım, üç buçuk sene eşinden ayrı kaldığı gibi oğlunu da babasının yanında bırakır. Ardından tekrar bir araya gelir ve Burgaz Ada’dan da bir ev satın alırlar. 1938’de eşini yitiren Makbule Hanım, aile gelirlerini de kendisi yönetmeye başlar ve bir yazar olan oğlunun sanatını rahatça sürdürebilmesi adına ona finansal destek sağlar. Sait Faik’in bu konuda annesinden gördüğü destek gerçekten önemlidir. Sait Faik Bey’in vasiyeti; malvarlıklarının çoğunun ve eserlerindeki telif hakkının Darüşşafaka’ya bağışlanması olur. 1954’te vefat edince annesi de buna uyar, ayrıca Sait Faik ve Makbule Abasıyanık Hikaye Mükafatı yarışmasını da 1955’te başlatır.

3. Yaşar Kemal ve Nigar Hanım


Anadolu’nun içinden gelen ve bize her daim bu toprakların öyküsünü iyisiyle kötüsüyle anlatan çınarımız Yaşar Kemal aslında edebiyatla ilgilendiği çocukluk yıllarında annesinin engeliyle karşılaşır. Kemal’in babasının hazin bir şekilde öldürülmesinden sonra Nigar Hanım (1890 – ?) yazarın amcası Tahir Efendi ile yuva kurar. Yaşar Kemal Bey’in saz çalıp şiir yazarak diyar diyar dolaşacağı, zorluklar çekeceği endişesiyle Nigar Hanım başta buna karşıdır. En nihayetinde yazar, Nigar Hanım’ın tek çocuğudur ve annesi tarafından gözetim altındadır. Kemal’in, babasının koruyucusu olan bir beyin öldürülmesi sonrası yaktığı ağıtı ise annesi duyar ve beğenir. Böylece Yaşar Kemal’e engel olmaktan vazgeçer.

4. Orhan Pamuk ve Şeküre Hanım


Nobel edebiyat ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un da annesiyle olan ilişkisi dikkat çekici ayrıntılara sahip. Şeküre Hanım 1720’lerde Girit Valiliği yapan İbrahim Paşa’nın soyuna mensuptur. Kendisine ”Orhan” adının verilmesinde annesi Şeküre Hanım’ın etken olduğunu aktaran yazar, bu konuda şunları söylüyor: ”Annem, bana biraz da tuhaf ve gülünç gelen imparatorluğu kaybetme derdi ve küçük kalabalık bir aileye sahip olma keyfi arasında gidip gelen bu padişah ismi şakasına değinerek, günün birinde şöyle dedi: ‘Adının Orhan olmasını ben istedim. Çünkü padişah Orhan öyle fazla tantanalı, gösterişli, ilgi çekmek için çırpınan bir insan değildi! Büyük işler peşinde koşmadı. O sıradandı…’ ”

5. Sabahattin Ali ve Hüsniye Hanım


Türk halk edebiyatının başat isimlerinden Sabahattin Ali’nin annesi zor bir hayat yaşamıştır. On altısı gibi Ali’yi doğuran ve ruhsal sorunları nedeniyle defalarca intihara kalkışan Hüsniye Hanım, genç yaşta anne olmasıyla nedeniyle oğluyla fazla ilgilenemez. Buysa yazarın içe kapanık bir çocukluk geçirmesine neden olur. 1920’lerin sonlarına doğruysa Hüsniye Hanım’ın sağlık sorunları artış gösterir.

6. Fakir Baykurt ve Elif Hanım


Özellikle ‘’Yılanlar Öcü’’ adlı eseriyle büyük dikkat toplayan Fakir Baykurt’un annesi Elif Hanım’la olan popüler bir anısı var. Bir ders niteliğinde olan bu hatırayı alıntı halinde aktarıyorum: ‘’O günlerde şimdi herkesin bildiği çayın yeni yeni içilmeye başladığı yıllarmış. Evlerinin önüne açılan kahveden gelen, hoş kokulara dayanamayan Fakir Baykurt bir gün: ‘Çay isterim, ille de çay!’ diye tutturmuş, anası oğluna kıyamamış, elinden tutup kahvenin önüne götürmüş, Kahveci Topal Hüseyin’i çağırmış: ‘Hüseyin bir bardak çay getir!’ Fakir Baykurt, sıcak çaydan hızla bir yudum içmiş ama ağzı yanınca bardağı yere atmış. ‘Anam şimdi vuracak? Şurama mı vuracak? Burama mı vuracak?’ diye korkarken anası kahveciyi yeniden çağırmış: ‘Hüseyin bir çay daha ver!’ Fakir Baykurt’a ikinci çay gelmiş. Çayı üfleyerek içmiş. Yıllarca anasına sormuş durmuş: ‘Anacığım o gün çayı döktüm, bir tokat vurmadın; neden vurmadın?’ Bu sorunun yanıtını anası yıllar sonra oğlunun öğretmenlik yaptığı köy okulunda vermiş. Beş sınıfı birden okutan Fakir Baykurt anasının ders izlemeye geldiği günü şöyle anlatıyor: ‘Sınıfta estim, gürledim!’ Anası: ‘Yıllarca sordun, durdun. Şimdi söylüyorum, aç kulağını dinle! Ben sana çay döktüğün gün kızsaydım, içindeki aslan küserdi. Dövseydim, o aslan ölürdü! Böyle öğretmen falan olamazdın. İşte, sen de benim yaptığımı yap ve sakin ol. Dayak atıp bu çocukların içlerindeki aslanı sakın öldürme!’ ’’

7. Yusuf Atılgan ve Avniye Hanım


Aylak Adam ve Anayurt Oteli’nin yanı sıra Canistan adlı eseriyle de bildiğimiz Yusuf Atılgan’ın annesine dair bilinen ilk şeylerden biri; Türkçeyi güzel konuşmasıdır. Yerel ağzı da kullanarak konuşmasına bir ahenk katarmış Avniye Hanım. 1947’de babasının vefatıyla aile işlerini devralan Atılgan, Avniye Hanım’a yardımcı olan Sabahat Hanım’la evlenir.

8. Tomris Uyar ve Celile Hanım


Annesinin kucağındaki Tomris, burada 1 yaşında. Türk öykücülüğünün ve İkinci Yeni’nin meşhur ismi, hayatın pek de ciddiye alınmayacak bir şey olduğunun altını çizen Tomris Uyar hukukçu bir anneye sahiptir. Celile Hanım ayrıca, tıpkı eşi gibi edebiyata pek düşkündür ve çeviriler yapar. Yazarımızın çocukluğu da bu çeviriler içinde geçer. Annesinin ayrıca, 1936’da büyük ressam Osman Hamdi Bey tarafından yapılan bir de yağlıboya portresi vardır.

9. Sevgi Soysal ve Aliye Hanım


Sevgi Soysal’dan bahsetmek için çıkış noktamız kalıplara sığamamak olsa gerek. Zira Adalet Ağaoğlu da yazar hakkında şunları söyler: “Bana kalırsa, Sevgi’nin başı asıl kendi kendisiyle büyük dertteydi. Dar gömleklere sığamazdı” Annesi Aliye Hanım aslen Almandır ve Anneliese Rupp adına sahiptir. Daha sonra evlenip Türkiye’ye dönünce isim değişikliğine gider. Tante Rosa adlı eserinin mekan açısından Almanya’da geçmesinde de annesinin kökeni şüphesiz ki etkilidir. Soysal ayrıca annesinden oldukça etkilenmiştir. Sözgelimi; Aliye Hanım’ın sevgide samimiyet kriteri Soysal’ın da hayata dair bir ölçüsü olmuştur.

El Yazınızın Sizin Hakkınızda Verdiği Önemli İpuçları

$
0
0

El yazısının bugün geçmişe oranla daha az tercih edildiği bir gerçek. Geçmiş dönemlerin insanları; yazarı, siyasetçisi, aydını, vatandaşı meselelerini el yazılarıyla ifade ederlerken bugün bu ‘’eski usulün’’ yerini dolduracak çok aygıt var. Yine de yanında bir kalem – kağıt taşımak, aniden not edilmesi gerekilen bir şeyi yazmak adına bu defteri kullanmak, mektuplaşmak gibi eylemler varlığını sürdürmeye devam ediyor. Peki tüm bu el yazmalarının kişiliğimizle alakalı önemli ipuçları verdiğini söylersek ne dersiniz? BBC Culture’da yayımlanan ve Deniz Saldıran tarafından çevrilen yazıda el yazısının geçmişten günümüze bu özelliği ele alınıyor.

Bitişik el yazısının eskiden ne kadar önemli olduğuna dair yorumları günümüzde birçok yerden duyabilirsiniz ama aslında insanlar hâlâ yazıyor. Alışveriş listeleri, tıbbi reçeteler ve hatta aşk mektupları bile elle yazılıyor.

Geçmişin süslü, uzun yazılarındansa bitişik yazıyla yazılmamış karalamalar tercih ediliyor. Bir zamanlar gündelik ilişkilerin ve yazışmaların vazgeçilmezi olan bitişik el yazısı günümüzde sadece diplomaların ve nikâh davetiyelerinin törensel resmiyetini korumak için kullanılıyor.

Aslında kişisel yazı tipleri arasındaki çeşitlilikler, önemsiz kişisel farklılıklar kadar basit görülmemelidir çünkü bu çeşitlilikler, farklı ulusların arasındaki el yazısındaki fark edilebilir ve sürekli farklılıkların göstergesidir.

Başka bir deyişle, satır aralarındaki hikâyeleri anlatan kültürel parmak izleridir. Örneğin yüzyıllar boyunca farklı kültürlerde değişiklikler göstermiş olan italik (hafif eğik el yazısı) gibi değişik bölgelere has özellikleri modern el yazısı ortaya çıkarıyor.

Latincedeki “koşmak” anlamına gelen currere sözcüğünden türeyen el yazısı, harflerin bitişik olduğu ve kalemin sadece sözcükler arasında kâğıttan ayrıldığı yazıya denir. Yani aslında, “koşan el” anlamına gelmektedir

Bugünlerde ise bunun yerini mesaj yazan başparmağı aldı. Birçoğumuz çocukluğumuzu güzel yazı defterlerine titiz bir el yazısıyla alfabe yazarak geçirmiş olmamıza rağmen çoğumuz imzamızı bile düzgün bir şekilde atamayız

Görselde gördüğünüz Henry VIII’in Anne Boleyn’e aşk mektupları, kişiliğin el yazısına yansımasına örnek gösterilir

Örneğin, 20. yüzyılın ortalarında İngiltere’de büyüdüyseniz kıvrımlı el yazısını öğrenmişsinizdir. Bu yazı tipinde, sözcükteki tüm harfler birbirine bağlıdır ve bazı harflerde bu bağlantıyı kurmaya yarayan kıvrımlar vardır

Batı Avustralya’da yaşayan bir Y kuşağı bireyiyseniz, sözcükleriniz 80 derecelik açıyla sağa yaslıdır. Avrupa kıtasındaki birçok yerde ise genç yazarlar harfleri sayfaya neredeyse dik olarak yazıyor

Bazı el yazıları ise herhangi bir yazı modelinde öğretilmemiş özelliklere sahip. Örneğin, küçük ‘i’nin üzerine konan içi boş noktalar ya da kalp simgeleri ya da büyük harfle yazmayı tercih etmek ve her sözcüğü vurgulamak için büyük harfle yazmak vs

Bunların dışında fark edilmesi güç bölgesel farklılıklar da var. Örneğin Fransa’da yedi sayısı her zaman ortasına bir çizgi çizilerek yazılır ve buradaki amaç yedi sayısını bir sayısından ayırmaktır

Kanada’da ise yedi, ek bir çizgi olmadan yazılır. Almanya’da öğretilen ve el yazısının yetenek isteyen bir modeli olan die Schreibschrift alfabesine göre küçük ‘q’ harfi dokuz sayısıyla karıştırılmasın diye genellikle kuyruğuna dekoratif bir çizgi eklenir

Açıklık ve verimliliğe duyulan ihtiyaç, sınıflarda uygulanan eğitim metotları, kalemlerin zaman içinde gelişmesi ve el yazısının değişen öncelikleri el yazısındaki dönemsel çeşitlilikleri etkilemiştir

Tarihçi ve el yazısıyla ilgili uluslararası bir birlikte arşiv komisyonu başkanı olan Bob Hurford, “Koşan el, insanların daha hızlı yazma arayışıdır,” diye açıklıyor

13. yüzyılda İtalya’daki Rönesans Hümanistleri, Karolenj Hanedanı’na dayanan yeni bir yazı tipi yarattı. Caroline Miniscule Italic olarak bilinen bu yazı tipi şık kavisli kıvrımlara ve belli belirsiz yuvarlak köşelere sahipti

O halde, özü itibariyle kişisel bir uygulama olan el yazısı, bölgesel özellikleri nasıl geliştirdi? Bazı el süslemeleri tesadüfi veya keyfiydi, öbürleri ise sanatsal niteliklerinden dolayı taklit edildi

John Hancock, Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayan ilk kişi olmuştu

Eskiden yaygın olan tüy kalemlerin ve mürekkeplerin yerini bitişik harfler yazmaya daha elverişli olan dolma kalemler aldı

1960’larda ise tükenmez kalemlerin yaygınlaşmasıyla dolma kalemler rafa kalktı

Ancak Fransız öğrenciler dolma kalemden vazgeçemedi çünkü okulda onu kullanmaları gerekiyordu. Zaten bu da Fransızca el yazısının karakteristik şıklığının hâlâ nasıl muhafaza edildiğini açıklıyor

El yazısı konusunda araştırmalar yapan Dr. Rosemary Sassoon, “El yazısı özün sayfaya işlenmesidir” diyor

İçinde bulunduğumuz iPhone çağında el yazısının kullanışlılığı özellikle genç kuşaklara göre kulağa mantıksız gelebilir


Sassoon bu konuda şöyle devam ediyor: “Gençlerin bir bölümü düşünce biçimlerinin izlerini yok sayıyor ve yaşıtlarınınkinden hiçbir farkı olmayan yazı tarzlarını geliştiriyorlar. Kısa bir süre sonra yazıyı yazan kişinin hangi ulustan olduğunu tahmin etmek eskisi gibi kolay olmayacak.” Ancak en azından şimdilik farklılıkları tespit etmek o kadar da zor değil.

Kaynak: 1

Doodle Doğu’nun Büyük Şairi Ömer Hayyam’ı Unutmadı

$
0
0

Ömer Hayyam dediğimiz zaman akla genellikle şairin doğayı, tabiatı, insanlığı ve beşeriyetin gidişatını anlattığı, cazip ve davetkâr dizeler geliyor. Öyle ki şu iki kelime de büyük ozanın şair yönünü anlatmak için dillere dolanıp durur: ‘’Hayyam Rubaileri’’ Doğu’nun bu büyük şairi aynı zamanda bir matematikçi, aynı zamanda bir filozof ve gökbilimcidir. Doğumuna dair net bir tarih verilmemekle beraber, üzerine yazılan tezlerde ölüm tarihinin 1121 – 1122 olduğu söylenir. Eh; ‘’Yetmiş iki yıl yaşadım gece ve gündüz’’ gibi bir dize de yazdığına göre doğum tarihine yaklaşabiliriz. Bugün evrensel boyutta bilinen ve sevilen Ömer Hayyam Google tarafından da unutulmadı ve doğum gününe özel doodle hazırlandı.

Google ana sayfadaki logoya tıklayanlar bugün 18 Mayıs 1048’de (?) doğan Ömer Hayyam’a özel bir doodle ile karşılaştı

Doodle’ı tıklayanlar da şairin yaşamına ilişkin bilgiler veren sayısız internet sayfasına yönlendiriliyorlar

Doodle uygulamaları bilindiği üzere ülkelerin önemli gün ve tatilleri, tarihî olay ve kişilerine yer vererek söz konusu kişi veya olaya dikkat çekiyor

Bu özel tasarımlı logoya tıklayanlar da o günün dikkat çekici ismi, olayı neyse onunla ilgili daha detaylı internet sonuçlarına ulaşabiliyor

Ömer Hayyam 1048 ya da 1049’da İran Nişabur’da dünyaya gelir ve 1121 gibi Nişabur’da vefat eder

Matematik, astronomi, fizik, felsefe, metafizik konularında Şark’ın hususi bilginlerinden biridir

Bu alanlarda 10’a yakın eseri bulunan Hayyam’ın ‘’El-Cebr’’ adlı kitabı pek çok Batı diline de çevrilmiştir

Gerek şairliği gerekse pozitif bilimlerdeki bilginliği nedeniyle iki dünyada da kendine yer bulan şair zaman ve mekânlar üstü bir isimdir

Hakkında dört koldan araştırmalar yapılan Hayyam bilindiği gibi rubaileri ile de meşhurdur

Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle rubailerinden biri


Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!

Ömer Hayyam’ın Nişabur’da bulunan anıtının projesi, 1961 yılında Mimar Seyhun tarafından tamamlanır

Şiirlerine baktığımız zaman Hayyam’ın yaşam ve ölüm temalarını sıkça kullandığını görürüz

Ayrıca Hayyam’a göre yaşam ve ölüm bazen yer değiştirebilir, çünkü bazıları öldükten sonra da eserleri ve düşünceleriyle yaşarlarken kimi de yaşarken dahi ölü olduğunu bilmez

Yine Sabahattin Eyüboğlu’nun meşhur çevirisiyle bir uzun rubaisi


Gençlik bir kitaptı, okuduk bitti;
Canım bahar geçti çoktan, kış şimdi.
Hani sevincin, o cıvıl cıvıl kuş?
Nasıl, ne zaman geldi, nasıl gitti?

Her gün biri çıkar, başlar ben, ben demeğe,
Altınları gümüşleriyle övünmeğe.
Tam işleri dilediği düzene girer:
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye.

Bu dünya iki kapılı bir han,
Girdi mi dertlere düşer insan.
Tanınmadan yaşamak en iyisi:
Elinde olsa da hiç doğmasan.

Yıllar günler gibi geçti gider;
Nerde o eski dertler, sevinçler?
Belaya aldırmaz aklı olan:
Bu da her şey gibi geçer, der.

Neylesem bu benim iç kavgalarımla?
Pişmanlığım, kendime düşmanlığımla?
Sen bağışlasan da ben yerim kendimi:
Neylesem bu yüzkaram, bu utancımla?

Yine Hayyam’ın dizelerinde ‘’şarap’’ı sıkça kullandığını ve eleştirel bir üslubu olduğunu da biliriz


Kendi içmez, içeni kınamaya bayılır,
Yüzünden aldatmaca, sahtekarlık yayılır.
Şarap içmiyor diye kasılıp gezer ama:
Yedikleri yanında şarap meze sayılır.

İyiliğe dair


Yeryüzünü gül bahçesine çevirmekten
Daha güzeldir bir insanı sevindirmen
Bin kulu azat edenden daha büyüktü
Bir hür insanı iyilikle kabul eden

Doğu’nun büyük şairinin bir şiiri ve Can Gox’un yorumu

Dal goncayı bir sabah açılmış buldu,
Gül melteme bir masal deyip savruldu
Dünyada vefasızlığa bak; on günde
Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu.

Sen acırken bana, hiç bir günahımdan korkmam
Benle oldukça; yokuş, engebe, yoldan korkmam
Beni ak yüzle diriltirsin a Tanrım, bilirim;
Defterim dolsa da suçlarla, siyahtan korkmam.

Müziğe girmişken; Edmund Joseph Sullivan’ın Rubailer için yaptığı illüstrasyonlardan biri Grateful Dead 1971’de albüm kapağı olarak kullanır

”Bir Ömür Nasıl Yaşanır?” Kitabında İlber Ortaylı’nın Verdiği Zengin Tavsiyeler

$
0
0

İlber Ortaylı iyi bir aile eğitiminden geçmiş, yanı sıra dünyanın farklı üniversitelerinde eğitim görmüş bir isim. Farsçadan Fransızcaya, Osmanlıcadan Latinceye kadar rahatça okuduğu pek çok dil var. Tıpkı dillere olan yöneliminde görüldüğü gibi; İlber Ortaylı dünyanın da iki ayrı kanadını, Doğu’yu ve Batı’yı yakinen biliyor. Tüm bu genel kültürünün yanı sıra gençlerin onda bulduğu birkaç şey daha var: İlber Hoca gençlere, mutlaka gezmelerini, farklı dünyalar tanımalarını, özetle gençliklerinin kıymetini bilmelerini söylüyor. Bu açıdan verdiği örneklerse her zaman popüler oluyor: ‘’Erkenden evlenip mobilyacı gezeceğinize dünyayı gezin!’’ Yakın zamanda çıkan son kitabı ‘’Bir Ömür Nasıl Yaşanır?’’ müzikten yaşadığımız şehirlere, seyahatlerden yazarlara kadar bir bilgi havuzu niteliğinde. Yenal Bilgici ile yaptığı ve kitaplaşan bu söyleşiden önemli anekdotlar aktaracağız. Sahi, bir ömür nasıl yaşanır?

Bir kere insanın kendisini ruhen huzurlu tutması, bunun için de lüzumsuz ihtiraslara kapılmaktan vazgeçmesi lazım. Önemli olan şu: Yaşınız ilerledikçe önünüzdeki hayatın kısaldığını anlıyorsunuz

Öncelikle hayatı tanımak lazım. Kuşkusuz insanın hayatında çeşitli dönemler vardır. Hayatımız temel olarak dörde ayrılır: 12 – 25 yaşları arası, 25 – 40 arası, 40 – 55 arası ve nihayet şimdi benim de bir süredir yaşadığım dönem, yani 55 sonrası

12 – 25 yaşları arası öncelikle temel atma dönemidir. Hayatınızı esasen bu dönemde kurarsınız. 25 – 40 arasında hayata karışır, söz söylemeye başlarsınız. 40 – 55 arası olgunluktur, otorite olma dönemidir. 55 ve sonrası ise bir dinlenme, demlenme zamanıdır

Gayret, gençlikte çok iyi kullanılır. O zamanlarda işler daha çabuk bitiyor. İşte bu dönemde yapmadığınız şeyleri de 25 – 40 arasında yapabilirsiniz. Bu son bir fırsattır

’’Artık bir ortaokul çocuğu bile Aristo’nun bildiklerini biliyor,’’ diyorlar. Yok canım! O çocuk Aristo’nun bildiğinin çeyreğini bilmediği gibi, onun yaptığını da yapamıyor

En önemli pişmanlığım yanlış yerlerde bulunmak, eğitimim için yeterince isabetli tercihler yapmamaktı

Bunca yıldan, bunca tavsiyeden çıkardığım kanaat şudur: Özel hayatınızla ilgili kimseyi dinlemeyeceksiniz! Anneniz babanız dahil

Elbette, ‘’Her şeye, her söze kulağınızı tıkayın,’’ da demiyorum. Ben sadece, ‘’Kendi yolunuzu kendiniz çizmeye çalışın,’’ diye tavsiye ediyorum

Toplumumuzda bunun tam tersi yaygındır. Adam veya kadın; kendi olamadığı, başaramadığı ne varsa, bunları çocuğundan bekler. O şey her ne ise; çocuğun onu yapmasını, başarmasını bekler. Bizde bir çocuğu ‘’çocuk’’ olarak sevmek diye bir şey yoktur

Mesele hayattan ne kadar aldığına bakar. Ne yaşadıysanız yüzünüze yansır. İnsanın yüzü bir kitap gibi okunabilir. İfadeniz bomboşsa da hiçbir şey yaşamadığınız fark edilir

Yaşayın, monotonluktan uzaklaşın, gezin, görün, keşfedin, başkalarıyla ilgilenin, okuyun, sevin. Bunları dolu dolu yapın ki izleri yüzünüze yansısın. Yüzünü ifadesiz kalmasın

Entelektüel, üstüne vazife olmayan işlerle ilgilenen kişidir. Örneğin mesleği kimyacılıktır ama coğrafya veya tarihle de uğraşır, resim yapar. Bu iş öteden beri böyledir. Kendi dünyasının dışıyla ilgilenendir entelektüel

Türkiye çalışkan insanların yaşadığı bir ülkedir. Ama çok çalışmak maalesef bizde pek işe yaramaz, çünkü suistimal edilir. Çok açık ki evvela patronlar çalışma hayatımızı suiistimal eder; onlar etmezse, biz kendimiz ederiz

Ben gençlik yıllarımdan beri sabahları çalışmaya gayret ettim. Okuyacaksam, sabahları okudum; yazacaksan, sabahları yazdım. İnsan sabah okuduğu metinleri asla unutmaz

Tuvalette bile düşünürsün yahu! Ama iyi düşünmek için esasen yalnız kalmak gerekir. Bu temel şarttır, yalnız kalmayı bilmek gerekir

Burada mesele, kendine, rahat hissettiğin alanın dışında bir pencere açabilmektir. Bu, cesaret ister. Bunu yapabilirsen, o pencereyi açıp dışarıda farklı dünyalar görebilirsen, bir eşiği de atlamış olursun

Her şeyin merkezindeyiz; sırf yakın çevreyi dolaşsan, epey bir yer görmüş olacağını söylüyorum ama biz gençken o yakın çevreye dahi çok zor giriyorduk

Bir şehri ilk defa görüyorsanız, bir dakika bile dinlenmeyeceksiniz. Yürüyeceksiniz. Gençseniz ve bir şehirde gönlünüzce yürümüyorsanız orayı gezdiğinizi söyleyemezsiniz

Bir şehre ilk defa gidiyorsanız çok yoğun bir program yapacaksınız, illâ ki yorulacaksınız. Harita bakacaksınız, fotoğraf çekeceksiniz, not tutacaksınız

Bugün istesek 10 tane daha tıp fakültesi kurabilir miyiz? Kurarız. Peki 10 tane daha hukuk fakültesi kurabilir miyiz? Mümkün değil, kuramayız. Çünkü biz Batı’nın yaşadığı devrimleri yaşamadan hukuk devrimine girdik. Girmek zorundaydık; şimdi de orada kalmak, bu hukuk düzenini muhafaza etmek zorundayız

Umutsuz olmayın, eğitimi kurtarmak için çare var. O da Tanzimat’ın büyükleri gibi davranmaktan geçiyor. İyi okullar kurmalıyız, elit öğretmenler yetiştirmeliyiz, nitelikli imtihanlar yapmalıyız

Bir şehrin nasıl bir yer olduğunu öğrenmek için, küçük insanın nelerle mutlu olduğuna bakın. Onlar şehirden istifade edebiliyorsa, orası iyi bir şehirdir. Burjuvazi yolunu her yerde bulur ama küçük insan bulamaz

Çocuğunuzu ne fazla övün ne de fazla yerin. Bir çocuğu sürekli övmek iyi bir şey değildir. İnsanın çocuğundan dâhi diye bahsetmesi, devamlı yermek, küçümsemek kadar tehlikelidir. Onun yanında olmasını bilin, yeter

Cesur olun. Kendinizi rahat hissettiğiniz alanın dışında pencereler açın. Farklı dünyalarla ancak böyle tanışırsınız. Ben hep yerimde dursaydım, dünyamı değiştirecek insanları aramasaydım, bugün tanıdığınız ben olmazdım

Bir insanın bittiği an, miskinliğe esir olduğu andır. İnsan, konforundan vazgeçmeyi göze almalıdır. Kendi dünyasını yerinden kendisi oynatmalıdır


Sıcak Denizlerin Yazarı Sait Faik Abasıyanık’ın Tüm Kitapları

$
0
0

Edebiyatımızın öykücülüğünde, insanı onun kadar içeriden anlatanı, karakterlerin kalp atışlarını onun kadar duyuranı az bulunur. Sait Faik Bey, gerçekten de aşılması güç bir kalem olarak hafızalarımıza kazındı. Yeni olsun, eski olsun her nesil, özellikle de öykücülüğe soyunan ya da sıkı bir öykü okuru olan herkes onun anlattığı balıkçıların, deniz insanının, küçük bireylerin arasında kayboldu. 1906’da Adapazarı’nda dünyaya geldiğinde geriye sayısız öykü, eser bırakacağını, ölümünden sonra annesinin yazarın adıyla bir öykü müsabakası başlatacağını ve bu yarışmanın edebiyatımızın ritüellerinden biri haline geleceğini, Atatürk’ten sonra Mark Twain Derneği’nden onur üyeliği payesi alan ikinci Türk olacağını kim bilebilirdi? Biraz Sait Faik güzellemesi oldu, farkındayım. Ama olsun; bir şeyi yerine koymak neden güzelleme yapmak olsun? Bir dipnot olarak belirtelim ki; yazarın yayımlanan ve listemizde yer almayan birkaç farklı eseri de, burada saydığımız eserlerden türemiştir. Bir de ”Bütün Eserleri” vardır.

1. Semaver (1936)


Yazarın yayımlanan ilk eseri olup babasının maddî desteğiyle basılır. Bir öykü kitabı olan eser, yazarda çokça gördüğümüz insan ve doğa sevgisiyle kaleme alınmıştır. Sait Faik’te doğa; ziyaret edilecek bir yerden çok bir evdir, desek yanlış sayılmaz. Kitaba adını veren hikâyeye bir bakalım: İstanbul’daki bir fabrikada çalışan Ali ve annesi karşımıza çıkar. Annesinin her sabah erkenden uyandırdığı Ali, evdeki semaverin kaynayışına dalar. Bu semaver onun mutluluğunun, huzurlu hayatının bir temsilidir. Bir gün annesini semaverin başında ölü bulan Ali için semaver o günden sonra bir sıcaklık sembolü değildir ve artık evde semaver kaynamaz. Eserdeki diğer dokuz öyküde de günlük hayatımızda rastlayabileceğimiz ‘’küçük’’ insanların yaşamları ve onlar için bir anlam ifade eden çeşitli eşyalarla olan ilişkileri ele alınır.

2. Sarnıç (1939)


Yazarın yayımlanan ikinci eseri Sarnıç adlı öykü kitabıdır. Hayatın içinden sımsıcak hikâyeler, belki çocuk masumiyeti ile dolu diyebileceğimiz türlü yaşam atmosferleri Sarnıç’ta da karşımızdadır. Burada esere adını veren Sarnıç’tan ve kitabın arka kapağında da alıntılanan sözle yetinelim ve sizi biraz merakta bırakalım: “Önümüzde hayat… Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanıyorduk.”

3. Şahmerdan (1940)


Bir okuru, Sait Faik’in öykülerindeki içtenliği, gerçekçiliği anlatmak açısından şöyle bir cümle kurmuştur: ‘’Sanki karakterleri tanıyormuşum gibi…’’ Bunu birçok Sait Faik okurunun düşündüğünü söylemek, bu kanıya varmak zor olmasa gerek. Şahmerdan’daki öyküler, kısmen birbirinin devamı niteliğinde de görülebilir. Yirmi öyküyü bir araya getiren eser; genellikle adada geçen hikâyelerden oluşur.

4. Lüzumsuz Adam (1948)


Şahmerdan’dan sonra aradan geçen 8 yılın ardından karşımıza bugün en meşhur eserlerinden biri olan Lüzumsuz Adam ile çıkar Sait Faik. Esere adını veren Lüzumsuz Adam öyküsüne bakabiliriz: Haftanın her günü aynı şeyleri yapan, kahvesine giden, kahvenin sahibi ile Fransızca sohbet eden bir Mansur Bey vardır. Akşamları gezintiye çıkar, ardından meyhaneye gider ve her zaman olduğu gibi zurnacı zurnasının düdüklerini değiştirirken masasından kalkar. Bu kısır döngüden duyduğu zoraki mutluluk Mansur Bey’in hayatı sorgulamasına neden olur. Rutinin can yaktığı, değişiklik gerektiği düşüncesi 7 yıldır mahallesinden çıkmayan karakterimizin ‘’çizginin dışına’’ çıkma serüveniyle devam eder.

5. Mahalle Kahvesi (1950)


Mahalle çocuğu, semt gibi günlük hayatımızın içinden kavramlar Mahalle Kahvesi’nde yazarın sıcak kalemiyle karşımıza çıkar. Burada hemen, kitabın arka kapağında da bulunan, Orhan Veli’nin bir saptamasıyla devam edelim: ‘’Mahalle çocuğu, Sait’in hikâyelerinde bir iki tane değildir; birçoktur. Bunu, onun bu yaşa kadar değişmemiş mizacına veriyorum. Bence Sait Faik ne genç hikâyecidir, ne ihtiyar. Bence o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur. Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu, ekseri mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan ileri geliyor.”

6. Havada Bulut (1951)


Havada Bulut’u bazı okuyucular roman olarak da değerlendirir. Bunun sebebi, öykülerin birbiriyle içli dışlı ve bağlantılı olmasından ileri gelir. İlk öyküde karşımıza, eserdeki diğer öykülerde de göreceğimiz bir karakter çıkar. Bu kişi kimselerle pek fazla iletişim kurmayan, kendi halinde ve köpeğiyle yaşayan biridir. Bu sessiz, günlük hayatta görsek belki hiç de dikkatimizi çekmeyecek olan adamın mahzun hikâyesini anlatıcının yakın teması sayesinde görüyoruz. Köpekli adam Ahmet; hızla ilerleyen yaşam karşısında geçmişe, çocukluğa, o çağların masumiyetine özlem duyan nahif biridir. Havada Bulut anlatıcının okurla adeta karşılıklı oturup konuştuğu, hatta okurun da eserin bir görevlisi olduğu bir eserdir.

7. Kumpanya (1951)


Kumpanya’da karşımıza üç uzun öykü çıkar. Esere adını veren Kumpanya öyküsü; gezgin bir tiyatro grubunun hikâyesini anlatır. Ana aktör Saffet Ferit, tiyatro müdürü Kör Halit öyküde öne çıkan isimler. Öykü, diğer karakterleriyle beraber bir İstanbul kahvesinde yeni topluluğa ne ad verileceği tartışmasıyla açılır. Gezgin tiyatro grubu yola çıkar ve ilk duraklarında gösterdikleri performans oldukça takdir toplar. Gruba yeni dahil olan Sitare ise Saffet’le Halit’in ortak aşklarıdır. Aralarının yavaş yavaş açıldığı ikili dostluğun ağır basmasıyla barışırlar ve maceralar ardı ardına gelir.

8. Havuz Başı (1951)


Eserin adı olan Havuz Başı öyküsünde, bir adamın başından geçen dertler, tasalar, hayal kırıklıkları anlatılır. Lâkin öyle iç karartıcı cinsten değil de, Sait Faik’in dilinde olduğu gibi havadar bir şekilde. Beyazıt Meydanı’ndaki havuzun başında, kafasındaki sevgilisiyle konuşan bir adamla öykü açılış yapar. Kahramanımız kafasındaki bu diyaloglardan, konuşmalardan kendini alamaz, ancak bazen dış dünyaya geri dönüş yapar. Kitabın arka kapağında, Oktay Akbal’ın yazara dair anlattığı müthiş bir anı vardır: “Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini anımsıyorum. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: ‘Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?’ Anadoluhisarı İskelesi’nin yanında küçük bir kahve vardır. ‘Haydi’ dedi, ‘mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?’ Baktım üç dört kişi oturmuş, kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler… İran şahının, Atatürk’le resmi falan. ‘Bu resimleri belirtirim’ dedim. Kızdı birden, ‘Ulan!’ dedi, ‘o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be?’ ”

9. Son Kuşlar (1952)


Esere adı verilen Son Kuşlar öyküsünden bahsedeyim: tabiatın cenneti kıvamında olan Adalar’ın güzellikleri, doğanın ne demek olduğunu bilmeyen fesat tiplerce mahvedilir ve bu tip insanlardan duyulan rahatsızlıklar dile getirilir. Sait Faik’in yazmakla ilgili meşhur sözü de bu eserinde yer alır: ‘’Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

10. Medar-ı Maişet Motoru (1952)


Bu eseri daha çok ‘’Birtakım İnsanlar’’ adıyla biliriz. Yazarın ilk romanı olma özelliğini de taşır. Romanın başkişisi, eski bir memur olan Ali Rıza’dır. Karısını kaybettikten sonra teselliyi içkide bulur. Melek isminde bir kıza, Hikmet adında bir de evlatlığa sahiptir. Hasta ve yoksul olduğundan dolayı, evlatlığı Hikmet çocuk yaşta işe başlar. Kızı Melek de berber çırağıdır. Talihsiz olaylar sonucunda evden kaçıp Beyoğlu’na giden ve burada bir berberde işe başlayan Melek’e Hikmet aşıktır. Dalgıçlık serüvenleri, define arayışı gibi hadiselerle roman tüm sıcaklığını koruyarak sürer.

11. Kayıp Aranıyor (1953)


Yazarın ikinci ve son romanıdır. Okullarda okutulması için 100 Temel Eser’e de giren roman, Nevin adlı karakterin mutluluğu arayışını konu alır. Nevin Avrupai bir eğitim görmüş, yaman bir kadındır. Köyün sıradan bir balıkçısı olan Cemal’le aralarında bir aşk macerası yaşanır. Nevin’in kimlik arayışı, saadeti bulmak adına çıktığı yol Sait Faik’in ‘’içeriden’’ üslubuyla eserin iskeletini oluşturur.

12. Şimdi Sevişme Vakti (1953)


Yazarın tek şiir kitabıdır. Kitaba adını veren şiirden şahane bir alıntı yapalım:

Bir kere duyursam hele
güzelliğini, tadını,
Sonra oturup hüngür hüngür
ağlasam
Boş geçirdiğim bağırmadığım
sustuğum günlere
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı
boyacı çocuğunun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan’dan
Orhan Veli’den
Yunus’tan, Yunus’tan…

13. Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954)


17 minik öyküden oluşan eser, türlü yalnızlık hallerini anlatıyor. Yazarın ölümünden önce yayımlanan son kitabıdır. Yılan Öyküsü’nden bir alıntı: “İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de. Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.’’

14. Az Şekerli (1954)


Bilindiği üzere Sait Faik, olaydan çok durum öykülerini ele alır. Az Şekerli’de de belirli bir durumu, an zamanda hissedilenin psikolojik süreçleri işler. Bu an zamandaki durumlardan birinde, Sait Faik’in karakterlerinden biri şöyle söylüyor: “Yerimden kalktım. Aynaya doğru ilerledim. İki hanımın sessizce beni dikizlemelerine aldırış etmeden baktım. Perişan bir haldeydim. Yüzüm sapsarıydı. Gözlerim kıpkırmızı. Kenarlarından fırlayan saçlarımı toplamak için şapkamı çıkarınca şöyle parmaklarımla bir tarasam elimde kalacaklarını sandım. Şapkamı giyip kenarlardan fırlayan saçları içeriye tıktım. Dışarı çıktım. Vapur Kadıköy’den kalkmış geliyordu. Haydarpaşa İstasyonu’na baktım. Kocaman kapılarından ötede kırmızı yeşil fenerli, demiryollu, trenli, yolculu, meraklı, düşünceli, perişan, yerini bulmaya çalışan bir âlem vardı. Her gün yüzlerce tren binlerce hikâye getiriyor, binlerce hikâye alıp gidiyordu.”

15. Yaşamak Hırsı (Çeviri – 1954)


Belçikalı yazar Georges Simenon’un Fransızca yazdığı eseri dilimize Sait Faik kazandırır. Eserin tanıtım bülteninden: ‘’Romanın kahramanı Popinga, Sait Faik’in 1948 yılında yayımlanan Lüzumsuz Adam’ına benzer. Bu kitapla hikâyeciliğinde yeni bir döneme giren Sait Faik’in, anlatıcıyı anlatının içine daha çok sokma, görünür kılma çabasında, Simenon’un, kendisi hakkında yazılanlara müdahale eden, yaşamının nasıl devam edeceğine karar vermeye çalışarak var olan kurguyu bozup kendi kurgusunu yaşamaya başlayan karakteriyle benzerlikler yakaladığı söylenebilir.’’

16. Tüneldeki Çocuk (1955)


Yazarın vefatından sonra yayımlanan eseridir. Tüneldeki Çocuk adlı hikâye, eğitimli bir anlatıcının bir tünel yolculuğunda rastladığı fakir bir çocuk üzerine yaptığı gözlemlerden oluşuyor. Kitaptan: ‘’Sabahleyin evden çıkarken büyük adamlar gibi ciddi, tüccar gibi hesaplı, zeki olmayı kararlaştırıyor; akşama doğru deli dolu, hesapsız, sersem bir halde evime dönüyorum.’’

17. Mahkeme Kapısı (1956)


Yazarın röportaj kitabıdır. Burada direkt eserin açıklama yazısına geçebiliriz: ‘’Sait Faik bu kez bir ay boyunca izlediği adliye mahkemelerindeki ‘tutukluların’ öykülerini yazıyor. Bu kişiler Sait Faik’in bildik evreninin bildik yüzleri: kimsesizler, yoksullar, işsizler, balıkçılar, oyun olsun diye hırsızlık yapan çocuklar… Ve öte yanda yargının soğuk yüzünü yansıtmaktan uzak, iyicil yargıçlar çıkar karşımıza. Suçlu olarak mahkemede bulunan çoğu kişiyi, önce insan olduğunu anımsatan ayrıntılarla, onların önce bir oğul ya da bir baba olduğunu vurgulayarak anlatır Sait Faik. Aslında ona göre ortada suç da yoktur, suçlu da. Okura da hepsini tahliye etmek düşer…’’

Einstein’dan Freud’a Dünya Barışının Nasıl Sağlanacağını Anlatan Mektup

$
0
0

Albert Einstein; hayal gücünün sınırlarını zorlayarak bilim dünyasına kattığı büyük yeniliklerle Nobel almış bir fizikçi, Sigmund Freud; döneminde oldukça bakir olan bir yola girerek insan ruhunu aydınlatan, psikanalizin kurucusu olarak karşımızda duruyorlar. 1930’ların başında; savaşın yıkımını, büyük felaketlerini görmüş bu iki isim harpten çıkmanın yollarını ve barışı üretmenin çarelerini aramaya koyuldular. Bu arayış neticesinde bize iki dâhinin mektuplaşmaları kaldı… İşte Einstein’ın Freud’a yazdığı mektuplardan ilham verici alıntılar!

Çok sevgili Bay Freud, Gerçeği bulma özlemi sizde başka bütün özlemleri nasıl bastırıyor, şaşılacak şey

Savaş ve yok etme güdülerinin insan ruhunda sevgi ve yaşama gücü ile nasıl iç içe girmiş olduğunu su götürmez bir açıklıkla ortaya koyuyorsunuz

Ama, inandırıcı açıklamalarınızdan bir de şu büyük amaca ulaşma özlemi çıkıyor ortaya: İnsanın iç ve dış bütün savaşlardan kurtulması

Bu büyük özlemde, çağlarının ve uluslarının üstüne çıkan, düşünce ve ahlâk alanında birer yol gösterici olarak saygı gören bütün büyük insanlar birleşir. İsa’dan Goethe’den Kant’a kadar hepsinde bu kurtuluş özlemi vardır

Her ne kadar insanlar arasındaki ilişkileri düzenleme istekleri pek gerçekleşmiş değilse de, yalnız bu türlü insanların bütün dünyaca birer önder sayılmış olmaları anlamlı bir gerçek değil mi

Şuna inanıyorum ki, çalışmalarıyla yol göstericilik yapan üstün insanlar – dar bir alanda da olsa – aynı ülküyü büyük ölçüde paylaşmaktadırlar. Ne var ki, politik gelişim üzerinde pek etkileri olmuyor

Ulusların kaderini çizen bu alan hemen hemen kaçınılmazcasına dizginsiz ve sorumsuz politika adamlarına bırakılmış görünüyor

Politik önderler ve yönetimler yerlerini ya zorbalığa, ya da yığınların oyuna borçludurlar. Ulusların düşünce ve ahlâkça yüksek bölüklerinin temsilcisi sayılamazlar

Ama seçkin aydınlar, bugün halkların tarihi üzerinde doğrudan doğruya hiç bir etkide bulunamıyor; oraya buraya dağılmış bulunmaları günün sorunlarının çözümlenmesine doğrudan doğruya katılmalarına engel oluyor

Yaptıkları ve yarattıklarıyla yetilerini ve iyi niyetlerini göstermiş olanların kendiliklerinden bir araya gelmesi, dünyaya bir değişiklik getiremez mi dersiniz

Üyeleri birbirleriyle sürekli düşünce alışverişi içinde bulunacak olan bu uluslararası birleşme, tutumlarını basında ortaya koyarak, imzalarının sorumluluğunu yüklenerek, politik sorunların çözümü üzerinde önemli ve uyarıcı bir etki sağlayabilir

Bilim akademilerinde de raslanan insan yaradılışının eksikliklerinden doğan sakıncalar burada da görülecektir şüphesiz. Ama, yine de öyle bir çabaya girişmek yerinde olmaz mı

Doğrusu ben, böyle bir işe girişmeyi büyük bir ödev sayıyorum. Böyle bir yüksek aydın topluluğu kurulunca, sistemli olarak dinsel kurumları da savaşa karşı harekete geçirmeye çalışmalıdır

İyi niyetleri bugün acı bir boyun eğme ile felce uğrayan bir kişiye içten destek olurdu. Düşünce ürünleriyle yüksek bir saygınlığa ulaşmış olan kişilerin kurduğu böylesi bir topluluk, Milletler Cemiyetinin güçleri için değerli bir dayanak olacaktır

Bu düşüncelerimi, dünyada herkesten çok size sunuyorum, çünkü, siz isteklere herkesten daha az kapılırsınız ve sizin yargınız ciddiliği en ağır basan bir sorumluluk duygusuna dayanmaktadır

Ben barış için mücadele etmek istiyorum. İnsan savaş hizmetini reddetmediği sürece hiçbir şeyin savaşları ortadan kaldırması mümkün olmayacaktır

İnsanın inandığı bir şey, örneğin barış uğruna ölmesi, inanmadığı, örneğin savaş gibi bir şey yüzünden acı çekmesinden daha iyi değil mi

Ders kitaplarımız savaşı yüceleştirmekte, dehşetlerini ise anlatmamaktadır. Bu yöntemlerle çocuklara nefret aşılanıyor

Ben onlara barışı öğretmek istiyorum, nefreti değil; sevgiyi öğretmek istiyorum, savaşı değil

İki ismin mektuplaşmaları ayrıca ‘’Niçin Savaş’’ adıyla kitaplaşmıştır


Kitabın tanıtım bülteninden: ‘’Bu iki değerli adanı, yazışmalarından beş yıl önce 1926 yılının sonunda Berlin’de tanışma fırsatı bulmuşlardı. Einstein’ın bu tanışmayla ilgili izlenimlerini bilmiyoruz, fakat Freud, dostlarına yazdığı mektuplarda, Einstein’dan sıklıkla söz eder. Onu kendinden emin ve sevimli bulur. Fakat der, «Ben fizikten ne kadar anlıyorsam o da psikolojiden o kadar anlıyor, yine de hoş bir sohbetti yaptığımız» Ayrıca Einstein’ı «Şanslı biri» olarak niteler, çünkü Einstein, fizik matematik gibi bir branşı seçmiştir ve önünde onun yolunu daha önceden aydınlatmış olan Newton gibi bir örnek vardır. Oysa kendisi, psikanaliz gibi bir metoda öncülük ederek, daha evvel kimsenin bilmediği bir yolun tüm sıkıntılarını üstlenmiştir. Onun içindir ki der Freud, «Benim yolumun dar ve ilerlenmesi zor olmasına şaşmamak gerek». Edebiyat tarihçileri, Freud’un bu ifadelerini, bir nevi kıskançlık şeklinde yorumlarlar. Freud, arkadaşına yazdığı bir mektupta, 1921 yılında Nobel ödülü alan Einstein’a gönderme yaparak, «Barış üstüne Einstein’la yaptığımız yazışmaların bana Nobel ödülü kazandıracağını sanmıyorum doğrusu» der.’’

Edip Cansever’in Ölümü Tomris Uyar İçin Nasıl Bir İhanetti?

$
0
0

Çağdaş Türk şiirinin usta ismi Edip Cansever öleli 33 yıl geçti. Hemen aklımıza gelen İkinci Yeni topluluğunun isimleriyle beraber yeni bir şiir yaratmak için sürdürdüğü çaba bugün hala hissediliyor. İlk şiirinin 1944’te İstanbul dergisinde yayımlanmasıyla beraber hep şiirde kaldı, hem de büyük bir hırsla. Öyle ki Kapalıçarşı’daki dükkânını bilenler, Cansever’in oraya günde ancak birkaç saat uğradığını ama söz konusu şiir olduğunda diğer edebiyatçılarla sık sık bir araya geldiğini söylerler. Şiir kitaplarına kronolojik olarak bakarsak gerçekten de her seferinde yeni bir biçim, söyleyiş tarzını aradığını belirtmek yanlış olmaz. Edip Bey’in birinci yıl dönümünde Tomris Uyar’ın yazdığı bir yazıyla onu tekrar anmak ve hatırlamak istiyoruz. Taha Toros arşivinden edindiğimiz 1987 tarihli gazete yazısının başlığıysa, Cansever’in Tomris Uyar’a yazdığı 1981 tarihli bir şiirin başlığını taşıyor: ”Mavi Uçlu Bir Kaptan” Cemal Süreya’nın da dediği üzere; ‘’Her şeyin fazlası zararlıdır ya/ Fazla şiirden öldü Edip Cansever’’

1. İlhan Berk’e bir mektup


Tomris Uyar’ın yazısına geçmeden önce Edip Cansever’in o büyük iç sıkıntısına dair kendi ağzından birkaç cümle okuyalım: Sevgili İlhan, duymak, çok duymak eziyor beni. Yeni, bilinmedik bir sayrılık da olabilir bu. Bilmiyorum ki… Eziliyorum sadece. Uyumsuzluğum (dışa vuramadığım) yiyip tüketiyor kupkuru ruhumu. Biraz soluk almak için, kuramsal olmamak koşuluyla, ne yapabilirim acaba? Hiçbir şey gideremiyor susuzluğumu. Hiç, hiçbir şey… İçmek yoruyor artık. Eskiden içkiye koşardım, kafamı kovardım dünyamdan. Şimdi? Kimseyi ortak etmek istemedim sıkıntılarıma. Hiç değilse uzun süre böyle yaşadım. Ama… Belki… Neden bir çaresi olmasın bunun?

Edip Cansever’i ağustostaki doğum gününde anmayı yeğlerdim. Değil sevgili ölülerin, sevgili sağların bile hızla unutulduğu bir ülkede, bir yıl içinde bir gün bile sevdiklerince ve okurlarınca unutulmamış olduğu için kutlamak isterdim onu

Ama onun benden beklediği ağustos coşkunu bir yazı yazmaya hazır değilim daha, belki gelecek yıla

Bütün yazarlar, yüzü olmayan bir okur kitlesine seslendiklerini bilirler de, yine de çoğu zaman özel bir yüz için yazarlar, onun vereceği tepkidir önemli olan

Bir öykü mü yazdım, hemen Edip Cansever’i arardım, onunla paylaşmak isterdim öykümü. Edip bir şiir mi yazdı, ne güzel: “Öğleüstü Pasaj’da kutlamaya ne dersin?”

Birbirimizi pohpohlamaya dayalı değildi eleştirilerimiz, ama oldukça benzer-kanallarda ses aradığımızdan, ortaya çıkan yeni yapıtın başarısı müthiş bir ortak mutluluk kaynağı oluyordu

Edip Cansever’e bu mutluluğu, sonra da bu mutsuzluğu borçluyum işte

Geçenlerde, uzun bir süre sonra yazı masasının başına öykü yazmak için oturduğumda, “mutlaka haber vermeliyim, çok sevinir” deyip telefona sarıldığımda birdenbire yaşadığım mutsuzluğu…

Sevgililik ya da aşk duygusu – ne yazık ki- zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor

Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu; ikirciksiz, apaçık sevgiyi, hatta şımartılmayı Edip Cansever tattırdı bana

Her doğum günümde, tek kopya olarak yazılmış, istersem yayımlayabileceğim izniyle armağan edilmiş şiirleriyle yaşamımda ve yazımda sırdaşım, esin kaynağım oldu

Tek ihaneti, ölmesiydi

Nazilere Sempati Duyan Knut Hamsun’a Norveç Halkının Verdiği Yaratıcı Tepki

$
0
0

Norveçli yazar Knut Hamsun 1859 – 1952 yılları arasında yaşadığında geriye pek çok kitap ve çalışma, bir Nobel ödülü bırakmıştır. En meşhur eserlerinden Açlık dünya edebiyatının başyapıtlarından biridir ve yazar olma fikrine tutkuyla kapılan bir gencin öyküsünü ele alır. Gelgelelim Michel Foucault’nun sanatçının eserleriyle kendisi arasındaki mesafeyi anlatmak için söylediği şu sözler bin yıl daha kalıcı olacak gibi gözüküyor: ‘’Sanat anlayışını hayatları ile kıyasladığınızda kaç sanatkâr, kaç yazar, kaç şair, aklımızda hayal etmiş olduğumuz şekilde yaşadı ki?’’ Knut Hamsun da bunu doğrulayacak bir şeyler yaşamıştır pekala. Ülkesi Norveç’i işgal eden Nazilere duyduğu sempati onun halkıyla arasını açacaktı açmasına ama nasıl? Norveç halkının tepkisi de bu konuda dikkate değer. Zülfü Livaneli’nin ‘’Edebiyat Mutluluktur’’ kitabından alıntıladığımız şekliyle aktaralım.

Faşizme gönül veren entelektüelleri anlamak gerçekten çok zor

Mesela Knut Hamsun gibi büyük bir romancı, nasıl oldu da ülkesi Norveç’i işgal eden Nazilere sempati besleyebildi

Anlamak kolay değil; çünkü faşizm daha başlangıçta insanları birbirine kırdıran, millet üstünlüğü fikrine dayalı bir ideolojiydi

Onda bir entelektüelin rüyalarını süsleyecek hiçbir insani motif yoktu

Madem Knut Hamsun’dan söz ettim; sözü biraz uzatmak pahasına savaştan sonra Norveç halkının ona gösterdiği ibret alınası tepkiyi de belirtmeden geçmeyeyim

Norveç kurtulunca, halk kendilerine ihanet eden Knut Hamsun’a hiçbir şey söylemedi. Ne bir protesto, ne bir yazı, ne saldırı

Ama bir gün evinin önüne bir genç kız gelip Hamsun’un kitaplarını bıraktı, biraz sonra yaşlı bir adam geldi ve o da kitapları bıraktı

Derken insanlar ellerindeki Knut Hamsun kitaplarıyla akın akın gelmeye başladılar

Hamsun bütün bunları penceresinden izliyordu. Halk çıt çıkarmadan, en ufak bir tepki göstermeden sakince kitapları bırakıyordu

Birinci günün sonunda kitaplar koskoca bir yığın ediyordu artık

Ertesi gün aynı durum devam etti. Kitap yığını büyüdükçe halkına ihanet etmiş olan yazar küçüldü ve ölümü böyle oldu

Marguerite Duras’tan Yazma Tutkusuna Dair Çarpıcı Sözler

$
0
0

Fransız yazar Marguerite Duras, Türk okuyucusunun yakından tanıdığı ve okuduğu bir yazar. Bu aşinalık yalnızca birkaç ülkeye özgü de değil; yazar dünya çapında tanınan ve ödüller kazanmış bir edebî kariyere sahip. Hindistan’ın doğusuyla Çin’in güneyinde kalan Çinhindi’de 1914’te doğmuş ve 1996 Paris’te aramızdan ayrılmıştır. Doğduğu yer, yazarın yapıtlarının hemen hepsinde bir kaynak işlevini de görüyor. 18’inde gittiği Paris’te dünyayı tanımış, eğitim almış ve komünist partiye katılmıştır. 1943’te yayımlanan ilk romanıyla edebiyat camiasına giren yazar, hayatının sonuna değin buradaki güçlü yerini korumuş ve tüm eserlerinde de edebiyatı sorgulamıştır. Ödül kazanan ve 1960 Cannes Film Festivali’nde de gösterilen Hiroşima Sevgilim, senarist ve yazarımızı şöhretin zirvesine taşımıştır. ‘’Yazmak’’ adlı kitabından yapacağımız ve birbirinin devamı niteliğindeki alıntılardaysa yazma eyleminin nasıl bir tutku olduğunu, yalnızlıktan kurtulmak için de nasıl tek çare olduğunu bize anlatıyor.

Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken ufalanarak dağılıp giden bir yalnızlık

Yazı, kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanımayacağı hale geliyor. Ve her şeyden önce, istediği kadar becerikli olsun, hiçbir sekretere dikte edilmemesi ve o aşamada hiçbir editöre verilmemesi gerekiyor

Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı şeyin yalnızlığıdır

İlk yalnızlığımın o döneminde, yapmam gereken şeyin yazmak olduğunu bulgulamıştım bile. Raymond Queneau daha o zaman doğrulamıştı beni. Bunu doğrulayan, onun şu tek cümlesindeki yargıydı: ‘’Başka hiçbir şey yapmayın, yazın.’’

Yazmak; yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu. Ben de öyle yaptım. Yazma edimi hiç ayrılmadı benden

Kadınların, yazdıkları kitapları sevgililerine okutmamaları gerekir. Bir bölümü yazıp bitirdiğimde, onlardan saklıyordum

Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim

Yalnızlık, ayrıca şu da demek: ya ölüm, ya kitap. Ama her şeyden önce alkol demek. Viski demek

Daha yazılırken bile bir varoluş nedenine sahip olmayan bir kitap yazmadım ve bu, yazdığım bütün kitaplar için böyle oldu

Lacan beni şaşkına döndürmüştü. Ve onun olan şu cümle: ‘’Yazmakta olduğunu yazdığını bilmemesi gerekiyor. Yoksa ipin ucunu kaçırır. Buysa bir felaket olur.’’

Bir deliğin içinde, o deliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak

Kafanızda hiçbir kitap konusu, kitap düşüncesi yoksa bu, önünüzde bir kitap var, yeni bir kitapla karşı karşıyasınız demektir

Yazan kişinin kafasında kitap düşüncesi yoktur, sanırım, elleri boştur, kafasının içi boştur ve bu kitap macerası onun için yalnızca kuru ve çıplak ayazdır

İnsanın yaşamında bir an gelir ve sanırım bu, yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız: evliliğinizden, dostlarınızdan, özellikle, oluşturduğunuz çift olarak sahip olduğunuz dostlarınızdan. Evladınızdan değil. Evlattan hiçbir zaman kuşku duyulmaz

Ve bu kuşku, kendi çevresinde büyümeye başlar. Bu kuşku, yalnızdır, yalnızlığın kuşkusudur bu. Ondan doğmuştur, yalnızlıktan

Çoğu kimse bu söylediğime katlanamaz, sanırım, hemen sıvışır oradan. İşte bundan dolayı herkes yazar değildir. Evet. Aradaki fark burada. Gerçek bu. Başka bir şey değil. Kuşku, yazmaktır

Şöyle söyleyen insanlara inanmam: ‘’El yazmalarımı yırttım, her şeyi attım.’’ Ben buna inanmam. Bu, yazılmış olanın başkaları için bir varlık taşımadığını, ya da o yazılanın bir kitap olmadığını gösterir

Yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir

Tuhaf kişidir yazar. Bir çelişkidir, aynı zamanda da bir anlamsızlık. Yazmak, konuşmamaktır da. Susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır

Umutsuzluğa karşın yine de yazmak. Hayır: umutsuzluk içinde yazmak. Hangi umutsuzluk olduğunu bilmiyorum

İstediğimi istediğim kadar söyleyeyim, insanın neden yazdığını ve nasıl olup da yazmadığını hiç bulamayacağım

Alıntıladığımız kitap da budur


Kitabın arka kapak yazısından: ”Daha çok romanlarıyla tanıdığımız yazarın, bu kez, tadına doyulmaz denemelerini sunuyoruz okurlarımıza. Kitabın içinde yol aldıkça, insanın içinde bir tutku halinde kabarıp taşan yazma ediminin, aynı zamanda, insanın temel gerçekliklerinden biri olan yalnızlıktan kurtulmanın tek yolu olduğunu da anlıyoruz.”

Türkiye’nin İlk ve Tek Kitap Hastanesi Hakkında İlginç Bilgiler

$
0
0

Kitapların ruh sağlığı ve genel kültürümüz adına ne önemli varlıklar olduğu su götürmez bir gerçek. O ki toplumları, kötü gidişatları değiştiren, tarihin akışına yön veren isimlere baktığımız zaman da hepsinin sıkı birer kitap okuyucusu olduğunu görürüz. Demem o ki; edebiyat, daha genel olarak da kitaplar dünyayı değiştirir mi bilinmez ama değiştirecek olan insanları doğurduğu kesin. Peki bu kadar övdüğümüz, fotoğraflarımızda –ne yazık ki– bir nesne olarak kullandığımız kitapların da bir sağlığı olduğu hatırımıza gelir mi? Daha da mühimi; ‘’kitapların sağlığı’’ için ‘’kitap doktorlarının’’ bulunduğu? İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi’nde yer alan Kitap Hastanesi bu sorulara cevap vermekle kalmıyor, ülkemizin ilk kitap hastanesi olarak da tarihteki yerini koruyor.

Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Süleymaniye Cami Külliyesi içinde Süleymaniye Kütüphanesi yer alır

Bugün 87.132 yazma ve 66.231 basma eserin bulunduğu Süleymaniye Kütüphanesi özellikle yazma eser bakımından dış ülkelerde de şöhret sahibidir

1950’lerde Türkiye’nin ilk kitap hastanesi olarak bildiğimiz yer de burada, Süleymaniye Kütüphanesi’nde açılır

İlmi adıyla ‘’Patoloji’’ servisi denilen kitap hastanesi zaman karşısında yitip giden, unutulan kelimeleri korumak adına kurulur

Kuruluşundan itibaren yüzyıllardır bulunan el yazmalarının muhafazası ve korunması için de 8 uzmanla beraber mücadele verilir

Ayrıca kitaplar için zararlı toz ve kurtlar gibi etkenlere karşı da önlemler alınır. Kitap sayfalarındaki yırtıklar ve delikler kağıt hamuruyla dondurularak tedavi edilir

Açıldığı günden bugüne 40 bin kadar kitabın bu bakımlar sayesinde onarıldığı bilinir

Ciltler ve sayfaları yıpranmış olan tarihî kitapların onarıldığı bu hastane bölümünün dışında uluslararası ölçekte çalışan bir mikrofilm ve fotoğraf arşivi takas yöntemiyle dünyanın dört bir yanından getirdiği kitap fotoğrafları da araştırıcılara sunar


Kırk yıldan fazla bir süre Süleymaniye Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapmış olan Muammer Ülker Bey de şunları aktarır: “Yazma ve eski basım eserlerin baskı eserlerin bulunduğu depo, dolap gibi yerlerin güneş almaması fakat bol ışıklı olması ve sık sık havalandırması lazımdır. Kitapların muhafaza edildiği yerler ister bir depo olsun, ister salonda bulunan bir dolap veya raf olsun, kitapların bulundukları yerde 18-20 derece; nem %50-65 arasında olmalıdır. Aşırı sıcak ve soğuk aşırı sıcaklık farkları zararlıdır. Şayet kitapların bulunduğu depo, dolap veya bölümlerde rutubet derecesi normalin üstünde ise fazla rutubet, rutubet alma cihazları ile giderilir. Normalin altında ise kitapların bulundukları her yerde fazla suya ihtiyacı olan ve o nispette fazla su sarf eden bitki toplulukları, süs ve saksı çiçekleri bulundurmak gerekir.”

2013 yılıyla beraber bu tesis yine Fatih’te bulunan Kitap Şifahanesi’ne taşınarak daha büyük bir hastane ve bakım sürecinin de önü açılmış olur


Kitap Şifahanesi görevini şu şekilde tanımlar: Kitap Şifahanesi’nin öncelikli görevi, Başkanlığımız bünyesindeki yazma eserleri evrensel etik ve prensipler çerçevesinde titizlikle korumak ve gelecek kuşaklara aktarmaktır. Tarih, sanat tarihi, gelenekli sanatlar, müzebilim, kimya ve biyoloji gibi disiplinlerle işbirliği içinde yazma eserin, tarihi ve estetik önemini göz önünde bulundurarak eserin fiziksel bütünlüğünü korumayı hedefler. Yazma eserlerin en az müdahale ile koruması prensibi ile çalışan Kitap Şifahanesi ekibi, belgeleme ve inceleme aşamalarını titizlikle yürüterek eserlerin gizli kalmış tüm teknik özelliklerini ortaya çıkarmaktadır. Çağdaş konservasyon yöntemleri her bir yazmanın eşsiz özelliği ve önemi ile onu üreten kişi ve kişilere karşı saygı bilinci ile belirlenmektedir.

Dahası tesisin buraya taşınmasıyla birlikte Beyazıt Yazma Eser Kütüphanesi başta olmak üzere Balıkesir’den Konya’ya, Kastamonu’dan Manisa’ya toplam 17 yazma eser kütüphanesi de buraya bağlanır

Oldukça titiz bir ekiple çalışan Şifahane atölyelerde işinin uzmanlarıyla beraber bu büyük yazma eser külliyatını korumaya ve iyileştirmeye devam ediyor


Şifahane ekibinde konservatörler, Ar-Ge personeli olarak uzman ve uzman yardımcıları, kimya mühendisi, kimyager, biyolog ve bilimsel araştırma laboratuvarı teknik elemanları yer alır. Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi ve Konya Yazma Eserler Bölge Müdürlüğü bünyesinde de Restorasyon Birimlerimiz hizmet vermektedir.

Yaşar Kemal’e Göre 20. Yüzyılın En İyi Üç Romanı

$
0
0

Verdiği kırktan fazla eseriyle Türk edebiyatında, ele aldığı konu ve olaylar açısından toplumsal hafızamızda rüştünü ispatlamış çınarımız Yaşar Kemal, tabii ki dünya edebiyatıyla da içli dışlıydı. Gerek Anadolu’da gördükleri gerekse İstanbul’da tanık olduklarından yola çıkarak edebiyat çizgisini kurmuş olan yazar ardında bize üç güzel öneri de bıraktı. Fransa’nın en prestijli yayınevlerinden Gallimard tarafından 2010 yılında yapılan anket, kurumun 100. yıl dönümü dolayısıyla gerçekleştirilmişti. Dünyaca ünlü 31 romancıdan 20. asrı en iyi anlatan üç romanı seçmelerini ve bir de yazı kaleme almalarını istemişti. Bizden de Yaşar Kemal’i referans olarak kabul etmesinin sonucunda, yazarımız da 20. asrın üç büyük romanını ele aldı.

1. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Erich Maria Remarque)


Naziler tarafından yakılan kitapların başında gelen eser, savaşın anlamsızlığını, getirdiği yıkım ve sefaletleri çok çarpıcı bir şekilde anlatır. Birinci Dünya Savaşı’nda cepheye giden Alman gençlerinin dramını anlatan roman Yaşar Kemal’in listesindeki ilk sırayı alıyordu. Yazarımız ayrıca eserle ilgili La Nouvelle Revue Française için kaleme aldığı yazıda şunları da aktarır: ‘’Benim için 20. yüzyılı en iyi anlatan roman hangisidir derken üç eser arasında gittim geldim, Heller’in Catch 22, Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don ve Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, bu kitabı gençliğimde okumuştum. Bu kitap 20. yüzyıl dünyasının el kitabı sayılabilir. Böylesi kitaplar büyük ustalıkla yazılır, dahası can pahasına yazılır. Hatırlayalım, bu kitabı Hitler meydanda yaktırmıştı. Yazarı da ortadan kaldırmak için aramışlar, kaçmayı başaran Remarque’ı bulamamışlar, buna karşın geride kalan kız kardeşini öldürmüşlerdi. Bu kitabı bir daha okudum. Yıllar önce okuduğum bu kitap daha bugünlerde yazılmış gibi. Böylesi kitapları insanoğlu sonuna kadar götürecektir.’’

2. Ve Durgun Akardı Don (Mihail Şolohov)


Sovyet yazarı Şolohov’un başyapıtıdır. Rusya’daki Don bölgesinin bir destanı niteliğinde olan eser savaşın, devrimin Don bölgesine, bölge insanına nasıl yansıdığını anlatır. Dört ciltte toplanan roman Çar dönemiyle başlar; Ekim Devrimi’yle, bölge halkının ayaklanması ve iç savaşla sürüp sona erer. Tüm zamanların en önemli romanlarından biri olma niteliğindedir.

3. Madde 22 (Joseph Heller)


Hiciv ve kara mizahın ön planda olduğu, nispeten tarihsel gerçekliklerin de zemin olarak kullanıldığı Madde 22 İkinci Dünya Savaşı’nda geçer. ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ‘’direksiyonu’’ eline aldığını düşünürsek Joseph Heller gibi Amerikalı bir yazarın bu başyapıtı yazmasına da bir neden bulmuş oluruz. Eserin tanıtımındaki içerikle alakadar kısmı aktarayım: ‘’Bu, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya’da Amerikan ordusu adına görev yapan, bombardıman uçağı pilotu eşsiz Yossarian’ın hikâyesi. Hiç karşılaşmadığı binlerce kişi tarafından öldürülmek istendiği için kızgın olan Yossarian’ın asıl problemi ise askerlik görevini bitirmek için gereken uçuş sayısını her geçen gün artıran kendi ordusuyladır. Ancak Yossarian, tehlikeli görevlerden feragat etmek için herhangi bir girişimde bulunursa, fazlasıyla komik bir bürokratik kural olan Madde 22’ye takılacaktır: Eğer biri tehlikeli savaş uçuşlarını yapmaya gönüllüyse aklını kaybettiği düşünülür ama görevlere katılmak istemediğini belirten resmi bir başvuruda bulunursa delirmediği ortaya çıkar ve böylece görevine devam etmek zorunda kalır.’’

4. Yaşar Kemal’in La Nouvelle Revue Française’deki metninden alıntılar


Seçtiği eserler adına kaleme aldığı yazı La Nouvelle Revue Française’de yayımlanmıştı. Tam metni kısmen uzun olduğundan bir kısmını alıntılayalım: Bir yüzyılı arkamızda korkular içinde bıraktık, acılar içinde, ölümleri kanıksayarak… Bu yüzyılda insanlığımızı onurlandıran işler de yapıldı. Bu işler, insanların yüzünü ağartan işlerdir. İnsanlık, yüzyılımızın yaptıklarıyla övünebilir de. Yine de geçirdiğimiz yirminci yüz yıl belki de insanlığın en acılı yüz yılıydı. Milyonlarca insan, çoğunluğu da genç, bu yüzyılda öldürüldü. 20. yüzyıl, insan soyuna yakışmayan olayların yaşandığı bir yüzyıldır. Kanlı dünya savaşları bu yüzyılda çıktı, büyük soykırımlar bu yüzyılda yapıldı. Korkunç bir yüzyılı arkamızda bıraktık.

5. Savaştan geriye kalanlar


Birinci Dünya Savaşı’ndan geriye kalan insanlar, savaştan önceki insanlar değildi. Korkulara teslim olmuş, kendine güveni kalmamış, yaratıcılığı, kişiliği zedelenmiş, umutsuz… İkinci Dünya Savaşından kalanlar daha beter durumda. Hele Üçüncü Dünya Savaşı, yani Soğuk Savaş, insanlarımızın nasıl canına okudu… Dünyayı bir ateş yumağı edecek atom savaşını beklemek… Savaşın ne zaman çıkacağını beklemek, ölümü beklemek gibidir.

6. Sanatın reddettikleri


Sanat, gerçek sanat savaşın, zulmün, şiddetin, tüketici oburluğunun, insanca olmayan her davranışın karşısındadır… Çünkü ne olursa olsun, her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır. Sanat insanları yalana, zulme, bitip tükenmeyen anlamsız savaşlara, bütün kötülüklere karşı uyarır. 20 yüzyılda roman bu uyarıcılığı dirençle sürdürdü. Erich Maria Remarque’ın 1929’da yazdığı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok bugün de taptaze, bugün de her okuyucusu tarafından yeniden yeniden yaratılarak uyarıyor, direnme gücü veriyor.


Peyami Safa’nın İtalya’da Yaşayan Hippi Yeğeni Behçet Safa

$
0
0

Resim sanatıyla yakından ilgilenenler dışında Behçet Safa ismini duyanlar nadirdir. Renkli ve ilgi çekici bir hayat yaşamış olmasına rağmen gerek Türkiye dışında bulunması gerekse medyatik olmaması nedeniyle bu Türk ressam az bilinir. Ancak edebiyatla içli dışlı olanlarımız ressamın soyadından bir çağrışım elde edebilirler. Behçet Safa, belirttiğimiz üzere Türk edebiyatçısı Peyami Safa’nın yeğenidir. Yeğenidir ama amcasını pek de sevdiği söylenemez. Aynı zamanda gazeteci İlhami Safa’nın da oğludur. Uzun hayat ve sanat maratonuna, amcası hakkındaki düşüncelere ve daha nicesine bakacağız.

1. Erken yıllar


1934 yılında İstanbul’da doğar Behçet Safa. Dışavurumculuk da denilen, doğanın olduğu gibi aktarımı değil de duygularla ön plana çıkarıldığı ekspresyonizm akımı ressamın meşalesini tuttuğu sanat akımıdır. 1957 senesi İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduğu yıldır. Daha sonra Remzi Kitabevi’nin sahibinin kızıyla evlenir, ancak evliliğin sona ermesinin ardından rotası yurt dışına doğru yön değiştirir.

2. Paris zamanı


Ressam Behçet Safa, kendi çağdaşı olan sanatçılarda da sıklıkla görebileceğimiz üzere 1959’da Fransa’nın başkenti Paris’e gider. Burada sanat dolu bohem bir hayatın kapılarını aralayan Safa önemli resim atölyelerinde çalışır. Paris’teki sanat dolu yaşamının ardından tercihini İtalya’dan yana kullanır.

3. Ada hayatı


Paris’in ardından İtalya serüveni de başlamış olur. Önce İtalya’nın Roma kentinde yaşayan sanatçı, yine aynı ülkenin Elbe Adası’na yerleşir. Bu ada vaktiyle Napolyon’un sürgün edildiği yer olarak da bilinir. 1959 – 1964 yılları İstanbul, Paris, Stockholm gibi kentlerde resim sergilerinin açıldığı ve adının da iyice duyulduğu yıllar olur. Yıllar sonra, 1989 Ankara’da ‘’Yılın Sanatçısı’’ unvanını kazanır.

4. Peyami Safa meselesi


Gelelim sanatçının hayatındaki ‘’olay haber’’lerden birine. Meşhur Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun yazarı Peyami Safa, ressamın amcasıdır. Amcasıdır ama, aralarının pek de iyi olduğu söylenemez. Peyami Safa’nın kitaplarını basmak isteyen Alkım Yayınevi telif ödemek için yazarın bir vârisini arar durur. Neticede yayınevi sahipleri Elbe Adası’nda hayat süren Behçet Safa’yı bulup ressamın yanına giderler. Konu telif meselesidir…

5. 35 bin Euro


Yayınevi sahipleri Elbe Adası’nda Behçet Safa ile görüşüp anlaşırlar. 35 bin Euro karşılığında yazarın tüm yayın haklarını yeğeninden alıp dönerler. Uzun yıllar ressamlığıyla resim sanatında gündeme gelen Behçet Safa ise bu kez amcası hakkında söyledikleriyle medyaya düşer.

6. Soyadından kaçış


Behçet Safa Elbe Adası’na gitme amacını şöyle açıklar: ‘’Gerçek değerimin ne olduğunu orada öğrenmek istedim.’’ Marjinal, hatta hippi bir yaşam sürmüş olan ressam Türkiye’de soyadının getirdiklerinden hiçbir daim kaçamaz. Solcu arkadaşları, sağcı bir yazarın yeğeni olması dolayısıyla Peyami Safa’ya sarf etmek istedikleri tüm sözleri ona ederler.

7. Paris ve İtalya’ya dair


Ressam Paris ve İtalya arasında mekik dokuduğu zamanı şöyle aktarır: İlk defa on günlüğüne 1967’de geldim Capoliveri’ye. Hippi zamanı para yok. Porto Azzuro’da balıkçılarla gidip ağ çekiyordum. En iyilerinden bir kutu balık veriyorlardı bana, ben de balıkları lokantaya verip bütün hafta orada yemek yiyordum. Capoliveri manzarası resimler yapıp satıyordum bir yandan. Utanıyordum da figüratif resim yapmaktan. Biri çıktığında 30 bin lirete satıyordum. 10 bin liret bilet parası, 20’si cepte, güneşten yanmış, trenle Paris’e gidiyordum. Le Select kahvesine girip herkese içki ısmarlıyordum. Bir süre Paris ve burası arasında mekik dokudum. Sonra burayı tercih ettim.

8. Kazıklanan ressam


Bir gece uyandım, karnım aç, zeytinyağı bile yok. Ama stüdyo aldığım resim malzemeleriyle dolu. Milano’dan 50 metre en iyi kenevirden almışım, en iyi tahtadan şasiler yaptırmışım, en iyi akrilik Amerikan boyalarını kullanıyorum. Zengin bir kadın geliyor resim almaya, pahalı buluyor. Ben de diyorum ki, hanımefendi resim pahalı değil sizin aranızda yaşamak pahalı. Almanya’daki galericiden kazık yemişim, Türkiye’de aynı şey olmuş. İşte o gece tüm bunları düşünüp bıraktım resim yapmayı. Kültür satılmaz, yapılır.

9. Amcası Peyami Safa’ya dair


Peyami Safa, Abidin ve Nazım, Beyoğlu’ndaki lüks Konak Oteli’nin önüne gidip oradan çıkanlara pis burjuvalar diye bağırırlarmış. Babam da terbiyesizlik etmeyin diye azarlarmış bunları. Sonra amcam parayı bulup şöhret olunca o otelde evlendi. Önce komünistti, çünkü Abidin’de de Nazım’da da para var, onlarla beraber içmek için komünist olmuştu. Parayı görünce döndü, Akademi’nin en güzel kızıyla evlenip balayına Venedik’e gitti.

10. Havadan gelen para


Amcamın bir oğlu vardı ama askerlik yaparken mayın patlamış ve ölmüştü. Amcam öldüğünde Paris’teydim, yengemden bir mektup geldi. Amcan borç bıraktı, kitaplarının telif hakkının tamamını bana verir misin, diye. Çünkü mirasın yarısı bana kalmıştı. Ben de devrettim o zaman. Şimdi ise tek várisi ben kaldım. Yıllar sonra yine çıktı amcam karşıma. Geldiler bana para verdiler 35 bin Euro. Hortladı birden burada amcam. Bunları alıp yakabilirim diye de düşündüm. Ama hayatımda ilk defa havadan para geldi. Aldığım parayla sağa sola borçlarımı kapatayım dedim baktım 20 bin Euro zaten borcum varmış.

11. Son sözler


45 yıl boyunca İtalya’nın Elbe Adası’nda yaşayan, atölyesinin kapısına İngilizce ”Buraya girmeyi aklının ucundan bile geçirme” yazdıran, bunun da sanatsever kadınların ilgisini çektiğini bilen rengarenk bir ressamdı Behçet Safa. 1 yıl bile olmadı; öldüğünde 84 yaşında ve tarih de 6 Aralık 2018 idi. Işıklar içinde uyusun…

“PotterHead”lere Müjde! 4 Yeni Harry Potter Hikayesi Haziran Ayında Yayımlanıyor

$
0
0

Tüm “muggle”lara bir müjdemiz var! Hepimizin hayatında öyle ya da böyle yer etmiş olan Harry Potter serileri tabii ki bu kadarla sınırlı değil. J.K. Rowling, bu haziran ayında 4 yeni hikayenin daha Harry Potter serisine ekleneceğini duyurdu. Herkesin heyecanla beklediği devam hikayeleri şimdiden sosyal medyanın dilinde! Eğer haberin detaylarını merak ediyorsanız sizi hemen içeriğimize alalım.

1. 27 Haziran’da yayımlanacak bu yeni e-kitaplar, hayranları şimdiden sabırsızlandırıyor

2. Yeni çıkacak e-kitaplar, J.K. Rowling’in Harry Potter dünyası ile ilgili oluşturduğu Pottermore adlı internet sitesi üzerinden yayımlanacak

3. Hikayeler, 2017’de yayımlanan “Harry Potter – Sihir Tarihi” adlı kitaptan uyarlanacak ve hayranların gerçek sihir tarihini daha kolay ve daha renkli bir biçimde keşfetmelerini sağlayacak

4. “Tadımlık” diyebileceğimiz bu kısa hikayeler; karanlık sanatlara karşı savunma, bitkibilim ve iksirler gibi daha birçok Hogwarts dersini temel alacak

5. Aynı zamanda bu yeni hikayelere Londra temelli bir sanatçı olan Rohan Daniel Eason’in çizimleri eşlik edecek

6. Bu hikayeler ile büyülerin kökenlerini keşfedebilirsiniz!

7. Aynı zamanda hikayelerin içinde bulunan notlar, el yazması sayfalar ve büyüleyici çizimler bütün bu macerayı çok daha özel kılacak

8. Son Harry Potter kitabının çıkmasından bu yana neredeyse 12 yıl geçti, bu yüzden bu e-kitapların hayranlar tarafından çoşkuyla beklenmesi hiç şaşırtıcı değil!

9. Harry, Ron ve Hermione’nin maceraları hakkında daha fazla şey öğrenmek isteyenler ise biraz hayal kırıklığına uğrayabilir

10. Sebebi ise daha önce de belirttiğimiz gibi bu yeni hikayeler, orijinal Harry Potter hikayelerinin altında yatan gelenekselliği ve sihri okuyucuya öğretmeyi hedefliyor


Yani yeni bir macera ne yazık ki yok.

11. E-kitapların isimleri ise tabii ki çoktan duyuruldu!


Harry Potter: A Journey Through Charms and Defence Against the Dark Arts
Harry Potter: A Journey Through Potions and Herbology
Harry Potter: A Journey Through Divination and Astronomy
Harry Potter: A Journey Through Care of Magical Creatures

12. Hikayelerden ilk ikisi 27 Haziran’da yayımlanacak. Merak etmeyin, diğer ikisi de çok yakında geliyor!

13. Eğer bekleyemem diyorsanız, buradan ön sipariş verebilirsiniz


Kaynak: 1

Meraklılarını Rengarenk Serüvenlerle Derinlere Götürecek 5 Efsane Bilim Kitabı

$
0
0

İyi bir bilim kitabını “iyi” yapan şey nedir?

Teknik deha ve sevindirilebilir hikaye anlatıcısı arasındaki hassas dengeye dokunan bir yazar mı?

Gelecekteki gerçekleri ya da inanılır kurguları tahmin etmek için modern bilimi kullanmak mı?

Akıllı fikirleri parlak resimlerle eşleştirmek de olabilir?

Ya da kafasında yer alan düşünceyi değiştiren farklı grupları, yazarları, fikirleri bir araya getirmek…? 

Geçtiğimiz birkaç yıldan beri bilim hakkında yazılmış en iyi kitaplar bunların hepsinin doğruluğunu ve daha fazlası olduğunu kanıtlıyor.

Yaz sıcakları yaklaşırken; Stephen Hawking’in son cevapları, Silikon Vadisi sahtekarlığı ya da genomun yeni anlayışıyla anlatılan insanlık tarihi hakkında bir açıklama yakalayın.

Son sayfayı çevirdiğinizde, beklediğinizden çok daha fazlasını bulmuş olacaksınız…

1. Bir Hücrenin Yaşamları: Biyoloji İzleyicisinden Notlar

Lewis Thomas

Lewis Thomas, 1975 yılında, doğal ve biyolojik dünyaların birbirine bağlılığıyla ilgili bu klasik için 2 Ulusal Kitap ödülü kazandı. 29 makaleye ayrılarak New England Journal of New Journal’da yayınlanan Thomas’ın düşünceleri, bugün daha da gerçektir.

Thomas’ın çeşitli uzmanlık alanları -15 yıl boyunca New York University Medical’daki patoloji bölümünün başıydı ve aynı zamanda bir şair ve etimologdu- kompozisyon formundaki ustalığıyla birlikte, ustaca araştırılan bir dizi başlıkta bir araya geldi. 

Bunlar arasında; astronotların yeryüzüne döndükten sonra dekontamine edilmemeleri gerektiği ya da hiç kimsenin bir tek canlı şeyi tam olarak anladığını göstermeden nükleer bir silahı ateşleyememesi gerektiği de var. 

Muazzam büyüklükteki bir şeyin parçası olarak gördüğü mitokondri ve insanlar hakkındaki düşünceleri kırk yaşına gelmiş olabilir. Ancak bu fikirler bugün sadece inatçı değil, aynı zamanda modernler.

2. Büyük Sorulara Kısa Yanıtlar

Stephen Hawking

Büyük Patlama üzerine yeni fikirler, zaman ve mekan yaratma ve kara delikler Stephen Hawking’i bir bilim insanı olarak ünlü yaptı. Hatta bundan daha fazlasına dönüşerek halka açık bir simge haline geldi. Son kitabında ise bizlere geniş kitlelerin kucaklayacağı bir öngörüyü miras bırakıyor.

Hawking’in yaşamı boyunca yakaladığı ve ölümden sonra derlenen makale ve düşüncelerinin bir koleksiyonu olan kitabın şekli, sıkça sorulan soruları cevaplamak:

İnsanlar uzayda koloni kuracaklar mı?

Yapay zekanın insanın geleceğindeki rolü nedir?

İnsanlığın hayatta kalması noktasında iyimser mi yoksa kötümser mi olmalıyız?

Tanrı var mı?

Hawking, “Ben gittikten sonra keşif harikası devam edecek” diye yazıyor.

Son yazdığı kelimeleri okuyanlar için, teorisi daha doğru olamazdı…

3. Kötü Kan: Silikon Vadisi Başlangıçında Sırlar ve Yalanlar

John Carreyrou

2003 yılında Elizabeth Holmes, 1 dakika içinde kan kullanarak doğru ve hızlı bir şekilde 240’dan fazla laboratuvar testini ölçmek için yeni bir teknoloji geliştirdiğini iddia eden Theranos’u kurdu. Holmes yatırımcılardan 700 milyon dolar topladı ve şirkete $10 milyar’dan fazla değer verildi. Tek sorun, Theranos’un çığır açan teknolojisinin işe yaramadığıydı. 

Theranos’un aldatıcı uygulamalarının ilk öyküsünü birkaç yıl önce yakalayan Wall Street Journal araştırmacı gazetecisi John Carreyrou, kitabında şirketin yükseliş ve düşüşüyle ilgili bilinenden daha geniş bir hikaye anlatıyor.

Aldatma, Carreyrou’nun bile önceleri tasarladığından çok daha ileriye uzandı: Başkan Yardımcısı Joe Biden tarafından ziyaret edilen laboratuvar, kurgu için hazırlanmış sahte bir laboratuvardı ve Holmes, yatırımcılara yalan söylese bile bir sonraki Steve Jobs olarak ilan edildi.

Sonuçta neredeyse bir milyon testin sonucu ya iptal edildi ya da düzeltildi.

The New York Times tarafından yayımlanan “Başkanın Tüm Adamları”na benzeyen kitap, modern tıp ve teknolojinin sorumsuzluk ve sahtekarlıktan nasıl etkilendiğine dair uyarıcı bir hikaye.

4. Üç Cisim Problemi

Cixin Liu

Soru şu: İyi bir uzaylı ırkı ile temasa geçmek istiyor muyuz? Üç Cisim Problemi’nde, ödüllü bilim kurgu yazarı Cixin Liu, eğer yaparsak olabilecek siyasi, sosyal ve bilimsel sonuçları hayal ediyor. 

Liu’nun bilim kurgu yaklaşımı birçok cephede heyecan verici. Bilim kurgun, hükümet tarafından on yıllardır bastırılan Çin’de çılgınca popüler. Çin’de bilgisayar mühendisliği eğitimi alan Liu, fizikçilerin sevdiği bir şekilde uzayda iletişim kurmanın bilimini ve etiğini hayal ediyor. 

Liu’nun, fizikçilerin uzun zamandır sorduğu soruları yanıt veriyor…

Stephen Hawking’in bir keresinde söylediği gibi, “Bir gün, böyle bir gezegenden bir sinyal alabiliriz. Ama cevap vermekten çekinmeliyiz. Gelişmiş bir medeniyetle tanışmak, Kolomb’la karşı karşıya olan Yerli Amerikalılar gibi olabilir. Bu pek iyi olmamıştı. ”

5. Bilimde Kadınlar: Dünyayı Değiştiren 50 Cesur Öncü

Rachel Ignotofski

2018 yılında kadınlar, Temsilciler Meclisi’nde yaklaşık 100 sandalye elde ederek bir tarih yazdılar. Illustrator ve çok satan yazar Rachel Ignotofski’nin 2016 yılında raflarda yerini alan kitabında belirttiği gibi, aynı kadın dalgası da bilimde de uzun zamandır yükseliyor. 

Rachel Ignotofski bizlere; Jane Goodall’dan Ada Lovelace’a ve Mae Jemison’a kadar bilim dünyasındaki korkusuz kadın öncüleri anlatırken eğlenceli ve zekice hazırlanmış resimli bir rehber sunuyor.

Ignotofski’nin, her bilim insanına, açıklayıcı resimler ve az bilinen gerçeklerle tamamlanan kapsamlı bir biyografi ile onurlandırıyor olması takdire şayan. Örneğin, paleontolog Mary Anning’in sadık köpeği Tray O’nunla birlikte, fosil kazılarına katılıyor.

Hem meraklı yetişkinler hem de yeni neslin biyologları, mühendisleri ve astronotları için eğlenceli bir okuma ya da hediye.

Dünyayı Şekillendiren 100 Büyük Hikâye

$
0
0

Edebiyatın dünyayı değiştirip değiştiremediği sorusu köklü ve eski bir soru. Bu soruya verilebilecek cevaplarsa çeşitlilik gösteriyor. Kimi yazarlar bunu onaylarken kimi de yazarlığının ilk yıllarında buna inandığını ama zaman geçtikçe bunun bir fantezi olduğunu söylüyor. Fikrimce edebiyat dünyayı doğrudan değiştirmez ama değiştirecek kişileri yaratır. Tarih boyunca toplumu tarafından sevilen pek çok liderin roman, öykü, şiir gibi yazın türlerini okumuş olduğu gerçeği bu fikri güçlendirebilir. BBC tarafından yapılan bu seçmede; zamanlar ve mekânları aşarak evrensel bir boyuta ulaşan öyküler yer alıyor. Nisan 2018 tarihinde yazarlarla beraber yapılan anket BBC’ye bu seçmeyi ortaya çıkarmasını sağlamış.

1. Odysseia (Homeros, M.Ö. 8. yy)


Batı’nın ilk büyük eserleri olarak kabul edilen Odysseia ve İlyada destanları bize Homeros tarafından nakledilmiştir. İlyada destanında bahsi geçen Troya savaşının ardından, Odysseia’da harp sonrası durumlar anlatılır. Odysseia Truva’nın düşüşünden sonra vatanı İthaka’ya doğru yol alır. On yıl süren savaşın ardından İthaka’ya dönmesi de on yıl süren Odysseia türlü maceraların içine girer. Aradan geçen yirmi yılın sonunda eşi Penelope ve oğlu Odysseia’nın öldüğüne ikna olurlar, şehri de bu iddiayı ortaya atanlar yönetmeye başlar. Tahtına, vatanına ve ailesine tekrar kavuşabilmek adına Odysseia soylularla mücadele içine girer.

2. Tom Amca’nın Kulübesi (Harriet Beecher Stowe, 1852)


Köle karşıtı eserleriyle bilinen Harriet Beecher Stowe Tom Amca’nın Klübesi’nde de aynı temayı işler. Tom Amca’nın ve klübesinin özelinde siyahîlerin yaşadığı ırkçılığı, köleliği duygusal, lirik bir anlatımla ele alır.

3. Frankenstein (Mary Shelley, 1818)

4. 1984 (George Orwell, 1949)


Günümüzde dünya çapında çokça satılan, distopya romanlar arasında en popüler eserlerden biri olan 1984 Orwell’ın başyapıtıdır. Eserde totaliter ve mütecaviz bir iktidarın kontrolündeki Okyanusya anlatılır. Okyanusya halkını izleyen ‘’Big Brother’’ karakteri onlara geçmişteki tarihi unutturmayı ve şunları ezberletmeyi amaçlar: ‘’Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir.’’

5. Parçalanma (Chinua Achebe, 1958)

6. Binbir Gece Masalları (çeşitli yazarlar, 8-18. yy)

7. Don Kişot (Miguel de Cervantes, 1605-1615)

8. Hamlet (William Shakespeare, 1603)

9. Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel García Márquez, 1967)

10. İlyada (Homeros, MÖ 8. yüzyıl)

11. Sevilen (Toni Morrison, 1987)


Nobel ödüllü yazar Toni Morrison’ın yazdığı en kıymetli eserlerden biridir. Amerikan İç Savaşı’ndan hemen sonra, 1856’da kölelikten kaçan ve özgür bir devlet olan Ohio’ya kaçan bir Afrika – Amerikalı kölenin serüveni anlatılır.

12. İlahi Komedya (Dante Alighieri, 1308-1320)

13. Romeo ve Juliet (William Shakespeare, 1597)

14. Gılgamış Destanı (yazarı bilinmiyor, MÖ 22-10. yy)

15. Harry Potter (JK Rowling, 1997-2007)

16. Damızlık Kızın Öyküsü (Margaret Atwood, 1985)

17. Ulysses (James Joyce, 1922)

18. Hayvan Çiftliği (George Orwell, 1945)

19. Jane Eyre (Charlotte Brontë, 1847)

20. Madam Bovary (Gustave Flaubert, 1856)

21. Üç Krallığın Hikayesi (Luo Guanzhong, 1321-1323

22. Batı’ya Yolculuk (Wu Cheng’en, 1592)

23. Suç ve Ceza (Fyodor Dostoyevksy, 1866)

24. Gurur ve Önyargı (Jane Austen, 1813)

25. Su Kenarı (Shi Nai’an, 1589)

26. Savaş ve Barış (Leo Tolstoy, 1865-1867)

27. Bülbülü Öldürmek (Harper Lee, 1960)

28. Geniş, Geniş Bir Deniz (Jean Rhys, 1966)

29. Ezop Masalları (Ezop, MÖ 620-560)

30. Candide (Voltaire, 1759)

31. Medea (Euripides, MÖ 431)

32. Mahabharata (Vyasa, MÖ 4. yy)

33. Kral Lear (William Shakespeare, 1608)

34. Genji’nin Hikayesi (Murasaki Shikibu, 1021 öncesi)

35. Genç Werther’in Acıları (Johann Wolfgang von Goethe, 1774)

36. Dava (Franz Kafka, 1925)

37. Kayıp Zamanın İzinde (Marcel Proust, 1913-1927)


Proust’un hayatının son 17 – 18 yılını yazdığı ve 3.000 sayfaya yayılan eşsiz romanıdır. Öyle ki 51 yaşında, ölümü şu sözlerle karşılar: ‘’Her şeyi yazdım, ölebilirim.’’

38. Uğultulu Tepeler (Emily Brontë, 1847)

39. Görülmeyen Adam (Ralph Ellison, 1952)

40. Moby-Dick (Herman Melville, 1851)

41. Tanrıya Bakıyorlardı (Zora Neale Hurston, 1937)

42. Deniz Feneri (Virginia Woolf, 1927)

43. The True Story of Ah Q (Lu Sin, 1921-1922)

44. Alis Harikalar Diyarında (Lewis Carroll, 1865)

45. Anna Karenina (Leo Tolstoy, 1873-1877)

46. Karanlığın Yüreği (Joseph Conrad, 1899)

47. Monkey Grip (Helen Garner, 1977)

48. Mrs Dalloway (Virginia Woolf, 1925)

49. Kral Oedipus (Sofokles, MÖ 429)

50. Dönüşüm (Franz Kafka, 1915)

51. Oresteia (Eshilos, MÖ 458)

52. Sindirella (Anonim)

53. Howl (Allen Ginsberg, 1956)

54. Sefiller (Victor Hugo, 1862)

55. Middlemarch (George Eliot, 1871-1872)

56. Pedro Páramo (Juan Rulfo, 1955)

57. The Butterfly Lovers (masal)

58. Canterbury Hikâyeleri (Geoffrey Chaucer, 1387)

59. Pança-Tantra (Vishnu Sharma’ya atfedilir, MÖ 300)

60. The Posthumous Memoirs of Bras Cubas (Joaquim Maria Machado de Assis, 1881)

61. The Prime of Miss Jean Brodie (Muriel Spark, 1961)

62. The Ragged-Trousered Philanthropists (Robert Tressell, 1914)

63. Song of Lawino (Okot p’Bitek, 1966)

64. Altın Defter (Doris Lessing, 1962)

65. Geceyarısı Çocukları (Salman Rushdie, 1981)

66. Nervous Conditions (Tsitsi Dangarembga, 1988)

67. Küçük Prens (Antoine de Saint-Exupéry, 1943)

68. Usta ile Margarita (Mihail Bulgakov, 1967)

69. Ramayana (Valmiki’ye atfedilir, MÖ 11. yüzyıl)

70. Antigone (Sofokles, MÖ 441)

71. Drakula (Bram Stoker, 1897)

72. Karanlığın Sol Eli (Ursula K Le Guin, 1969)

73. Bir Noel Şarkısı (Charles Dickens, 1843)

74. América (Raúl Otero Reiche, 1980)

75. Yasa Önünde (Franz Kafka, 1915)

76. Cebelavi Sokağı’nın Çocukları (Necip Mahfuz, 1967)

77. Canzoniere (Petrarca, 1374)

78. Kebra Nagast (Çeşitli yazarlar, 1322)

79. Little Women (Louisa May Alcott, 1868-1869)

80. Dönüşümler (Ovidius, MS 8)

81. Omeros (Derek Walcott, 1990)

82. İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün (Aleksandr Soljenitsin, 1962)

83. Orlando: Bir Yaşam Öyküsü (Virginia Woolf, 1928)

84. Rainbow Serpent (Avustralyalı yerlilerin hikayesi, tarih bilinmiyor)

85. Revolutionary Road (Richard Yates, 1961)

86. Robinson Crusoe (Daniel Defoe, 1719)

87. Kendi Şarkım (Walt Whitman, 1855)

88. Huckleberry Finn’in Maceraları (Mark Twain, 1884)

89. Tom Sawyer’ın Maceraları (Mark Twain, 1876)

90. The Aleph (Jorge Luis Borges, 1945)

91. Çiftçinin Ağıtları (Eski Mısır Halk Hikayesi, MÖ 2000 civarı)

92. Kral Çıplak (Hans Christian Andersen, 1837)

93. Chicago Mezbahaları (Upton Sinclair, 1906)

94. The Khamriyyat (Abu Nuwas, 9. yüzyılın başları)

95. The Radetzky March (Joseph Roth, 1932)

96. Kuzgun (Edgar Allan Poe, 1845)

97. Şeytan Ayetleri (Salman Rushdie, 1988)

98. Gizli Tarih (Donna Tartt, 1992)

99. The Snowy Day (Ezra Jack Keats, 1962)

100. Toba Tek Singh (Saadat Hasan Manto, 1955)

”Sevgi tek yoldur” Gandi ile Tolstoy’un Etkileyici Mektuplaşmaları

$
0
0

Yirminci asrın başlarında, kış ortasında evini terk edip gittiği tren istasyonunda ölen Tolstoy (1828 – 1910) ve aynı yüzyılın ortasında suikasta kurban giden Gandi (1869 – 1948). İlki edebiyatçı, diğeri insan hakları savunucusu. Ancak eylemlerini, görüş ve geride bıraktıklarını hesaba katarsak birçok tanım gibi bu da oldukça yavan kalıyor. Aynı devirde yaşamış tarihî kişiliklerin birbirleriyle tanışsalar nasıl olacağını merak eder dururuz. Kafamızda bir hayal kurarız. O fanteziye Tolstoy ile Gandi’de gerek kalmıyor. Gandi doğduğunda Tolstoy 41 yaşındadır, ancak bu fark bu büyük ruhların önünde sohbete, fikir tartışmasına mani olmaz. İnsanlık hakkında bugün de vazgeçilmez hakikatler ortaya atan bu iki ismin mektuplaşmalarına bakacağız.

Gandi’nin Tolstoy’dan etkilendiği bilinir, yazarın sıkı bir okuru olan Gandi ahlak, siyaset, din gibi konular üzerine yazarla mektuplaşır


Gandi’den Tolstoy’a. 4 Nisan 1910: Bu mektupla birlikte size Gujatari dilinden çevirdiğim toplu yazılarımı gönderiyorum, küçük bir hitap. Hindistan hükümeti orijinaline el koymuştu. Çevirisini yayımlamakta bu nedenle tereddüt ettim. Sanırım size yük olmam; sağlığınız izin verir de kitaba bir göz atabilirseniz eleştirilerinizin benim için ne kadar önemli, ne kadar değerli olduğunu anlayacaksınız…

Tolstoy Gandi’ye ideolojilerin sevgiyi nasıl ele geçirdiğini anlatıyor


Her bir bireyden var olan her şeye hayat veren ruhsal bir unsur olarak ortaya çıkar ve bu ruhsal öge, benzer bir doğanın her şeyiyle birleşmeye çalışır ve bu hedefe kavuşur. Farklı milletler ve farklı zamanlarda insan doğasında olduğu için ve gerçekleri içerdiğini belirtir. Fakat bu hakikat, bir topluluğun yalnızca bir başkasının diğerlerini kısıtladığı zaman bir arada tutabileceğini düşünen insanlar tarafından biliniyordu ve bu yüzden toplumun mevcut düzeniyle uzlaşmaz bir şekilde ortaya çıktı.

Tolstoy’dan küresel felaketlere dair


İngilizler, Fransızlar, Almanlar ve Ruslar için Hintliler için aranan şey, Anayasa ve Devrimler, ne de her türlü Konferans ve Kongreler, ne denizaltı navigasyonu, hava seyrüseferleri, ne de güçlü patlayıcılar için çok zeki araçlar değildir. Zengin, egemen sınıfların zevkine katkıda bulunacak her türlü kolaylık; ne de sayısız bilim fakültesine sahip üniversiteler, ne kağıtlar, kitaplar, ne gramafonlar, sinematograflar, ne de çocukça ve çoğu zaman sanat olarak adlandırılan yozlaşmış aptallıkların çoğalmasıdır.

Yine Tolstoy’dan Gandi’ye sevgi üzerine


Sevginin en yüksek ahlakı temsil ettiği kabul edilmedi, ya reddedildi ya da çelişti, ama bu hakikat, her yerde, onu çarpıtan her türlü yalanlarla o kadar iç içe geçmişti ki, sonunda hiçbir şey kalmadı. Bu en yüksek ahlakın sadece özel hayat için geçerli olduğu öğretildi. Fakat kamusal hayatta hapsetme, infazlar ve savaşlar gibi her türlü şiddet, çoğunluğun korunması için kullanıldı. Her ne kadar sağduyu, bazı kimselerin başkalarının yararına her türlü şiddete maruz kalmaya karar verdiklerini iddia etseler de, şiddet uygulayan bu erkekleri, kendilerine şiddet uygulayanlara benzer bir sonuca vardılar. İnsanları ileriye götüren her şeye rağmen, uyuşmazlıkları birleştirmeye çalışmak: aşkın erdemi ve seviye karşı olan, yani karşıt olan şiddete göre kötülüktür.

Gandi’den Tolstoy’a pasif direniş üzerine


Sevgi, insanlığı tüm hastalıklardan kurtarmanın tek yoludur ve onun içinde de insanlarınızı köleleştirmekten kurtarmanın tek yolu vardır… Sevgi ve kötülük yapanlara karşı zorlu direniş, tümüyle duyuları yok etmek için böyle bir karşılıklı çelişkiyi içerir.

Bu güzide mektuplara kitap olarak da ulaşabilirsiniz


Açıklama yazısından ikisinin de fikirlerinin özüne dair: ”Edebiyat dünyasının baş tacı Tolstoy’un en büyük hayranlarından birinin Gandhi olduğunu biliyor muydunuz? Pasif direnişçilerle beraber kurduğu kırsal yaşam topluluğuna “Tolstoy Çiftliği” adını verdiğini? Gandhi’nin Tolstoy’a yazdığı ilk mektubunun nedeninin, onun Hintli bir devrimciye yazdığı, Hindistan’ın özgürleşmesi için tek yolun şiddeti reddetmek ve sevginin yasasına boyun eğmek olduğunu söyleyen mektubunu tercüme etmek ve yayımlamak için izin istemek olduğunu? Peki Gandhi mektup yayımlanırken hangi bölümlerin çıkartılmasını istedi? Tolstoy ile Gandhi’nin mektuplaşmalarını okurken, ahlaki mükemmeliyetçilikten ödün vermeden nasıl mücadele edilebileceğini göreceksiniz. Tolstoy’un dediği gibi kesinlikle direnmemek mi, yoksa Gandhi’nin öğütlediği gibi pasif direniş mi doğrusuydu?”

Kaynak: 1

Viewing all 457 articles
Browse latest View live